agaclar.net

Geri Dön   agaclar.net > Doğaya ve Yaşamınıza Sahip Çıkın > Doğa, Çevre, Ekoloji, Gıda Hukuk ve Politikaları
(https)




Cevapla
 
Bookmark and Share Dış Bağlantılar Konu Araçları Mod Seç
Eski 11-08-2009, 23:32   #1
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
Serpil Özkaynak - Türkiye'de Tarımın Bilinçli Yok Edilişi

http://www.yenicaggazetesi.com.tr adresinden alıntıdır

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:33   #2
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
1 - Atatürk ne dediyse tam tersi yapılıyor!

`Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını, çağdaş ekonomik önlemlerle en yüksek düzeye çıkarmalıyız. Köylünün çalışması sonunda elde edeceği emek karşılığını, onun kendi menfaatine olmak üzere yükseltmek, ekonomi politikamızın temel ruhudur.`


Gazi Mustafa Kemal 1922


Batılı çiftçi kalkınıyor Türk çiftçisi batıyor


TARIMIN BİLİNÇLİ YOK EDİLİŞİ


Atatürk ne dediyse tam tersi yapılıyor!


Büyük Kurtarıcı`nın yaptıkları ve söylevleri ile `tarımda` Türk ulusuna çizdiği yol haritası, özellikle son yıllarda bir tarafa bırakıldı ve ülke tarımı, Batılılar`ın çizdiği `çıkmaz yollar`a sokuldu!...


Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk`ün demeçlerinden, söylevlerinden yola çıkarak, onun Türk tarımı ve Türk çiftçisi için neler istediğini anlamak hiç de zor değil... `Ulusal tarım politikamız` da bu olmalıydı kuşkusuz. Ancak yıllardır bu isteklerin tam tersi uygulandı ve kimse buna `gık`ını bile çıkaramadı.


Toprak ağaları, toprak reformunu engelledi


Atatürk, 1937 yılında yaptığı bir konuşmada `Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır` demişti. (Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - I, 1945, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, Sayfa: 379;380 )


Bu söz özellikle CHP`nin yıllarca düsturu olmuş, ülkede `toprağı işleyen köylüyü toprak sahibi yapabilmek için` TBMM`de yıllarca Toprak Reformu yapılması için savaşım verilmiştir. Ancak, tarım kentlerinden meclise milletvekili olarak gelenlerin hemen hepsi birer toprak ağası olduğundan, bu öneriye hiçbir zaman sıcak bakılmamıştır.


Devlet arazilerini ve teşvikleri patronlar kaptı!


Devletin arazilerinin fakir köylüye verilmesini yıllarca engelleyenler, şimdi pek çoğu TÜSİAD üyesi olan koca koca patronların devlet arazilerini paylaşması karşısında sus pus kaldılar. Sanayiyi, basını, Türk ticaret hayatını elinde tutanlar, yabancı ortakları da yanlarına katıp, devletin üretme çiftliklerini, teknopark projelerini, hatta mayınlı sınır arazilerini bile tek bir köylüye kaptırmıyorlar. Devletin kaymakamları, valileri, belediye başkanları, yani kamu yöneticileri de, `Bölgemize yatırım yapılacak. İstihdam sağlanacak` diyerek, bu işadamlarını sevinçle


karşılıyorlar.


Atatürk `tesis kredisi, büyüğe değil küçüğe` diye uyarmıştı


`Patronlar Kulübü`nün güçlü üyeleri, aldıkları topraklara yapılan teşviklerle daha da `güçlü` hale gelirken, Atatürk`ün 1931 yılında yazdığı şu notu hatırlamamak imkansız gibi:


`Memleket üretiminin artması, çeşitlendirilmesi için olduğu kadar herkes gibi köylünün de refah içinde yaşamasını temin etmek için bir tesis kredisine ihtiyaç vardır. Bu görüş, büyük çiftlik ve arazi işletenlere ait olmayıp daha çok küçük çiftçileri ilgilendirir.`


[Kaynak: M.K.Atatürk`ün 1931 yılında Anadolu`ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlar. Sayfa: II-42;43 (Orijinal belgeler Gnkur. Atase. Başkanlığı`ndadır.)]


Köylüyü `nakit kredi`den korumaya çalışmıştı


Hatta bu notları arasında bir bölüm daha vardır ki, bu, son zamanlarda Türk çiftçisinin içine düşürülmeye çalışıldığı `borç batağına` karşı, yıllar öncesinden yapılmış çok düşündürücü bir uyarıdır:


`Varlığından büyük iş tutarak büyük kâr yapmak için her şeyi borçla sağlamanın yolunu bulanlar genellikle üzücü sonuçlarla karşılaşmışlardır. Bu gibilere gerçek varlık ve ihtiyaçlarından çok kredi açmak ve onları kötü neticelerle karşılaşmaya teşvik etmek uygun değildir.


Söz konusu tesis kredisinin köylüye nakit olarak verilmesinin uygun olmayacağı şüphesizdir. Bu amaçla ayrılacak para ile bağ ve meyva fidanlıklarının kurulması, yerli pulluk ve tezgah atelyeleri ve tohum ve hayvan islahı müesseseleri kurulması ve nihayet buralarda dağıtılacak maddelerin fiyatlandırılarak uzun vadelerle toplanması tercih edilir.`


Özel bankalardan köylüye `kredi kartı` tuzağı


AB`nin zoruyla çiftçiye `üretimsiz, doğrudan maddi destek` veren hükümet, bu uygulamasıyla çiftçiyi köyden şehre göç etmeye teşvik ederken, bir çoğu yabancı olan özel bankalar da boş durmuyor. Ziraat Bankası`ndan aldığı krediyi bile ödeyememiş çiftçiye kredi kartı verme uygulaması başlatanlar, çiftçiyi geriye dönülmez bir iflasa sürüklemekteler.


Birlikler kurup kalkınmalarını istemişti


Ülkenin ne gibi tehlikelerle karşılaşabileceğini yıllar öncesinden gören ve uyaran ulu önder Atatürk, köylülerin, çiftçilerin kendi aralarında birlikler kurup, güç kazanmalarını da gerekli görmüş ve istemişti. İşte 1925 yılında dile getirdiği bu isteği:


`Makinesiz ziraat olmaz. El emeği güçtür. Birleşiniz. Birliklerle makine alırsınız.` (Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, Sayfa: 209)


Atatürk`ün söylevlerinden ve aldığı notlardan anladığımız, `az sayıdaki büyük zengin işletmeleri teşvik etmek yerine, sayıları çok daha fazla ama güçleri az olan çiftçileri, köylüleri teşvik etmeye daha önem verilmesi gerektiğidir.`


Atatürk`ün 1931 yılında yazdığı şu satırlarla da çiftçiye destek verilmesini istemiştir:


`Çiftçilerimizi kredi, üretim kooperatifleri gibi ekonomik kuruluşlara kavuşturmak ve bu kuruluşları ilerletmek ve geliştirmek gayedir.`


(Kaynak: Atatürk`ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, M.K.Atatürk, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, Derleyen: Nimet Arsan, Sayfa: 550)


`Köylü, yiyecek ve giyecek için para sarf etmemeli`


Çiftçinin, köylünün günlük ekonomik sıkıntılarla boğulmadan ülke yararına üretim yapmasını şart gören Mustafa Kemal Atatürk, köylünün `beslenme ve giyim` ihtiyacını kendi giderebilmesi için `ev sanayi` kurulması gerektiğini bile düşünmüş ve 1931 yılında bu düşüncelerini şu notlarında yazıya dökmüştür:


`Bir köylü ev sanayi kurulması için çareler düşünmek akla gelir. Bizde köylü, evine, aile ve çocuklarının yaşamasına gerekli olan yiyecek, içecek ve herkes gibi giyecek için para sarf etmemelidir. Köylü ailenin, elbisenin aba ve kaba bez dokuma tezgahı, sabanı gibi olmalıdır. Bu esasın yaygınlaştırılması ileriye ait bir ideal olmakla beraber, bu gayeye varmak için tedbirler düşünmek ve teşebbüslerde bulunmak çok lüzumludur. Aksi takdirde her şey yolunda gittiği zaman ancak yaşayabilen ve memleket nüfusunun üçte ikisini oluşturan bu insanlar hava gibi, tarım hastalıkları gibi ve nihayet piyasa gibi tesirlerin müsaade etmemesi halinde bütün kusuru hükümete ve vergilere yüklemekten çekinmeyeceklerdir.`


[Kaynak: M.K.Atatürk`ün 1931 yılında Anadolu`ya yaptığı seyahat sonunda hazırladığı notlar. Sayfa: I-31;32 (Orijinal belgeler Gnkur. Atase. Başkanlığı`ndadır.)]


Çiftçi sayısının çok olması sayesinde yaşıyoruz


IMF ve AB politikalarıyla son yıllarda Türk tarımında köylü nüfus azaltılıp, şehirli nüfus arttırılmaya çalışılıyor. Köyde ısrarla kalan köylüleri de çiftçilikten edip, yeni `çiftçi` olan işadamlarının zengin ve büyük çiftliklerde köle gibi çalışmalarına yol açan bu düzenle Atatürk`ün istek ve direktiflerinin tam tersi bir politika izleniyor.


Mustafa Kemal Atatürk, o zamanlar Türk ulusunun büyük bölümünün çiftçi olmasının Türkiye Cumhuriyeti`nin kurulabilmesinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu 1923 yılında sarf ettiği şu sözlere ifade etmişti:


`Milletimiz çok büyük elemler, mağlûbiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şundandır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde olmayacaktık.`


(Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını. Sayfa: 117)


Çiftçiye verdiği önem


Atatürk`ün bize miras olarak bıraktığı tarımla ilgili yol haritasını izlediğimizde, şu sıralar `yok edilmeye çalışılan` köylüye ne derece önem verdiğini şu sözleriyle anlayabiliriz:


Yıl: 1922 `Türk köylüsünü `efendi` yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez`


(Kaynak: Yakınlardan Hatıralar, Mahmut Esat Bozkurt, 1955, Sayfa: 94)


Yıl: 1922 `Türkiye`nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah , mutluluk ve servete hakkı olan ve daha layık olan köylüdür.`


(Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - I, 1945, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, Sayfa: 219 )


Yıl: 1925 : `Memleketimiz hakiki çiftçi memleketidir.`


(Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını, Sayfa: 209)


`Memleketimiz çiftçi ve asker memleketidir`


Ulu önder Atatürk`ün bir ülke için tarımın ne kadar önemli olduğunu bizlere anlatan şu sözleri, ne yazık ki yıllardır rehavet içindeki hükümetler tarafından unutuldu gitti. Bakın Ata`mız bu konuda bizleri daha 1923 yılından bugünlere nasıl uyarmıştır:


`Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir: Biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik, çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik, çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır... Bundan sonra da daha iyi çiftçi ve daha iyi asker olacağız. Lâkin bundan sonra asker oluşumuz artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şan ve şöhreti keyfi için değil; yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı muhafaza etmek içindir.


...


Çiftçilerimizin gayretiyle memleketimizin verimli tarlaları birer kalkınma kaynağı olacaktır. Şüphesiz bu kalkınma kaynaklarını dünyadaki düşmanlara karşı savunmak için kıymetli bir ordumuz da bulunacaktır.


(Kaynak: Atatürk`ün Söylev ve Demeçleri, Cilt - II, 1952, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını. Sayfa: 131;132)


YARIN : Türkiye`de tarımı bakan bile kurtaramaz


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:34   #3
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
2 - Türkiye`de tarımı bakan bile kurtaramaz!

`Efendiler!


Avrupa`nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine karşılık Türkiye tam tersine


gerilemiş ve düşüş vâdisine yuvarlanadurmuştur.


Artık vazîyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa`dan nasîhat almak, bütün işleri Avrupa`nın


emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa`dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.


Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebîlerin nasîhatleriyle, ecnebîlerin planlarıyla yükselebilsin?.. Târih, böyle bir hâdiseyi kaydetmemiştir!`


Gazi Mustafa Kemal 6 Mart 1922, T.B.M.M.


Eski bakandan hükümetlere büyük suçlama:


Türkiye`de tarımı bakan bile kurtaramaz!


`Tarım için gerekli yasaları çıkarmamı engellediler` diyen eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp, bir tarım bakanının bile bu düzende Türk tarımını kurtaramayacağını iddia etti


Kendisi de bir ziraat profesörü olan Hüsnü Yusuf Gökalp, 57. Hükümette Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak görev aldığı yıllarda başta Tarım Yasası olmak üzere Türk tarımındaki birçok eksiği tamamlamaya çalıştığını, ancak engellendiğini belirtip, `Bir an önce Siyasi Partiler Kanunu değişmeli. Bir bakan, kendi sorumluluğuna verilmiş konuda bile konuşturulmuyorsa, bir şeyler yapmak istediğinde önü kesiliyorsa, çok ciddi bir sorun var demektir` dedi. Yakın bir zaman önce, aynı gerekçeleri sunarak partisi MHP`den de istifa eden Prof. Dr. Gökalp, `Yapmak istediklerim, ABD`nin, AB`nin yani Batı`nın işine gelmedi. Yapmak istediğim her şey engellendi` diyerek, Türkiye`nin nasıl bir ortama sürüklenmiş olduğunu gözler önüne serdi.


Prof. Gökalp: `Tarım, hürriyet meselesidir`


`Tarımın hayati önemini ne yazık ki henüz milletçe kavrayamadık` diyen Gökalp, bunun önemini şöyle vurguladı: `Tarım denince milletin aklına köy gelebilir. Ama benim aklıma, milletimin açlığı tokluğu geliyor. Tarım bir milletin açlık-tokluk meselesi, dolayısıyla hürriyet meselesidir. Aç olan insanın hürriyetini kaybetmesi an meselesidir. Tarımın önemi herkese anlatılmalıdır. İstanbul`un Levent`inde, Etiler`inde oturup, köylülere burun kıvıranlara da tarımın önemi benimsetilmelidir.`


`Lütfen kurun` derken can veren dekan


Tarımın 80`li yıllarda başlayarak çeşitli yaralar aldığını anlatan Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp, kendisine en acı veren anısını bizlere şöyle aktardı: `1984 yılında çıkarılan kanunla Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü`nü kapatmışlardı. Örneğin, şu anda patateste görülen hastalıklar gibi pek çok hastalık, bu genel müdürlük halen açık alsaydı ortaya çıkmazdı. Çünkü dışarıdan hastalıklı tohum gelmesine engel olunurdu. Ülkesini seven bilim adamlarının bu konuyu ne kadar ciddiye aldıklarını, size acı bir anımla anlatmak istiyorum. 2000 yılıydı. İzmir`e gitmiş ve zamanın İzmir Valisi Kemal Nehrozoğlu`nun da bulunduğu bir masada Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Feyzi Önder ile görüşüyordum. Feyzi bey, bir bakan olarak benden Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü`nü yeniden kurmamı istiyor ve tarımda bu kurumun eksikliği yüzünden yaşanan hastalıkları bana hatırlatıyordu. `Lütfen kurun` derken bir anda fenalaştı ve oracıkta ölüverdi. Ne yazık ki, rahmetlinin o isteğini bile gerçekleştiremedim. Onu bile engellediler.`


Tarım Kanunu`nu engellediler


Türkiye`de yıllarca Tarım Kanunu`nun olmadığını hatırlatan ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı döneminde Tarım Çerçeve Kanunu hazırlattığını söyleyen Gökalp, `Ancak ne yaptıysam olmadı. Hükümet programına alınmadı` dedi ve ekledi: ` O zaman o kanun çıksaydı, geçen sene çıkan o ucube tarım kanunu çıkmamış olacaktı ve çiftçi de bugünkü gibi kötü durumlara düşmeyecekti. Tarım Yasası, ne yazık ki, tarıma ters açıdan bakanlar tarafından çıkartıldı.`


`Bakanlığınız zamanında hükümetin başında rahmetli Bülent Ecevit vardı. Bu durumda sizi o mu engelledi?` sorumuzu eski Tarım ve Köyişleri Bakanı Gökalp, `Hayır. Tam tersine, beni dinleyen tek kişi o olmuştu. Her ne kadar siyasi fikirlerimiz uymasa da, tarım konusundaki hassasiyetini her zaman saygıyla karşıladım` diyerek yanıtladı.


`Bizde var, sen ekip biçmekle uğraşma!`


Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp, görev aldığı hükümet döneminde Tarım Ürünleri Pazarı Regrasyon Kurumu kurulması için de çok uğraştığını söyledi ve böyle bir kurumun olması halinde, köylünün ürünlerinin ucuza gitmeyeceğini belirtti. ABD`de de tarım ürünlerini pazarlama board`ları (kurulları), tarım ürünleri borsaları olduğunu hatırlatan Gökalp, `ister ABD`li olsun, ister AB`li, Batılılar`ın derdi, bize kendi çiftçilerinin ürünlerini satmakta. `Bizde bu ürünler var. Sen ne uğraşıyorsun ekmekle, biçmekle` mesajı verip duruyorlar. Bu sözleri, katıldığım tarım bakanları toplantılarında bizzat duydum` diyerek, Batılılar`ın amaçlarını birinci ağızdan bizlere anlattı.


`Tarımı, reel sektörler arasına almadılar`


Reel sektörler arasında bankacılığın, borsanın olduğunun ama üretim sektörlerinin olmadığının altını çizen Hüsnü Yusuf Gökalp, `Bakan olarak tarımı reel sektörler arasına koydurmak için çok uğraştım ama olmadı` dedi. GAP gibi büyük bir projenin üst kurulunda bile 2002 yılına kadar Tarım Bakanına yer verilmediğini söyleyen ve yüzde 90`ına yakını enerji yatırımlarına ayrılmış olan GAP`ta tarım ve sulama yatırımlarının sadece yüzde 12 oranında olduğunu hatırlatan eski Tarım Bakanı Gökalp, kendi döneminde Bakanlar Kurulu`nda dikkate alınmayan önerilerini şöyle sıraladı: `Tarım Çerçeve Kanunu`nun ve kuraklığa karşı Su Konseyi Kanunu`nun çıkarılması; AB`nin önemli organlarından olan Tarımsal Garanti ve Yönlendirme Kurulu`nun Türkiye`de de oluşturulması ve kapatılmış olan Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Toprak-Su Genel Müdürlüğü, Gıda İşleri Genel Müdürlüğü, Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü`nün yeniden faaliyete geçirilmeleri.`


İzmir`de 22 köye tek mühendis, ya Siirt`te?


Çiftçiyi yönlendirecek kurumları tekrar faaliyete geçirmeye uğraşan zamanın Tarım Bakanı Gökalp`in `Ne yaptıysam engellendim` sözü kulaklarımızda henüz çınlarken, durumun ne kadar vahim olduğunu, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır`ın TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkezi`ne yazdığı rapordan daha iyi anlıyoruz: `Üretimde verim, verimlilik ve kalitenin en temel dayanağı olan `bilgi`yi, ona en çok ihtiyaç duyan çiftçilerimize ulaştırabilecek, nitelikli ve yeter sayıda teknik personel ile donatılmış bir kamu kurumu niteliği de ne yazık ki kalmamıştır. Örneğin, İzmir ilimizde ilçeler itibariyle Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde kamu hizmeti vermekte olan her bir Ziraat Mühendisine düşen tarımsal nüfus 25 bine, tarım alanı 170 bin dönüme, köy sayısı ise 22`ye kadar ulaşmıştır. Torbalı, Menemen, Ödemiş, Tire, Bergama ilçelerimizde bu rakamlar daha da yüksektir. Kaldı ki, var olan yapıda söz konusu teknik personel de, destekleme ödemeleri ve Çiftçi Kayıt Sistemi bürokrasisi ile boğuşmaktadır. Sonuç olarak devlet ile üretici arasında, eğitim ve yayım amaçlı bağ ortadan kalkmış durumda bulunmaktadır.` İzmir gibi merkezi ve göz önünde olan bir ilde 22 köy, tek bir ziraat mühendisine danışabilecekse, doğuya gittikçe tek bir mühendise düşen köy sayısı kimbilir daha ne kadar artmaktadır.


Prof. Sındır: `Dışa bağımlılık yatırımla kırılır`


Prof. Dr. Sındır, Türk tarımının geneliyle ilgili şu uyarılarda da bulunuyor: `Tarım sektöründe doğru ve sürdürülebilir bir tarım politikası oluşturulmalıdır. Söz konusu politikanın temel amaçları, AB`nin ortak tarım politikasına benzer bir şekilde; tarımda verim artışını sağlamak, kırsalda yaşayanların yaşam kalitelerini iyileştirmek, tarımsal ürün ve girdi piyasalarında istikrar sağlamak, tarım ürünleri arzında süreklilik sağlamak ve uygun tüketici fiyatlarını garantilemek şeklinde sıralanabilir. Tarıma ayrılan destekleme miktarının GSMH`nin en az %3`ü olarak düzenlenmesi gereklidir... Özelleştirme politikaları yerine girdilerde derinleştirilmekte olan dışa bağımlılığı kıran yatırımlara ağırlık verilmelidir.`


IMF onlara tarım programlarını uygulatmadı


Çok iddialı tarım programlarıyla seçimi kazanan DSP ve MHP, `Nihayet Türk tarımı için birileri bir şey yapacak` kanısını, IMF programlarını uygulayarak boşa çıkardılar. Kendi Tarım Bakanları bile bu işe isyan etti. Ancak IMF ve Kemal Derviş faktörü, tarımla ilgili her öneride, Bakanlar Kurulu`nu derin bir sessizliğe boğdu. Özal Hükümeti ile başlayan tarım konusundaki dışa bağımlı politikalar, AKP iktidarında daha da hız almış halde devam etmektedir.


Ulusal Tarım Politikası gerekli


Türk tarımının yıllardır tehdit altında olduğunu söyleyen bir başka isim de, Prof. Dr. Erol Manisalı. Ne zaman Türk tarımı için `yasal anlamda` kötü bir gelişme olsa, borsanın yükselişine dikkat çeken Manisalı`ya, `AB`nin Türkiye tarımı üzerinde kurduğu baskıyı` sorduk. Aldığımız ilk yanıt, `Türkiye`de tarım sorunun temelinde ulusal tarım politikasının olmaması yatmaktadır` oldu.


Prof. Dr. Manisalı, AB`nin Türkiye`yi kendi birliğine katmayacağından öylesine emin ki!.. 70`li yılların sonlarından beri hazırlanan AB raporların da anlaşılabileceğini söyleyen Erol Manisalı, `Tarım makro politikalarla ayakta durur, Avrupa Birliği`nde makro politikalar, ulusal politikaların üzerine oturtulmuştur. Oysa, Türkiye`de yıllardır ulusal bir tarım politikasının oluşturulmasına izin verilmemiştir` dedi. Manisalı, tarımda teslimiyetçiliğin, Özal döneminde başladığını söyledi ve Turgut Özal`ın `devlet tarımdan elini ayağını çekmelidir` sözünü de hatırlattı.


`AKP, AB`nin güdümünde`


`Türk çiftçisi, yabancı tekeller ile karşı karşıya bırakılmıştır. Piyasa da AB`nin tarım politikaları egemendir` diyen Erol Manisalı bu konuda AKP Hükümeti`ni şu sözlerle suçladı. `AKP, orduya ve ulus devlete karşı AB`ye aldığı için onun dediklerini yapmak zorunda kalıyor. Tarımda da bu böyledir. AKP Hükümeti AB`nin güdümündedir.`


YARIN : `Sen üretme, al parayı!`

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:35   #4
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
3 - Sen üretme al parayı!

AB`den Türk çiftçisine : Sen üretme al parayı!


Onları tarım ürünleriyle


besleyelim diye İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizim gibi ülkelere Marshall yardımı bile yapan Batılılar, şimdi de tarımı bırakıp, onların ürünlerini almamız için yardım dağıtıyorlar!


Kırsalda yaşayan yüzde 34`lük nüfusun yüzde 8`e inmesini isteyen Avrupa Birliği, çiftçiyi bir yandan kota, ucuz ürün, pahalı girdi, indirilen gümrük vergileri ile yıldırıp, öte yandan cebine koydurttuğu doğrudan destek ve yardımlarla da şehirli olmaya zorluyor.


Gözler, yeni yardımlara çevrildi


IPARD çerçevesinde 2008 yılından itibaren verilmeye başlanacak olan krediler ise özellikle büyük işletmeler tarafından dört gözle bekleniyor. Geçtiğimiz ay yayınlanan Avrupa İlerleme Raporu`nda konu hakkında `Kabul edilebilir bir IPARD programının Komisyona zamanlıca sunulması, Türkiye`nin IPARD fonlarından tam olarak yararlanabilmesi konusunda bir ön şarttır.` ibaresi yer aldı.


Çiftçiye ortalama 150 milyon euro AB yardımı


Konunun muhatabı olan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği`nden Tarım Dairesi Başkanı Fatma Can`a, raporda adı geçen uyarıyı hatırlattığımızda, `IPARD Kalkınma Ajansı`nın kurulmasına yönelik yönetmelik çıktı. Kurulması için çalışmalar hızla sürüyor` yanıtını alıyoruz.


2008-2010 yılları arasında 290 milyon euro, 2010-2013 yılları arasında ise 590 milyon euro tutarındaki yardımdan kimlerin yararlanacağına gelince... Bu konu kesinleşmeden açıklama yapmasının sakıncalı olduğunu belirten Can, bu konuların şu sıralar belirlenme aşamasında olduğunu söyledi.


Öte yandan, üretim kaygısı taşımayacak bu yardımların daha çok teknolojik hamle yapmaları için büyük tarım işletmelerine verileceği öğrenilirken, et-süt üretimi yapan büyük işletmelerin bu konuda en büyük payı alacağı iddia ediliyor. Peki ama bu `göstermelik` yardımlar, çiftçiyi AB`li çiftçilerin üretim gücünden koruyabilecek mi? Ortak Tarım Politikası çerçevesinde AB`li çiftçilere dağıtılan yardımları burada sıralarsak, IPARD aracılığıyla gelecek yardımların Türk çiftçisinin derdine derman olmayacağı anlaşılıyor. Zaten yapılacak o cüzi yardımın büyük kısmının yine büyük şirketlerin kasasına gideceği düşünülürse, AB`li çiftçi ile aynı koşullara zorlanan Türk çiftçisinin içine düşürüldüğü durum yandaki tablodandaha iyi anlaşılabilir:


Bizimkilere milyonlar, AB`li çiftçiye milyarlar


AB`li çiftçilere Ortak Tarım Politikası çerçevesinde 2005 yılında dağıtılan yardımlar ortalama olarak şöyle sıralanıyor:


Fransız çiftçiye: 9 milyar 333 milyon euro


İspanyol çiftçiye: 6 milyar 221 milyon euro


Alman çiftçiye: 5 milyar 915 milyon euro


İtalyan çiftçiye: 5 milyar 346 milyon euro


İngiliz çiftçiye: 4 milyar 067 milyon euro


Yunanlı çiftçiye: 2 milyar 739 milyon euro


İrlandalı çiftçiye: 1 milyar 606 milyon euro


Polonyalı çiftçiye: 1 milyar 417 milyon euro


Avusturyalı çiftçiye: 1 milyar 184 milyon euro


Danimarkalı çiftçiye: 1 milyar 017 milyon euro


Portekizli çiftçiye: 880 milyon euro


İsveçli çiftçiye: 858 milyon euro


Hollandalı çiftçiye: 839 milyon euro


Finli çiftçiye: 835 milyon euro


Belçikalı çiftçiye: 615 milyon euro


Macar çiftçiye: 479 milyon euro


Çekoslovak çiftçiye: 368 milyon euro


Letonyalı çiftçiye: 221 milyon euro


Slovakyalı çiftçiye: 202 milyon euro


Litvanyalı çiftçiye: 116 milyon euro


Slovenyalı çiftçiye: 98 milyon euro


Estonyalı çiftçiye: 71 milyon euro


Lüksemburglu çiftçiye: 45 milyon euro


Kıbrıslı Rum çiftçiye: 44 milyon euro


Maltalı çiftçiye: 9 milyon euro


Neşeli Alman köylüsüne karşın mahzun Türk köylüsü


AB ülkelerinde çiftçilik yapan köylüler, yüksek yaşam standartlarının düşmemesi için uğraş veren


yöneticilerinin koruması altında eğlenme amaçlı yarışmalara katılırken, bizim çiftçimiz ise onların refahı için gün geçtikçe yoksullaşıyor. Kadın çiftçileri ödüllendirmek için yapılan yarışmayı kazanan köylülerimizin neşesi bile, ancak fotoğrafta görüldüğü gibi


`mahzun` bir gülümseyişle sınırlı kalıyor


Türkiye`nin toprakları hepsinden daha çok


Türkiye`nin 70 milyon nüfusunu ve 780 bin kilometrekarelik yüzölçümünü göz önüne aldığımızda, AB üyesi hiçbir ülkenin Türkiye kadar geniş topraklara sahip olmadığını görüyoruz. Nüfus konusunda ise Türkiye, bu ülkeler arasında Almanya`nın ardından (82.5 milyon kişi) ikinci kalabalık ülke. Yapılan hesaplamalara göre, Türkiye`nin 2014`te AB`ye girmesi halinde ülkeye yasal olarak ödenmesi gereken yardımlar toplam olarak 20 milyar euro civarında olacak, Ortak Tarım Politikası için Türkiye`ye ödenecek sübvansiyon rakamı ise 8 milyar euroyu bulacak. Tabi ki bu rakamı kimse Türkiye`ye vermeyi planlamamakta... Yıllarca Türkiye üzerinde oyunlar oynayabilmek için `Sizi aramıza katacağız` oyalamasıyla topraklarımızı üreticilerine bir Pazar haline getiren Avrupa Birliği, iş ciddiye binip, söz verilen tarih yaklaştıkça bu anlaşmadan caymak için her türlü bahaneyi önümüze sunuyor. Bir yandan da ülkenin tarımını, sanayisini baş aşağı ederek, Türkiye`yi sömürgeleştirmeye çalışan AB`ye karşı kimse de, `masken düştü artık` deyip, itiraz etmiyor. Öte yandan yanlış uygulamalarla, Türkiye`de her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor.


Çiftçi sendikalarının istekleri


Bu yıl içinde bir bildiri yayınlayan Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu, hükümetten isteklerini şöyle sıraladı:


* IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve AB-Ortak Tarım Politikası güdümlü tarım politikaları terk edilsin. Çitçilerin, köylülerin ve tarım örgütlerinin katılımıyla bağımsız, demokratik ve sosyal bir tarım programı oluşturulsun.


* Tarımda destekler gelişmiş ülkelerin destek seviyesine, yani yıllık 11,3 milyar Avro`ya çıkarılsın.


* Tarımsal ürünlerin fiyatı maliyetlerin üzerinden belirlensin. Ürün fiyatları, maliyet+kâr+insanca yaşam payı eklenerek belirlensin.


* Üretimden pazarlamaya kadar uzanan zinciri oluşturacak olan ve çiftçilerin ve köylülerin yönetimlerini demokratik olarak belirleyebilecekleri Kooperatifleşmelerinin önü açılsın. Bu doğrultuda Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri`nin Yasası yeniden düzenlensin.


* Çiftçilerin ve köylülerin kendi bağımsız örgütlenmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılsın. İmzalanan uluslararası sözleşmelere ve Anayasa`ya dayanarak kurulmuş olan üretici sendikaları için iç hukuk düzenlemeleri yapılsın.


* Her şeyi üreten çiftçilere, sıra tohuma gelince `üretemezsin, üretirsen satamazsın` diyen Tohumculuk Yasası derhal geri çekilsin.


* Doğa koşulları karşısında çiftçileri çaresizlikten kurtaracak tarım sigortaları, çiftçiler lehine tekrar düzenlenerek çıkarılsın.


* Çiftçiler ve köylüler eksiksiz sosyal güvenceye kavuşturulsun.


* Köylü kadınların krediye, eğitime ve her türlü evrensel haklarına erişmesine engel olan mevzuat değiştirilsin.


* Gıda egemenliği ve güvencesinin garantisi olan küçük aile tarımının korunması sağlansın.


* Halkın çıkarlarını ve


ekolojik dengenin gereklerini gözeten bir Biyogüvenlik Yasası zaman geçirmeksizin çıkarılsın.


* Çiftçiler olarak ülkemizde üretebildiğimiz ürünlerin ithaline hükümetler izin vermesin. Gümrük vergilerini hasat zamanın hemen öncesinden indirilmesin ve bu dönemlerde ithalat izni verilmesin. İthalatı serbest bırakan ve böylelikle ürün fiyatlarını düşüren, `kurnazlığı kendinden menkul` politikalar terk edilsin.


* Tarımın olmazsa olmazlarının baş sıralarında yer alan arazi sulaması için bütçeden yeterli ödenek ayrılsın. Ülkemizde on yıl içinde sulanabilir arazilerin hepsinin sulanabilir duruma getirmesi için plan yapılsın ve uygulansın.


* Doğru bir su yönetim politikası uygulansın ve suyun ekonomik kullanılması ve adil paylaşılması yasalarla güvence altına alınsın. Ayrıca bu konuda teknik altyapı sağlansın, eğitim ve ekonomik destek verilsin.


* Çiftçinin kendi tohumunu üretebilmesi için yasal değişiklik yapılsın. Kendi tohumunu üreten çiftçilere teşvik amacıyla teknik bilgi ve ekonomik


destek yapılsın.


* Tohum çeşitlerinin korunması sağlansın.


* Tohum ve gen bankaları kamunun elinden çıkartılmasın.


* Yerel tohumların korunma ve geliştirilmesi için önlemler alınsın, bu konuda planlı çalışmalar başlatılsın.


* Mevcut gen bankalarının şirketlerin eline geçmesi engellensin.


* Toprağı, suyu kirleten insan sağlığı için risk oluşturan ve küresel ısınmaya katkı koyduğu belirlenen kimyasal ilaca, kimyasal gübreye dayalı üretim tarzı terk edilsin. Bilgeliğe, ıslaha dayalı, doğayla dost, sürdürülebilir tarım tarzına yani -endüstriyel olmayan- organik tarım tarzına dönmek için merkezi devlet politikaları üretilsin ve uygulansın.


Alman çiftçisinin derdi domuz yağı!


AB`nin desteği ile refah içinde yaşayan Alman çiftçisinin şu sıralar en büyük sıkıntısı, domuzunun yağını hayvan yeminde kullanamamak... Almanya`da hayvan yemlerinde hayvansal yağ kullanmak şimdilik yasak. Ancak bu yasağa, özellikle domuz üreticileri şiddetle karşı çıkıyor. Müslüman ülkelere yem ihraç eden şirketler ise, `Yemlerde hayvansal yağ kullanılmaması` yasağından çok memnunlar.


YARIN : IMF`nin elinde oyuncak olduk


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:36   #5
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
4 - IMF`nin elinde oyuncak olduk

Yabancılar ne derse, o yasalaşıyor...


Süreci hep birlikte hızlandırdılar


Turgut ÖZAL Tansu ÇİLLER Kemal DERVİŞ


IMF`nin elinde oyuncak olduk!


70`lerden sonra yapılan dış borçlar yüzünden ülke ekonomisini eline geçiren IMF ve Dünya Bankası, seçilen hükümetlere istediğini yaptırtıyor


En hızlısı AKP Hükümeti çıktı


IMF`in direktifleri ve AB`nin istekleri üzerine uyum yasalarını süratle çıkaran AKP Hükümeti, bu aceleci tavrı tarımla ilgili yasalarda da gösterdi. Çiftçinin tüm uyarılarına rağmen Tarım Yasası ve Tohumculuk Yasası başta olmak üzere, içeriği eleştirilen birçok yasayı meclisten geçirip, Türk tarımını iyice geri dönülmez bir çıkmaz sokağa soktular.


Türk ekonomisinin ve dolayısıyla tarımının IMF ve AB aracılığıyla Batılı ülkelerin ellerine teslim edilmesinin temelleri, dış borçlanmanın hızlandığı 1970`lerde atılmıştır. 70`li yılların başında petrol üreticisi olan ülkelerin petrol yaptıkları 5 kata varan zamlar, Türkiye`nin dış ödemeler açığını altüst ederken, hükümetlerin uyguladığı yanlış iç ve dış iktisat politikaları da dış ticaret açığının büyümesine neden oldu. Birçok iktisatçıya göre bu hataların başında, Erim Hükümeti`nin Türk Lirası`nı nominal olarak revalüe ederek başlattığı aşırı


değerli kur politikaları gelmektedir. Böylece, yurt içinde üretilmeyen sanayi mallarının ithalatı özendirilmiş oldu. Ancak bu uygulama, sanayiyi girdi bakımından dışarı bağımlı hale getirmiş ve aşırı değerli kurun ihracat üzerindeki olumsuz etkileri neticesinde de dış ödemeler açığı gittikçe arttı, bunlar da dış borçlarla kapatılmaya çalışıldı.


Teslimiyetin ilk belgesi: 24 Ocak kararları


Dış borçların artmasıyla IMF`in ekonomiye karışma çabalarına, 70`li yılların sonuna kadar hükümetler tarafından karşı konulsa da, 70`lerin sonuna gelindiğinde artık pes edildi. IMF`e teslimiyetin belgesi, azınlıktaki Demirel Hükümeti`nce Başbakanlık Müsteşarlığı`na getirilen Turgut Özal`ın hazırladığı ekonomik istikrar programı oldu. 24 Ocak 1980 tarihinde açıklanan ve tarihe `24 Ocak kararları` diye geçen bir dizi ekonomik tedbirle, Türk ekonomisi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıldı. Herkes terör olaylarına odaklanmışken, Türk ekonomisinin ve dolayısıyla tarımının kaderi o günden itibaren belirlenmiş oldu!..


12 Eylül`den sonra askeri yönetim ve onun ardından seçilen Özal Hükümeti ile pekiştirilen ve uygulanması için kanunlar çıkarılan bu 24 Ocak kararları, IMF ve AB`nin zorlamasıyla günümüze kadar ekonominin her alanına sirayet etmiştir.


24 Ocak kararları ile, tarım da dahil tüm üretim kollarında devletin korumacılığı büyük ölçüde kaldırılarak, `ithal ikameci` iktisat politikası terk edilmiş, onun yerini gittikçe `kuzuyu kurda teslim eden` bir hal alan, serbest piyasa ekonomisi almıştır.


24 Ocak 1980 kararları ile:


* Devletin ekonomideki payını küçülten bir dizi önlemlere girişildi. KİT`lerin satış kararı, ilk olarak bu tarihte alınmış oldu. Sonra Özal Hükümeti sırasında gerekli kanunlar da çıkarıldı.


* Tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırıldı.


* Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırdı


* % 32.7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidildi.


* Yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi, kâr transferlerine kolaylık sağlandı.


* Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklendi.


* Hem ihracat, hem de ithalat teşvik edildi. Ülkeyi ithal ürünlerden korumak için konulmuş yasakları kaldırma kararı alındı ve ülke birkaç yıl sonra lüks tüketim batağına sürüklendi. (Halen sürmektedir). Bunun toplumda yarattığı ahlaksal erozyon ise (para için her şeyi yapmak ve her kılığa girmek devri) , sosyologlar başta olmak üzere birçok bilim insanına tez konusu olmuştur.


* İhracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan bir tercih sistemi ile teşvik edildi.


İthalat, ihracat ve müteahhitlik... Bu kararlar sonucunda Türk ekonomik hayatını, paradan para kazanan ve hatta vergi iadesi uğruna bazen paravan şirketler bile kurabilen birçok `iş insanı` doldururken, tarım ve sanayiye yatırımlar ise adeta unutturuldu.


Bu arada, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu da bu yıl yayınladıkları bir bildirgede, 1980`den 2007 Temmuz`una kadar iktidara gelenlerin yaptıkları uygulamaları kronolojik olarak şöyle sıraladı:


Özal`lı ANAP hükümeti:


* Kamu İktisadi Teşekküllerinin(KİT) ve Kamu İktisadi Kuruluşlarının (KİK) yasalarında değişiklik yaptı. Böylelikle KİT`ler özelleştirebilecek duruma getirildi.


* Üç yanı denizle çevrili ülkemizin akarsu ve göllerindeki ürünlerden doğru ve iyi yararlanmamızda önemli görevler üstlenen ve daha da geliştirilmesi beklenen Su Ürünleri Genel Müdürlüğü kapatıldı.


* Gıdaların kalitesini, sağlıklığını hem test hem de kontrolünü gerçekleştiren Gıda Kalite Kontrol Genel Müdürlüğü kapatıldı.


* Hayvanların sağlıklı yetiştirilmesi ve tüketicilerin sağlıklı hayvansal gıda tüketmesinde yararlı görev gören Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı.


* Üretici köylüyü yeniliklerle buluşturan Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı.


* Bitki sağlığı ve zararlılarla mücadelede etkili teknik ve bilgi desteği sunan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü kapatıldı.


* Tarım Topraklarının amaç dışı kullanımını engelleyen Toprak-Su Genel Müdürlüğü kapatıldı.


Sonuç: Özal`lı ANAP Hükümeti`nin kapattırdığı bu genel müdürlüklerden boşalan yerlere özel sektör girdi; tarım toprakları kâr amaçlı olarak konuta ve sanayiye açıldı. İlaç ve gübre kullanımı, özel sektörün `ne kadar çok satarsa o kadar çok prim alacak olan` gezgin satıcılarının eline terk edildi. Topraklarımız ve sularımız hızla kirlenmeye başladı ve kullanılamaz hale getirildi.


ANAP Hükümeti ayrıca; çayda ÇAY-KUR`un, tütün ve alkollü içeceklerde TEKEL`in tekelliğini kaldırarak; çay, tütün ve üzüm üreticileri için zor günlerin önünü açtı.


DYP- SHP Hükümeti:


* Et ve Balık Kurumu`nu (EBK), Yem Sanayii`ni (YEMSAN) ve Süt Endüstrisi Kurumu`nu (SEK) özelleştirdi. Bu kurumları alan şirketler ilk iş olarak yem fiyatlarını arttırdılar. SEK`i alan şirketler de süt fiyatını düşürdüler. (Yazarın notu: Satış sözleşmelerinde üretim devamlılığının garanti altına alınmamasının sonucunda pek çok süt fabrikası veya et mezbahası, onları alanlar tarafından kapatılmış, hayvancılık göz göre göre öldürülmüştür. Bu arada basının büyük bölümünde de, özelleştirilmeler öncesinde bu tip tehlikelere karşı uyarıcı haberlere ne yazık ki yer verilmemiştir!... Aynen şu sıralar TEKEL satışı öncesi basında yaşanan sessizlik gibi!)


Sonuç: Hayvan yetiştiricisi çiftçiler, besledikleri hayvanlarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldılar.


DYP-SHP hükümeti, EBK, SEK ve YEMSAN`ı özelleştirmeden önce, 1980 yılında 80 milyon olan hayvan sayımız, şimdilerde 41 milyon adede kadar geriledi. Türkiye hayvansal ürünlerde ihracatçı konumdan ithalatçı konuma getirildi, ülke ekonomisi zarar gördü.


DSP- MHP ANAP Hükümeti:


* Şeker Yasası`nı çıkardı.


* Tütün Yasası`nı çıkardı.


* Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri`ne ilişkin bir yasa çıkarıldı. Üreticilerin birlikleriyle adeta bağını koparan bu yasayı uygulamaya bu hükümetin ömrü yetmedi ve yasa, seçim öncesinde çiftçiye `biz bu yasayı uygulamayız, kaldırırız` sözü veren AKP Hükümeti tarafından `verilen söze rağmen` uygulandı. Hatta, FİSKOBİRLİK tartışmalarında izlediğimiz gibi `Birliklere kredi vermemize Birlikler Kanunu engel` bile diyebilen AKP Hükümeti, Fındık üreticilerini bir dilim ekmeğe muhtaç etti.


Sonuç: Çıkarılan Şeker Yasası sonrasında;Şeker pancarı üretimimiz 18 milyon tondan 11 milyon tona geriledi. 175 bin üretici, şeker pancarından uzaklaştırıldı. Şeker fabrikalarında çalışanlar işsizlikle karşı karşıya bırakıldı. Ülkenin ekolojik dengesi bozuldu.


Çıkarılan Tütün Yasası sonrasında;


Tekel`in tütünde destekleme alımı yapması ve destekleme fiyatı açıklaması önlendi. Tütün üreticileri sözleşmeli üretime geçmek zorunda bırakıldı. Yaklaşık 583 bin olan tütün üreticisi sayısı şimdilerde 255 bine geriledi (kimine göre 210 bin) Tütün üretimi de 208 bin tondan 147 bin tona düştü.


Çıkarılan Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri`ne ilişkin yasa sonrasında;


Yasayla oluşturulan Yeniden Yapılandırma Kurulları, birlik yönetimlerininin üzerinde bir yetkiyle donatıldı ve kooperatif arsalarının satılması, işçilerin işine son verilmesi, entegre tesislerinin şirketlere dönüştürülmesinde bu kurullar belirleyici hale getirildi. Kooperatiflere ait fabrikaların üç yıl içerisinde şirketlere dönüştürülmesi öngörüldü. Böylece kooperatif fabrikalarının özelleştirilmesinin önü açıldı. Birliklerin, devlet veya diğer kamu finans kurum ve kuruluşlarından herhangi bir mali destek almasına ve devlet bankalarından kredi sağlamasına engel konuldu. Birliklere banka kurma yasağı getirildi.


AKP Hükümetleri:


* Tohumculuk Kanunu`nu çıkarttı.


* Üretici Birlikleri Yasası`nı


çıkarttı.


* Lisanslı Depoculuk Yasası`nı


çıkarttı. Ne var ki söz konusu yasa, ABD`deki yasanın `kötü bir kopyası` olarak değerlendirildi. ABD`deki yasada çiftçiye ucuz kredi verilirken, Türkiye`de çıkarılan yasada ise nedense bu yok!.. Bu yasayla çiftçiye adeta,


`Kendine bir tüccar bul, kaça satarsan sat` denilerek, çiftçi piyasaya karşı korumasız bırakıldı.


* Organik Tarım Yasası`nı çıkarttı; organik tarım sertifikasını verme yetkisini kamu görevi yapan devlet kuruluşlarına değil, para karşılığı sertifika veren ve çoğunluğu yabancı olan özel şirketlere verdi.


* Tarım Sigortası Yasası`nı çıkarttı; mevzuatı çiftçileri değil, sigorta şirketlerini gözetecek şekilde düzenledi.


* Tarım Kanunu`nu çıkartmış; çiftçilere Gayri Safi Milli Hasıla`nın %1`inin altında destekleme


yapılmayacağı kanun maddesi ile


belirlendi. Ancak, hükümet daha ilk yılda kendi çıkarttığı kanunu bile uygulamamış, çiftçilere verilen destekler %1`in altında kaldı.


* Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu`nun çıkarttı; birinci sınıf tarım arazisi üzerine izinsiz kurulduğu için mahkeme tarafından


kapatılmış olan Cargill`in fabrikasına af getirdi.


Sonuç:


Çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile;


Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verildi. Çiftçilerin ürettiği tohumları satmalarına engel getirildi.


Çiftçilere ürettiği tohumu satmamak kaydıyla, sadece kendi ailesinin ihtiyacı kadar, sınırlı tohum üretmesine ve çiftçilerin kendi aralarındaki parasız tohum değiş tokuşuna izin verildi.


Böylece çiftçiler tohum ticareti yapamaz hale getirildi.


Devlet, tohum üretimi alanının dışına çıkarıldı. Kamu, tohumun sertifikalandırma, ticaret ve denetimini özel şirketlere bıraktı. Bu şirketlerle çiftçiler arasında çıkacak olan anlaşmazlıklarda ise hakemlik yetkisi, tohum şirketlerinin oluşturduğu Tohumcular Birliği`ne verildi.


Çıkarılan Üretici Birlikleri asası ile;


`Üreticilerin birliğini tesis etmek yerine, adeta birliği dağıtmak maksatlı çıkarılmış bir yasa olduğu` tarzında eleştirilere uğrayan bu yasada, birliklere getirilen `yasaklar` söyle sıralanıyor:


Tüm üyelerin Birlikler`e ortak olması düzenlendi ancak Birlikler`in, kendi üyelerinin ürettiği ürünleri işleyebilecek sanayi tesisleri kurması önlendi ve böylece birlik üyelerinin kolektif üretim yapması engellenmiş oldu.


Yasaya göre Birlikler, üreticilerin kullandıkları girdileri (ilaç, gübre vb) iç veya dış piyasadan toptan alıp üreticilere dağıtamayacaklar. Bu yasa ile, üretici - tüketici ilişkisinin kurulması ve aracıların ortadan kaldırılması önlendi.


Çiftçilerin adlarına, teker teker olmak kaydıyla sözleşme imzalayabilmelerinin önü açıldı, ancak Birlikler`in tüm üyeleri adına sözleşme


imzalamaları yasaklandı. Birlikler`in gelirlerinden üyelerine pay dağıtmaları engellendi.


Ayrıca hükümetlere, tarımla ilgili olan ve onaylanmış uluslararası sözleşmeleri aynen kabul etme ve gereğini yapma zorunluluğu getirildi.


YARIN : Türkiye`yi gerileten ilerleme raporu


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:37   #6
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
5 - Türkiye`yi gerileten ilerleme raporu!

Türkiye`yi gerileten ilerleme raporu!


Avrupa Birliği, kendi çiftçisine kazanç sağlamak, kendi tarımını geliştirmek uğruna, Türk çiftçisini ve dolayısıyla tarımını batırmaya uğraşıyor


Türkiye`nin `Avrupalı olma rüyası`, yıllar ilerledikçe yerini `Avrupalı olma kabusu`na bıraktı. Hem de gündüz vakti, gözümüz açıkken gördüğümüz bir tür kâbus haline geldi.


Bir bakıyoruz, AB istedi diye, ona uyacağız diye maddi, manevi bütün değerlerimize yeniden paha biçiliyor, değiştiriliyor, ya da tamamen red ediliyor... Ve kâbus bu ya, kimse bu gidişatı durduramıyor...


Burada işleyeceğimiz konu, ülkemizin en önemli maddi değeri olan tarım sektörü...


Avrupa Birliği, Türkiye`nin tarım gücünü yok etmek için yıllardır planlı bir şekilde kartlarını masaya sürüyor. Elindeki en önemli kart ise, Türkiye`nin AB`ye üye olma arzusu...


Üretime de, desteğe de kızıyorlar


Avrupa Birliği, tarım sektörüne karşı kötü niyetini, geçtiğimiz ay yayınlanan Türkiye`ye yönelik 2007 İlerleme Raporu`nda yine en bariz şekilde gösteriyor:


`...Üretimle birlikte desteğin önemi azalma sinyalleri göstermemekte olup, bu durum Ortak Tarım Politikası içindeki mevcut reform trendine uygun değildir. Büyükbaş ürünlerle ilgili teknik ticari engeller yerinde durmaktadır. Genel olarak, bu fasılda hazırlıklar erken bir aşamadadır.`


Raporun tarım faslındaki sonuç değerlendirmesinde kısaca belirtilen bu iki cümlenin Türkiye`ye vermek istediği mesaj, anlaşılan şudur:


`Çiftçiye yine destekleme yapıldı. Bu da bizim gözümüzden kaçmadı. Böyle yaparsanız, sizi aramıza alamayız. Ayrıca çiftçimizin elindeki etlere pazar arıyoruz. Siz ise bu etleri sınırlarınızın içine sokmuyorsunuz. Üye olmak istiyorsanız, et üreticilerimizin karşısına böyle engeller çıkarmaya hiç hakkınız yok.`


Un ihracatına desteği kaldıran AKP`ye övgü!


AKP yönetiminin AB`nin çizdiği yol haritasına uyduğunu, bu uğurda çiftçinin de, üreticinin de gözünün yaşına bakmadığını sağır sultan bile duydu.


Ama gelin görün ki, AB`ye yine de yaranamıyor...


Bu kez konu, fındık alımı konusu... Ürününü maliyet fiyatının altında satmaya zorlanan fındık üreticilerinin yüz binlercesi toplanıp caddelere dökülünce, AKP iktidarı onların ürünlerine `mecburen` destek vermek zorunda kalmıştı. 2006 yılında yapılan bu destek, AB tarafından 2007 raporuna hemen yansıtıldı ve bunun hesabı soruldu.


Öte yandan Türkiye`yi `gerileten` bu ilerleme raporunda, AKP iktidarının `buğday unu ihracatını artık desteklememe kararı alması`, övgüye değer bulundu. Raporda bu konuya şöyle yer veriliyor:


`Olumlu bir gelişme olarak, TMO tarafından buğday unu ihracatının desteklenmesi konusunda sürdürülen mekanizma, 2007 yılında askıya alınmıştır.`


AB`nin amacı internet sitesinde açıkça yazıyor!


Türkiye`nin kendi çiftçisine destek vermesine karşı çıkan AB, kendi çiftçisini ise verdiği desteklerle payidar ediyor.


AB`nin Internet sitesinde tarıma ait sayfayı açtığımızda, karşımıza Ortak Tarım Politikası`nda güttükleri


hedefler sıralanıyor.


Bunu Türkçe`ye çevirdiğimizde, bakın neler yazıyor:


`Ortak Tarım politikasındaki hedefimiz,


* Çiftçilerin belirli bir yaşam standartında yaşamlarını sürdürmelerinin güven altına alınması;


* Tüketicilere kaliteli ürünlerin makul fiyatlarla ulaştırılması;


* Kırsal mirasın korunması


Bu arada toplumun değişen ihtiyaçları çerçevesinde uygulanan politika da gittikçe gelişmiştir.


Gıda maddeleri güvenliği, çevre koruması, enerji kaynağı olarak kültür bitkilerinden yararlanma, maliyet-kazanım karşılaştırmaları gibi hususlar odak noktasına daha güçlü bir halde yerleştirilmektedir.`


Bizim çiftçi `garanti kapsamı dışında`


Yukarıda sayılan ilk üç hedefi ele aldığımızda, karşımıza onların lehine, bizim ise tamamen aleyhimize bir tablo ortaya çıkıyor:


Onların misyonu bellidir: Kendi çiftçilerinin yaşam standartını yükseltmek ve bunu güven altına almak... Bunu yapmak için onların mallarını satacak pazarlara ihtiyaç vardır. İşte Türkiye, onların gözünde öyle bir pazardır.


Ayrıca düşünmeleri gereken ikinci bir kitle, kendi tüketicileridir. Onların önüne konacak tarım ürünlerinin ucuz olması da, AB`nin üstlendiği bir misyondur. Bu yüzden ürünlerin fiyatlarını ucuz tutmakta, ancak verdiği desteklemelerle kendi çiftçisinin gelirinin düşmesini engellemektedir. Bu, kendi çiftçisine verdiği bir garantidir. Ancak bu garanti Türk çiftçisine verilmemiştir. Buna rağmen Türkiye`de de o ürünlerin fiyatlarının düşmesi yani AB ülkeleri ile eşitlenmesi istenir. İşte kıyamet de bu noktada kopar!... Çünkü AB çiftçisine verilen destek garantisi, Türk çiftçisine `Henüz AB üyesi değilsiniz` gerekçesiyle verilmez ama onun yetiştirdiği üründe zarar etmesi ve buna karşılık hiçbir destek almaması beklenir!..


Birleşmiş Milletler uyarmıştı


Bu konu, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından da protesto edilen bir konudur. İki yıl önce BM`ye bağlı Gıda ve Tarım Örgütü`nün hazırladığı raporda, `Zengin ülkelerin tarım sübvansiyonları, yoksul ülkelerde yüz milyonlarca kişiyi açlığa mahkum ediyor` ifadesi kullanıldı. BM`nin raporunda, birçok yoksul çiftçinin üretimini arttırmasına rağmen, daha az kazanır hale geldiği belirtilerek, bu duruma neden olarak, zengin ülkelerin zoruyla düşürülen ürün fiyatları gösterildi. Bu raporu hazırlayan Birleşmiş Milletler`e bağlı Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü`nden de, zengin ülkeleri tarım ürünlerinden aldıkları vergileri düşürmeleri ve sübvansiyonlardan vazgeçmeleri konusunda uyarmasını istedi. Ne var ki zengin ülkelerin kendi çiftçilerini riske atmaya hiç niyeti yoktu ve sübvansiyonlar hiç ara vermeden devam etti. Sonuçta milyonlarca `üçüncü dünya ülkesi çiftçisi`nin başına gelenler, Türk çiftçisinin de başına geldi.


Prens Charles bile biyo-çiftçi oldu, destek aldı!


AB, kalkınmakta olan ülkelerin tarım sektörlerini batırırken, verdiği destekleme paralarıyla kendi çiftçisini zengin ediyor. Her yıl Ortak Tarım Politikası adı altında ortalama 43 milyar euroya yakın bir paranın Avrupalı çiftçilere dağıtılması, AB ülkelerinde `bu paralar en çok kimlere veriliyor` sorusunu gündeme getiriyor. Pek çok çevreci örgüt, sübvansiyonların büyük bir oranının, büyük çiftliklere ve tarım sanayisi ile uğraşan firmalara verildiğini söylüyor ve bunun peşine düşüyorlar. Örneğin Almanya`da `Verilerin Korunması Kanunu` nedeniyle, AB`den gelen bu paraların kimlere verildiği açıklanamıyor.


İngiltere`de Prens Charles`in bile bio-çiftçi kimliği ile iki çiftlik işletip, 2004 yılında AB sübvansiyonlarından 990 bin euro aldığını Alman Stern dergisinden öğreniyoruz.


Gerçek çiftçinin çığlığını duyan yok


AB, Ortak Tarım Politikası çerçevesinde kendi çiftçisini hem destekliyor, hem de yaşam kalitesinin düşmeyeceğinin garantisini veriyor. Bunu sağlamak için de işbirliği yaptığı üçüncü ülkelere her türlü emperyalist baskıyı uyguluyor. Amaç, söz konusu ülkenin tarımını çökertip, oradaki insanlara AB`li çiftçinin ürününü satmak. Bunun için `ülkesine göre` her türlü baskı uygulanıyor. Türkiye için yıllardır en büyük baskı, `Yoksa seni birliğe almayız` oluyor.


`Zaten almayacaksın ki!` diyenlerin sayısı gittikçe çoğalsa da, ekonomiyi yönetenler hiçbir şey yokmuş gibi AB`ye taviz üzerine taviz vermeye devam ediyorlar ve Türk çiftçinin çığlıklarını


duymamakta direniyorlar.


AB`nin internet sitesinde tarım hedefleri şöyle özetleniyor: Birlik üyesi ülkelerin çiftçilerinin yaşam kalitesi düşürülmeyecek ve AB`li tüketiciye kaliteli ve ucuz ürün sağlanacak. Bu garanti verilirken, acaba kimin pazarına ve kimin ürününe güveniliyor?


Gümrük Birliği`ne katılmanın bedeli yüksek oldu


1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye, Avrupa Birliği`ne üye 15 ülkeye gümrük vergileri ve kotaları kaldırmak ve üçüncü ülkelere Avrupa Birliği Ortak Gümrük Tarifesini uygulamak yükümlülüğü yanında Avrupa Birliği Ortak Dış Ticaret Politikasını ve Avrupa Birliği Ortak Rekabet Politikasını uygulamayı üstlendi.


AB`ye bir türlü tam üye olarak kabul edilmeyen ve üyeliği gün geçtikçe daha imkansız hale gelen Türkiye`nin, AB üyesi olmadan Gümrük Birliği`ne katılan tek ülke olması, büyük zarara uğramasına neden oldu. AB üyesi olmadığı için hiçbir söz hakkı olmayan Türkiye için bu Gümrük Birliği anlaşması, tamamen tek taraflı bir anlaşma gibi oldu. Türkiye`nin gümrük duvarlarını kaldırması, yabancı sermayenin gerçek anlamda ülkeye yatırım yapmasını da engelledi. Çünkü ucuz işgücü ve zengin bir pazarı olan Türkiye`ye yabancı sermayenin yatırım yapmak zorunda kalması, ancak yüksek gümrük duvarları ile mümkün olabilirdi. Gümrük duvarları olmayan bir ülkeyle problemsiz bir ticaret yapma imkanı varken, yabancı sermaye niye o ülke topraklarına yatırım yapsın ki!...


Nitekim yapmadı!


YARIN : ABD`nin her tarım hamlesinden nasibimizi aldık!


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:38   #7
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
6 - ABD`nin her tarım hamlesinden nasibimizi aldık!

ABD`nin her tarım hamlesinden nasibimizi aldık!


ABD, dünya tarımının iplerini elinde tutabilmek için 50 yıldır her yolu denedi ve Türkiye gibi ülkelerin teslimiyetçi tarım politikaları sayesinde sonunda amacına ulaştı.


Amerika Birleşik Devletleri`nin Marshall Yardımı ile başlattığı `tarımda hakimiyet` hamlesi, toprağı kimyasallarla tanıştıran `Yeşil Devrim` le devam etti. Ardından milletin tohumlarını kendi patenti altına almak için `genetiği ile oynanmış kısır tohum` geliştiren ABD, son 50 yıldır yaptığı tüm bu hamleleri, `Dünyada açlığa engel olacağız` sloganıyla başardı.


Marshall tuzağı


Nagazaki ve Hiroşima`da atom bombalarını patlatarak dünyanın `büyük ağabeyi` olma yolunda diğer ülkelere göz dağı veren ABD, 1947 yılında açıkladığı Truman Doktrini ile `Komünizm tehdidi` altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamış ve bu çerçevede anlaşma yaptığı Türkiye`ye de 100 milyon doları askeri yardım olarak vermişti. (Gariptir ama gerek nüfus, gerek yüzölçümü çok daha az olan Yunanistan`a ise aynı yardım, 300 milyon dolar olarak ödenmişti). ABD, bu askeri yardımla yetinmedi ve 1948 yılında çıkardığı Dış Yardım Kanunu`nun kendisine verdiği hakla Türkiye de dahil 16 Avrupa ülkesine toplam 12 milyar dolarlık `ülke ekonomilerini kalkındırma yardımı` yaptı. ABD, o zamanki Dışişleri Bakanı George Marshall`ın adıyla anılan bu yardım hamlesi ile 2 ayrı kazanım birden elde etmiş oldu:


ABD`nin birinci kazanımı: İkinci Dünya Savaşı sırasında hububat siloları boşalmış, bunların tekrar doldurulması için tarımın teşvik edilmesi şart olmuştu. Bu yardımlar sonrasında Avrupa`daki ekonomik durum kısa sürede toparlandı, hatta tarımsal üretim savaş öncesine oranla yüzde 14`lük, sanayi üretimi ise yüzde 25`lik bir artış gösterdi. Türkiye`de `makineleşmiş tarıma` geçiş dönemi olarak kabul edilen bu dönemde, ABD`ye paralel olarak Türk toprak ağalarının da hakimiyeti bir yandan artarken, `maraba` ların acıklı hikayeleri ünlü yazarlarımızın romanlarına konu oldu. Yani `tarım` o sıralar ülkemizde gelişiyor olsa da, topraktan geçimini sağlayan çoğunluğun karnı yine aç kalıyordu.


ABD`nin ikinci kazanımı: ABD, Marshall Planı`nın Sovyetler Birliği ve Avrupa`daki diğer Doğu Bloku üyelerine de açık olduğunu ilan etmişti. Onların bu yardımı kabul etmeyecekleri zaten belli idi ama ABD bu sayede Avrupa`da kendinden yardım alan ülkeleri Sovyetler`e karşı iyice kutuplaştırmış oldu. İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka, İsveç ve Türkiye`den oluşan birçok ülke, 16 Nisan 1948`de Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı`nı kurdu. Teşkilatın amacı, Avrupa`yı Kalkındırma Programı adı altında, ABD`den yardım alan devletlerin ekonomik davranışlarında bir işbirliği sağlamaktı. (Bu teşkilata 1960 yılında ABD ve Kanada da katıldı ve adı Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı yani OECD olarak değiştirildi).


ABD`nin bu hamlesi karşısında Sovyetler Birliği de boş durmadı ve diğer Doğu Bloku ülkeleri ile `ekonomik ilişkileri kuvvetlendirmek` amaçlı ikili anlaşmalar yaptı. Sovyetler Birliği yaptığı bu hamleye, ABD`ye nazire olsun diyerek, kendi Dışişleri Bakanı`nın adını verdi: Molotof Planı.


Dünya iki kutba bölünürken, kutuplaşan ülkelerin `büyük ağabeylerle` olan ilişkileri `ağabey-kardeş` rayından çıkıp, `köle-sahip` ilişkisine doğru hızla ilerledi.


ABD Marshall Yardımı ile kendine bağladığı ülkeleri, bir yıl sonra yani 1949`da NATO`nun kurulmasıyla askeri anlamda da kendi yörüngesine sabitledi.


Kuzey-Güney Kore savaşında Kızıl Kore de denen Kuzey Kore`ye karşın savaşa dahil olan ABD, Türkiye`yi de 1950 yılında oralara sürüklemişti. Bunun karşılığında da Türkiye, kuruluşundan 3 yıl sonra NATO`ya kabul edildi. Ülkemizde birçok askeri üs açarak, hatta bir aralar topraklarımıza Jüpiter füzeleri bile yerleştirerek Türkiye`yi Sovyetler`e karşı yıllarca kalkan gibi kullanan ABD, yaptığı ticari anlaşmalarla da nedense bu topraklardan hep tek taraflı bir kazanım elde etti.


Marshall Yardımı 1948-1952


Amerika Birleşik Devletleri tarafından Marshall Planı çerçevesinde Avrupa`daki birçok ülkeye 4 yıl boyunca verilen toplam 12 milyar dolarlık yardım, yukarıdaki haritada gösterildiği gibi ülkelere, farklı miktarlarda pay edilmişti.


`Açlık` bahanesiyle `kimyasal` YEŞİL DEVRİM!


ABD`nin en önemli sivil nişanı sayılan Kongre Altın Madalyası, bu yıl Yeşil Devrim`in babası kabul edilen Dr. Norman Borlaug`a verildi. Törende Iowa Kongre Üyesi Tom Latham Dr Borlaug`a `gerçek bir Amerikan kahramanı` derken, ABD Başkanı George W. Bush da ona `Dünyayı doyuran adam` diyerek hitap etti.


Savaş döneminde özellikle silahlar konusunda büyük aşamalar kaydetmiş olan ABD`nin kimya sektörü, savaş sonrasında ülkeyi yönetenlerin yeni hamleleriyle kendisine farklı bir ticaret alanı buldu: Tarım.


Nitrojen bombasını modifiye ederek nitrat gübresine, sinir gazını modifiye ederek böcek öldürücü ilaçlara dönüştüren dev `ecza` şirketleri, tarım girdilerini bu ve buna benzer ürünlere dönüştürerek, pazarı ele geçirdiler.


1960`lı yıllarda başlayan ve adına `Green Revolution` yani Yeşil Devrim denen ABD hamlesi, dış borcu olan Asyalı, Afrikalı ve Güney Amerikalı ülkelere Dünya Bankası aracılığı ile dayatıldı. Borçlu ülkeler, `Bu kimyasal devrim sayesinde tarım üretiminiz bereketli olur. Böylece borcunuzu çok daha kısa zamanda ödeyebilirsiniz` baskısıyla kendi topraklarını yavaş yavaş zehirlemeye zorlanırken, dünya geneline de şu mesaj empoze ediliyordu:


`Bütün çabalarımız, gittikçe nüfusu artan dünyanın aç kalmaması içindir.`


Ürün artışının olduğu gerçekten doğruydu. Ancak zamanla bu artış azaldı ve rekolteyi arttırmak için daha da fazla kimyasallar kullanılmak zorunda kalındı. Eski elma ağacı yerine bodur elma ağacı ekenler bilir`85 `Ne çok ürün veriyor` diye mutlulukla karşılanan bu bodur ağaçlar, birkaç yıl sonra taşıdığı fazla ürünün ağırlığına dayanamayıp, ikiye ayrılınca , birçok köylü, eski kurtlu elma ağacını arar olmuştu. Bu arayış halen sürüyor...


ABD`nin dünya tarımına sunduğu bu sözde `bolluk`, ürün artsın diye kullanılan hibrit tohumları, toprağı zamanla öldüren sentetik kimyasal gübreler ve bitki hastalıklarına karşı kullanılan `farklı zehirler` yani diğer adıyla zirai ilaçlardan başka bir şey değildi...


İlk kullanıcılardan biri Türkiye


Rockefeller ve Ford gibi vakıfların önderliğinde Dr. Norman Borlaug tarafından geliştirilen hibrit yani `ıslah edilmiş buğday ve mısır tohumları`, öncelikle Meksika`daki enstitüde üretildi ve normal buğday ırkına göre üretim artışı 3 kat fazla oldu. Tabi ki burada, kullanılan kimyasal gübre ve zirai ilaçların da etkisi yüksekti. Yeşil Devrimi`nin babası sayılan Dr. Borlaug`un buğday tohumları, öncelikle Pakistan ve Hindistan tarafından ithal edildi. Cüce buğdaylar, Hindistan ve Pakistan`da üretim rekoru kırarken, Batı Pakistan`da ekilen hibritli pirinçlerlerde de rekolte çok yüksek oldu.


Bu iki ülkenin ardından hibritli tohumlar, kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar, Türkiye tarafından ithal edildi. ABD kaynaklı bu kimyasal hamle, tüm hızıyla tüm dünyaya yayılırken, büyük tekeller haline gelen kimya - ilaç firmaları da, dünya tarımının kaderini artık kendileri çizmeye başladılar.


Ürün artışı geçici, çevre zararı kalıcı oldu!


Ne var ki, yıllar ilerledikçe kimyasal gübreler, verimli toprakları verimsiz hale getirdi. Her biri bir zehir olan zirai ilaçlar, tek bir zararlıdan kurtulmak için sıkılıp, çevredeki zararlı-yararlı tüm canlı organizmaların ölmesine neden oldu, yapılan sulamalarla da bu zehirler her yere bulaşıp, ekolojik dengeleri bozdu.


Günümüzde, ekolojik tarım yapmak isteyenler, kimyasal bulaşmamış toprak bulmak için dağ tepe dolaşırken, dünyaya `geçici bir ürün artışı` yaşatıp, sonra da bu çevre felaketine neden olan Dr. Norman Ernest Borlaug, 1970 yılında Nobel Barış Ödülü ile taçlandırıldı.


Şimdi 93 yaşında olan Dr. Borlaug, 1960 yılında yok ettiği `kara pas` hastalığının yeni türü olan `Ug99` u şu sıralar yok etmekle uğraşıyor! Nisan ayında Afrika`da görüldüğünü iddia edip, `Buğdayları mahveden bu mantar her an rüzgarlarla kuzeye doğru yayılabilir` uyarısında bulunan Nobel ödüllü bilim adamı, hedef ülke Türkiye`nin de basınında o günlerde yer almıştı. Ancak bu uyarı Tarım Bakanlığı ve TMO tarafından pek ciddiye alınmadı ki, sektördeki örgütlerle yapılan toplantılarda bunun hiç konusu edilmedi!


2. Yeşil Devrim: GDO hamlesi!


`Daha fazla ürün alacaksınız` sloganıyla gelişmekte olan ülkelere giren tarım tekelleri, çiftçinin üründen elde edeceği kârı, `girdi masrafı` adı altında kapmış oldu. Bu kimyasal girdiler yani zehirlerle öldürülen topraklar da, sonunda verim açısından iflas etti.


1980`li, 90`lı yıllara gelindiğinde Yeşil Devrim`e bulaşmış çiftçilerin elinde, maliyetini bile karşılayamaz hale gelen `sağlıksız` ürünler ve kimyasallarla cansız hale getirilmiş tarlalar kaldı.


ABD`nin dayatmasıyla topraklara uygulatılan bu kimyasal harekâtın `kazanan` tarafı olan ABD`li tekellere gelince...


Onlar verimsiz hale getirdikleri toprakları şimdi de transgenetik ürünlerle işgal ediyorlar. Kimyasallarla sadece toprak ve çevre değil, insanoğlu da sağlık açısından büyük zararlara uğradı. Şimdi de bu genetik değişime uğramış organizmalardan oluşan ürünleri yiyen insanlar, kendi nesillerinin geleceğini büyük bir tehlikeye sokuyorlar.


YARIN : Tohum savaşını Türk çiftçisi kaybetti


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:40   #8
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
7 - Tohum savaşını Türk çiftçisi kaybetti

Tohum savaşını Türk çiftçisi kaybetti


500 yıl önce bir lale soğanının bile yurt dışına çıkmasını yasaklayabilirken, şimdi topraklarımıza serpilen kara tohumu bile küresel tarım tekellerine kaptırdık


Türk çiftçisinin yüzyıllardır bu topraklarda ürettiği zengin bitki çeşitleri her geçen gün yerini uluslar arası şirketlerce geliştirilen melez ve transgenetik çeşitlere bırakıyor. 2006 yılının Kasım ayında yürürlüğe giren Tohumculuk Yasası ile Türk çiftçisi, ürettiği tohum üzerindeki hakkını kaybedip, çoğu ithal edilen `sertifikalı tohum` almaya zorlanıyor.


Türk çiftçisini `fişliyorlar`


Kendi kara tohumunu kullanmak isteyen Türk çiftçisi, sertifikalı tohum dayatmasında kendisini denetleyecek mahiyette olan Çiftçi Kayıt Sistemi`ne üye olmamaya çalışıyor. Ancak çoğu çiftçi, bu köşe kapmaca oyununda ÇKS tarafından sobelenmiş durumda!.. Zira hükümet, çiftçiye vereceği destekleri `ÇKS`ye kayıtlı olma` şartına bağlarken, TMO bile ÇKS`ye kayıtlı olmayan çiftçinin ürününü almıyor.


Çiftçilerin hakkını arayan örgütler, Avrupa Birliği tarafından hükümete dayatılan ve çiftçiyi `küresel güçlerin` oyuncağı haline getirebilme gücü olan ÇKS şartının kaldırılması için girişimlerde bulunuyorlar. Ancak şu ana kadar çiftçiler lehine bir sonuç alamadılar.


Çiftçinin `tohum hakkı` elinden alındı


Türkiye`de yetişen 13 bin çeşit bitkinin yaklaşık 3000`inin bu topraklara has olduğu biliniyor. Ancak bu bitkilerin tohumları, artık bu toprakların değil, küresel şirketlerin patenti altına alınıyor. Hem de genetikleriyle oynanma pahasına... Patentsiz tohum kullanmaya kalkan çiftçi cezalandırılmakta, çiftçiliğin temel şartlarından biri olan `tohumuna sahip olma hakkı`, çiftçinin elinden bu yasayla zorla alınmakta. Kendisine verilen `kısır tohumlar` yüzünden, her dönemde tohum satın almak zorunda kalan çiftçi, zaten yüksek olan girdi masraflarına artık `sertifikalı tohumu` da ekliyor.


Ayşe Kadın da tarihe mi karışıyor?


Marketlere gidip sebze, meyve almaya kalkan Türk tüketicisi, tanıdık ürünleri ve tatları bulmakta zorlanır oldu!.. Dışa bağımlı politikalar sonunda sebze tohumculuğumuzun yüzde 90`ı, çoğu İsrail, Hollanda ve İspanya kökenli yabancı şirketlerin eline geçerken, bir yılı aşkın süredir uygulanan Tohum Yasası ile de hububat başta olmak üzere adeta bütün tarımımız küresel güçlerin ellerine bırakıldı.


Kısa adı TİGEM olan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü işletmeleri özelleştirilirken, Türk tohumculuğu Monsanto, Syngenta, Pioneer gibi çokuluslu tohum şirketlerinin `vicdanına!` terk edildi.


Tohumların güvenliği de yabancılara emanet!


Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) ithalatını denetim altına alacak Biyogüvenlik Yasası çıkarılmadan Tohumculuk Yasası`nın 2006 yılının Kasım ayında yürürlüğe girmesi, toplum sağlığımızı da, tarımımızı da küresel tarım tekelleri karşısında savunmasız bıraktı. Oysa hükümet, henüz 2005 yılında, ilgili kurumlardan, hazırlanacak Biyo Güvenlik Yasası ile görüş istemişti. Kurumlar görüşlerini kısa zamanda Tarım Bakanlığı`na yolladı. Ancak aradan 3 yıl geçmesine rağmen, hükümetten bir daha bu konuda ses çıkmadı!.. Yasanın çıkmasını kim, niye engellemişti?.. Şayet teknik olarak altyapının yetersiz olduğu anlaşıldı ise, Tohum Kanunu niye 2006 yılının sonunda apar topar çıkartılmıştı?


GDO`lu ürünlerden kaçış yok


Genleriyle oynanmış bitkiler arasında mısır, soya, pamuk ve kolza ilk sıralarda yer almaktadır. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın bu konuda tüketicileri şöyle uyarıyor:


`Bunları milyonlarca dolar ödeyip, ithal ediyoruz. Bu ürünleri yem rasyonlarımıza katıyoruz, işlenmiş ürün haline dönüştürüyoruz ve tüketici sofrasına getiriyoruz. Örneğin mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakaroz, fruktoz içeren gıdalar, bisküvi, kraker, pudingler, bitkisel yağlar, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvanlardan elde edilen gıdalar, colanın içerisine giren nişasta bazlı şekerden tutun da hazır mamalardan, çorbalardan sıvı yağlara kadar 800 çeşit işlenmiş ürün maalesef sayabiliriz.`


Bir bombadan daha zararlılar


Yıllardır güvenlik adına herhangi bir tahlil yaptırmadan İsrail, İspanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerden bitki tohumu ithal eden ülkemiz, bu tohumların güvenliği konusunda tamamen yabancıların beyanlarına itimat ediyor. Biyo Güvenlik Yasası olmadan tohum ithali tartışma konusu olurken, gümrüklerden kaçak sokulan tohumlar ise, belki de bir atom bombasından bile daha yaygın zararlı etkilere sahip...


İsrail`den GDO`lu domates tohumu!


Geçenlerde bir İsrailli`nin ülkesinden Türkiye`ye kaçak olarak sokmaya çalıştığı 3 kilo ağırlığındaki transgenetik domates tohumları `şans eseri` yakalandı. Peki ya yakalanmayanlar?.. Silahı, bombayı yakalayacak dedaktörler var ama GDO`lu tohumu yakalayacak dedaktörler henüz icat edilmedi!


Transgenetik de denen bu ürünlerin ticari yaşama girmesi son 12 yılla sınırlı. Ancak rakamları incelediğimizde, dünyaya yayılımları ürkütücü boyutta!..


Dünya genelinde transgenetik ürün tarımı 1996 yılında 1,7 milyon hektar alanda yapılırken, bu ürünler 2005 yılında 90 milyon hektar alana ekildi. Yani 10 yılda ekim alanlarında 53 katlık bir artış yaşandı. Uçuşan polenlerle yan komşu tarlalara da bulaştığı düşünülürse, tehlikenin boyutu daha iyi anlaşılabilir.


Uçan polenle yan tarlaya da bulaşıyorlar


1996 yılında GDO`lu tarım yapmaya izin veren ülke sayısı 6 idi. 10 yıl sonra bu rakam 21 ülkeye çıktı. 2005 itibarıyla 8,5 milyon çiftçi, artık GDO`lu tohum ekiyordu. Bu sayı günümüze kadar kuşkusuz katlanarak arttı. Eldeki verilere göre, dünya üzerindeki toplam soya ekim alanının %60`ında, pamuk ekim alanının %28`inde, kanola ekim alanının %18`inde, mısır ekim alanının %14`ünde transgenetik ürünler yetişiyor. Domates, patates gibi ürünlerde bu oranlar henüz açıklanmış değil. Dünya genelinde toplam 299 milyon hektar tarım alanının %30`unun transgenik ürünlere ayrıldığı iddia ediliyor.


Tohumlarımız Norveç`teki bir sığınakta!


Türkiye, dış güçlerin baskısıyla kendi yerli tohumlarını yok etmekle uğraşadursun, Norveç `kıyamet gününde lazım olur` bahanesiyle dünyadaki tüm türlerden topladığı 4,5 milyon farklı tohum örneğini bir sığınakta saklamaya başladı. Kıyamet günü dediği de, GDO`lu ürünlerin dünyayı tamamen istila edeceği dönem olsa gerek... Sığınaktaki tohumların muhafazası ve toplanması Küresel Tahıl Çeşitliliği adlı bir kuruluş tarafından yapılıyor.


Hangi ürünler daha zararlı?


Uzmanlar gittikçe artan kanser, Alzheimer, alerji, bebeklerde anemi ve hatta kısırlık vakalarını bile, tabağımıza gelen besinlere bağlıyorlar. Ancak hangi tip besinler, bu hastalıklara neden oluyor?... GDO`lu ürünler mi, hormonlu ürünler mi, katkı maddeli ürünler mi, zirai ilaçtan arınamayan ürünler mi, yoksa alüminyum veya plastik satıhlarla ambalajlanan ürünler mi? Tıp dünyası bu konudaki araştırmalarına halen devam ediyor ancak ne yazık ki bu çalışma sonuçları hakkıyla kamuoyuna açıklanıp, gerekli sıkı önlemler alınmıyor. Araştırmacıların çoğu, elde ettiği bilgileri ne yazık ki kamuoyunla paylaşmıyor. Paylaşmak isteyenlerin söyledikleri ise, küresel güçlerin denetimindeki bazı basın organları tarafından sansürleniyor.


Transgenetik ürünler hasta ediyor


Prof. Dr. Şeminur Topal:


Yıldız Teknik Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. R. Şeminur Topal, `Transgenetik ürünler ciddi hastalıklara neden oluyor` diyerek, herkesi bu konuda dikkatli olmaya çağırdı. `Transgenetik ürünlerin yansımaları zaman içinde ortaya çıkıyor` diyen Prof. Dr. Topal, bu tip ürünlerin insanlarda neden olabildiği hastalıkları şöyle sıraladı:


Alerji, enzim bozukluğu, Alzheimer, kanser


`Bu tip ürünlerin alerjiyi tetikledikleri, ayrıca enzim bozuklukları yaptıkları anlaşılmıştır. Enzim bozukluğunu, Deli Dana hastalığından bilirsiniz. Ayrıca transgenetik ürünlerle beslenen insanlarda, bazı antibiyotiklere karşı direnç durumu gözlenebilmektedir. Hastalandıklarında aldıkları antibiyotikler mikroplara karşı etkili olamamaktadır. Bu tip ürünlerin ayrıca vücuttaki vitamin sentezlemesini de olumsuz etkilediği bilinmektedir. Özellikle B vitaminleri, vücut tarafından sentezlenmesi gereken vitaminlerdendir. Bu tip besinlerle beslenen kişilerin vücudu, artık B vitaminini sentezleyemeyecek duruma gelebilir. Transgenetik ürünlerin tetiklediğine inanılan bir başka hastalık da, Alzheimer. Bu hastalık da, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde çok hızlı artış gösteriyor. Ayrıca bu ürünler, kanser hastalığı ile de ilişkilendiriliyor. Ne var ki, açıklanmış vaka sayısı, diğer saydıklarım kadar fazla değil.`


`Ciddi bir mücadele şart`


Türkiye`nin transgenetik ürünler açısından tam bir açık hedef olduğunu söyleyen Prof. Dr. Şeminur Topal, `Besin ürünlerinin Türkiye`ye girmesinde ithalatçı firmanın beyanı yeterli bulunuyor. Gümrükten girerken, bir ürünün transgenetik olup olmadığının denetlenme imkanı yok. Hatta, bazı şirketlerin eksin diye çiftçiye, yurtdışından getirilmiş transgenetik ürünlerini bedava dağıttığını duyuyoruz. Biyogüvenlik kanununun bir an önce çıkarılması ve transgenetik ürünlere karşı ciddi bir mücadele verilmesi gerek` uyarısında bulundu. Toplumu bilinçlendirmek adına önce 198 bilimsel kaynaktan yararlandığı `Biyogüvenlik ve Biyoteknoloji` adlı bir kitap yazan Şeminur Topal, geçtiğimiz ay da bilimkurgu denemesi olarak nitelendirdiği ancak transgenetik ürünlerin tüm zararlarını ortaya seren `Değiştirilen Gen mi? Sen mi? Evren mi?` adlı kitabını piyasaya çıkardı.


YARIN: Küresel toprak holdingleri


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:41   #9
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
8 - Küresel toprak holdingleri

Yöresel toprak ağaları yerine...


Küresel toprak holdingleri!


Devletin çok kıymetli tarım arazilerini yıllarca köylüye yâr etmeyip, şimdi de holding patronlarına altın tepside sunanlar, köylüyü köleleştirme dönemini başlattılar


Ulu önder Atatürk`ün `Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır` sözüne yıllarca kulak tıkayıp, devletin arazisini ekip biçen köylüye o araziyi çok görenler, şimdi bu topraklara `ulus ötesi holdingler` talip olunca, onlara `kırsalın kapılarını` sonuna kadar açtılar. Üstelik bir de teşvikler vererek, Anadolu`daki `ağa` kavramını, `küresel toprak holding`i statüsüne çıkardılar. Peki ya yüzyıllardır o toprakları eken, biçen, işleyen çiftçiler... Köylü olan bu çiftçiler, yıllardır kendilerine uygulanan dış mahreçli yıldırma politikalarıyla `üretici` olmaktan soğutulup, şehre göç etmeye zorlanıyorlar... Ya köylerde kalacak olanlar?.. Atatürk`ün `efendilik` payesi verdiği bu insanlar, bu payelerini yitirip, `köleliğe` doğru adım adım yaklaşıyorlar...


Sanayici işadamlarımız çiftçi oluyor


Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği`nin (TÜSİAD) birçok üyesi, son birkaç yıldır , `sanayici işadamı` payelerine ilaveten `çiftçi` payesini de katmaya karar verip, ciplerine atladılar ve Anadolu`daki topraklara `yatırım hamleleri` başlattılar. Devlet arazilerinin özelleştirilmesiyle hız kazanan ve AB tarım politikalarına uyumlu teşviklerle daha da artan bu yatırımlar, `Para parayı çeker. Parası olmayan çeker gider` sözünün tarımda da artık geçerli olduğunu ortaya koydu. Sanayi, finans, iletişim ve enerji özelleştirmelerinde ihalelere katılan ve artık `ulus ötesi` olarak nitelenen birçok holding, özellikle organik tarımın geleceğini aydınlık görünce, bu sektöre de el atmaya karar verdiler.


Tarım stratejisi de TÜSİAD`a emanet!


Hükümet de yıllardır bu toprakları işleyen gerçek çiftçiye `Ananı da al git` muamelesini sürdürürken, tarımın gelecek planlarını bu `küresel toprak holding` leri ile yapmaya başladı.


TÜSİAD`ın internet sitesinde `Sektörel ve Bölgesel Politikalar` başlığı altında `Tarım ve Gıda Politikaları` na ayırdığı sayfada aynen şunlar yazıyor: `TÜSİAD`ın Avrupa Birliği`ne üyelik perspektifi içerisinde önümüzdeki dönemde faaliyetlerinin en öncelikli konularından birisi Türkiye için bir ulusal tarım stratejisi oluşturulmasıdır. Bu çevrede, TÜSİAD Tarım ve Gıda çalışma grubu, Türkiye`nin uluslararası planda rekabet gücünü artırmak, AB`ye uyum sürecinde özel sektörü olumsuz etkileyebilecek sonuçların önüne geçebilmek ve resmi kuruluşların çalışmalarına katkıda bulunabilmek amacıyla, tarım sektöründe alınması gereken önlemler ve uygulanması gereken politikalar üzerinde çalışmakta ve bu konularda TÜSİAD görüşü oluşturmaktadır.`


Ders kitaplarındaki meslek tarifleri değişmeli!


Coğrafya derslerinden hatırlarsınız... Bir ülkenin ekonomisini öğrenirken tarım- hayvancılık, sanayi ve turizm diye gruplara ayırırdık. Tarım ve hayvancılık, stratejik olarak da hepsinden daha önemliydi. Bu derece önemli bir sektör, yıllardır göz göre göre baş aşağı edildi ve o coğrafya derslerinden `pekiyi` alanların bile bu yapılanlar karşısında `gıkı` çıkmadı. Hatta, `Türkiye kendi kendine yeten bir tarım ülkesidir ve öyle kalmalıdır` diyenler, `küresel enteller` tarafından yıllarca alay konusu olup, hatta `çağdışı` olmakla itham edildiler!... Öte yandan yine ilkokuldan hatırlarsınız... Meslekler öğretilirken işçi, memur, çiftçi, tüccar, sanayici, esnaf gibi ayrımlar yapılırdı. Bu bile artık değişiyor. Hem sanayici, hem tüccar olan insanlar, artık çiftçi de olup, bu kitapları yeniden yazılacak hale getiriyorlar.


Onlar Anadolu`nun Kunta Kinteleri olacak


Ekonomik zorluklar karşısında pes etme raddesine gelen köy kökenli çiftçiler, ödeyemedikleri kredilerle icralık olup, tarlalarını birer birer kaybediyorlar. Peki çocuklarının geleceği ne olacak?.. Onlar artık çiftçi değil, büyük küresel sermayenin işletmelerinde çağdaş köleler yani Kunta-Kinteler olarak, boğaz tokluğuna çalışacaklar. Onlara `istihdam` sağlayanlar da, o yörelerin `kurtarıcıları` gibi kucaklanacak.


Alışıldık çiftçiden çok farklılar


Doğan Holding`in sahibi Aydın Doğan`ın kızı olan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Yalçındağ Doğan`ın AB Komisyonu`nun Gelişmeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn`i Belçika`da ziyaret etmesi veya Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç`in Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesi onlar için sıradan birer iş görüşmesi olsa gerek... Oysa köy kökenli çiftçinin bu insanlarla görüşebilmesi mümkün mü?...


İşte Türkiye`nin küresel biyo-çiftçileri


Daha önce ziraat ile hiç ilgisi olmayıp, son birkaç yıldır organik tarıma ve hayvancılığa el atan holdinglere, gruplara baktığımızda, karşımıza ilk etapta şu küresel toprak holdingleri çıkıyor:


Koç Grubu:


Bu konuda ilk yatırımı kuşkusuz Koç grubu yaptı. Koç, önce Ata grubu ve sonra onlara katılan Sancak grubu ile GAP`ın en büyük Tarım ve Besicilik işletmesini Urfa`da açtı. Bununla yetinmeyen grup, 2005`te de Denizli Acıpayan`da kiralama yoluyla özelleştirilen ve Tarım İşletme Müdürlüğü ismiyle geçen devlet üretme çiftliğini aldı. Koç, geçtiğimiz yıl, ortaklarının elindeki hisseleri satın alarak, Anadolu`daki besicilik zincirinin tek sahibi durumuna geldi.


Doğan Holding:


Koç, besicilik ve tarım konusuna ilk adımını atarken, Aydın Doğan da kendi doğduğu yörede aynı hamleyi yaptı. Doğan Holding Kelkit`te açtığı Doğu Anadolu`nun en büyük hayvan besi çiftliği ile AB tarafından ödüllendirildi. Böylece, IPARD Ajansı kurulur kurulmaz, AB`nin vereceği Kırsal Kalkınma İçin Katılım Öncesi Mali Yardım`dan ilk yararlanacakların başında olmaya ciddi anlamda hak kazandı. AB Genel Sekreterliği`nden aldığımız bilgiler de, bu tip yardımların öncelikle büyük süt-et üreticilerine verileceği yönünde... (Doğan Holding, TEKEL`e de talip olduğunu açıkladı. Yabancı Citi Group ile ihaleye girecek olan Doğan Holding, TEKEL`in Sigara İdaresi`ni satın alması halinde, Türk tütüncülüğünün de kaderini günahı-sevabıyla elinde bulunduracak)


Cıngıllıoğlu Holding:


Cıngıllıoğlu Holding de, Niğde`nin Bor ilçesinde yaptığı 22 milyon dolarlık organik tarım yatırımı ile, hükümetten teşvik almaya hak kazanırken, AB hibelerine aday zengin çiftçiler arasında şimdiden yerini aldı.


Arıkanlı Holding:


Fizik öğretmeni olarak iş yaşamına MEF dersanelerini açarak atılan İbrahim Arıkan, yıllar içinde farklı iş kollarına atılarak, Arıkanlı Holding`i kurdu. Halen bünyesinde MEF Eğitim Kurumları ve Yurtiçi Kargo gibi 11 şirketi barındıran Arıkanlı Holding, son olarak faaliyetlerine çiftçiliği de ekledi. İbrahim Arıkan, Silivri`de 418 dönümlük arazide organik şarap üretimine soyundu.


Esas Holding:


Şevket Sabancı`nın kızı Emine Sabancı Kamışlı ve erkek kardeşi Ali Sabancı, kurdukları Esas Holding bünyesindeki iki şirketle organik tarımla uğraşıyorlar. Çoban yoğurtlarını üretip satan kardeşler, City Farm Organik Gıda adlı şirket aracılığıyla da yerli ve ithal organik ürün perakendeciliği yapıyorlar.


Silkar Holding:


Turizm sektörünün duayenlerinden Burhan Silahtaroğlu, Silkar Holding Şirketler Grubu çatısı altında hizmet veren Taral firmasıyla, tarım makine ve aletleri üretiyor.


Global Menkul Kıymetler:


Global Menkul Kıymetler`in kurucu ortağı Erol Göker de, sermaye piyasasından elde ettiği kaynakla, Balıkesir Burhaniye`de 500 başlık bir hayvan işletmesi kurdu. Yaprak A.Ş. adlı işletmede, hayvan bakımından, sağım sistemlerine ve embriyo transferine kadar işletmenin her faaliyetinde modern teknikler kullanılıyor.


Saray Halı:


Saray Halı`nın Yönetim Kurulu Başkanı Necati Kurmel, 2005 yılında Kayseri Develi`de açılan Saray çiftliğini basına tanıtmıştı. Avrupa standartlarında üretim yapılan çiftlikte o zamanın rakamlarına göre 11 bin büyükbaş hayvan bulunuyor ve hayvan başına ortalama 30 kilo süt verimi alınıyordu.


Ramsey Giyim:


Peki ya erkek giyim dünyasının ünlü markalarının sahiplerine ne demeli? Başbakan Recep Tayip Erdoğan`ın da yakın dostu olan Ramsey Giyim`in sahibi Remzi Gür geçen yıl Kastamonu`da devlete ait 480 dönümlük Çakallar Hindi Çiftliği`ni `organik tarım çiftliği` kurmak üzere, yaklaşık 300 bin YTL`ye satın aldı.


Orka Group:


Erkek giyiminde Damat& Tween markasının da sahibi olan Orka Group Başkanı Süleyman Orakçıoğlu da, Erzincan`da kiraz ve üzüm üretimi yapıyor.


Söktaş Holding


Armani, Hugo Boss, Marks and Spencer, Prada, Versace, Zara gibi dünyaca tanınmış birçok markaya kumaş üreten Söktaş, Aydın Söke`de hizmet veriyor. Firmanın sahibi Muharrem Kayhan, şimdi de aynı yerde hayvancılık işine girişti.


Bugünün gelişi, o günlerden belli miydi?


Özal dönemi ve sonrasında peş peşe çıkarılan yasalar ve arsa satar gibi yapılan özelleştirmelerde (Özellikle Et - Balık Kurumu ve SEK Süt Fabrikaları) pek sesini çıkarmayanlar, şimdi öldü denilen hayvancılığa ve tarıma yeniden şekil veriyorlar!...


Tabii ki yabancı yatırımcılarla birlikte!...Demek ki, gerçek sahiplerinin bu toprakları ve bu işleri bırakmaları için bu sektörün önce batması


gerekiyormuş...


YARIN :Tarımı önce hormonladılar sonra da organikleştirdiler


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:43   #10
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
9 - Tarımı önce hormonladılar sonra da organikleştirdiler

Tarımı önce hormonladılar sonra da organikleştirdiler!


İlk etapta `verimi artsın ve gösterişli olsun` denerek çiftçinin tarım ürünleri hormonlandı, şimdi de onların eski hormonsuz halleri `organik` adı altında `lüks mal` gibi üretiliyor!


Dünyanın ekonomisini elinde tutup, geleceğine yön veren büyük küresel güçler, köylünün aklına yıllar önce hormonlu gıdaları sokup, tarım üreticisini ve tüketiciyi günümüzde büyük bir mutsuzluğa sürüklediler. Şimdi de farklı küresel güçler bu mutsuzluktan nemalanıp, dünyanın çeşitli köşelerinde `organik tarım çiftlikleri` kuruyorlar.


Bozulduğunda kesilen yoğurdu, sütü arar olduk


Son yıllarda mis gibi kokan ve içi dışı aynı renkte bir domates yemeğe hasret kaldık... Oysa eskiden bütün domatesler öyleydi... Peki mutfağında kesilmiş süt veya yoğurt bulan kaldı mı aramızda? İçlerine `bozulmasın diye!` öyle kimyasallar konuyor ki, bunlar o sütte veya yoğurtta kesilecek hal bırakmıyor... Ne tesadüf ki bu gelişmelere paralel olarak da kanser vakalarında ve alerjilerde çok büyük artışlar gözleniyor.


Artık insanlar birbirini, `Manavda o mevsim en ucuz ne varsa onu al. Ucuz olduğu için belki hormon vermeye gerek duymamışlardır` gibi tavsiyelere bulunurken, `Sakın açık süt almayın` mesajlı pahalı reklam kampanyalarına inat, eskisi gibi bozuldu mu kesilebilen açık süt aramaya koyuldular. Plastik ambalajlar yerine cam şişelerde ürün arayanların marketlerde yaşadıkları hayal kırıklıkları bir yana, karton kutu denen ancak içi alüminyumla kaplı ambalajların ileride Alzheimer`e neden olup olmayacağı ise ayrı bir tartışma konusu. Malum, henüz nedeni kesinlik kazanmayan ve gittikçe artan bu hastalığın olması muhtemel nedenlerinden biri de, `beyinde alüminyum birikmesi` !...


Tüketici kendini böyle bir bilinmezliğin içinde bulup, kurtuluş yolları ararken, bir anda karşılarına `Organik Tarım` çıkıverdi...


Yatırımcılar `organik tarım`ı kimseye kaptırmadı!


`Organiktir` etiketi olan bu ürünler, `hormonsuz, kimyasallardan uzak, doğal şartlarda yetiştirilmiştir` mesajı verdikleri tüketiciler tarafından sevinçle karşılandılar. Fiyatları yüksek olmasına rağmen, `aklında kaygı, cebinde para` olan pek çok tüketici, tarımda organik ürünlere rağbet ettikleri gibi, giysilerinin bile organik pamuktan yapılmış olmasını istediler. Dünyada son yıllarda organik tarım sektörünün büyük hız kazandığını gören Türk yatırımcılar da, devletin 2005`te başlattığı teşviklerle birlikte biyo-çiftçiliğe adım atıp, Türkiye`yi bu sektörde bir numaraya oturttular.


`Daha fazla verim alacaksın`, `Ürünün öyle renkli ve büyük olacak ki, yarışmalarda birinci olacaksın` lafları ile yıllardır hormonlu tohumlara, gübrelere yöneltilip, sonra da `bu hormonlu ürünler pek sağlıklı olmayabilir` iddialarıyla köşeye sıkıştırılan köy kökenli çiftçiye gelince...


Köylüyü sertifikaya muhtaç ettiler


O, bu organik tarımı gözü kapalı bile yapabilir, zira yapacağı şey aslında kimyasalsız, hormonsuz, çoğu zirai ilaçsız `eski tip tarım` dan başka bir şey değil. Ancak üreteceği ürünü piyasada satması veya ihraç etmesi için, mutlaka `organik üründür` sertifikası alması gerekli. İşte bu prosedürler, köylüyü kendisine rakip olan holdingler karşısında güçsüz kuvvetsiz bırakıyor. Sertifika almak için o kadar farklı şart var ki...


AB için ayrı (Nr.2092/91), ABD için ayrı (USDA/NOP-Final rule), Japonya için bile ayrı (JASS) ihraç şartları var. Bizim 2004`te çıkarılan 5262 sayılı Organik Tarım Kanunu ve ona ilişkin olarak 2005 Haziran`ında çıkarılan Organik Tarım Yönetmeliği, Avrupa Birliği şartlarıyla uyumlu olarak hazırlanmış. Bunu organik tarım yapmak isteyenlere köy köy dolaşıp anlatacak insan lazım. Ama kimsenin, `köylü organik tarım yapsın` diye bir kaygısı da yok gibi!.


Her isteyen sertifika alamıyor


Bir çiftçinin organik tarım metoduyla üretim yapmaya karar vermesinin ardından, ekip biçme işiyle uğraşacaksa tarlasını, hayvancılık yapacaksa hayvanlarını ve çiftliğini gerekli standartlara kavuşturması gerekiyor. Tabi ki bu standartları uygulayabilmesi için çiftçinin ekonomik gücünün de iyi olması lazım. Çünkü ancak birkaç yıllık bir yatırımın ardından verim alınmaya başlanıyor. Örneğin sütünden yararlanacak bir ineğin en az bir yıl önceden doğru ahır koşullarında ve doğru yemlerle beslenmesi gerekiyor. Tüm şartları doğru şekilde gerçekleştireceğine emin olan bir çiftçi, sertifikasyon kuruluşuna başvuruyor. Bu kuruluşun yaptırdığı kontrol sonucu tüm kurallara uygun olduğu anlaşılırsa, üretici ile sözleşme imzalanıyor. Böylece sertifika süreci de başlamış oluyor.


Toprağın kimyasaldan arınması 3 yıl sürüyor


Süreç, ürünün alınmasıyla birlikte tamamlanıyor. Daha önce üzerinde tarım yapılmış bir tarlada bulunan kimyasalların tamamen yok olması için beklenen süre genelde 3 yılı buluyor. Daha önce hiç ekilmemiş bir tarla için beklemek gerekmiyor. Organik tarım yapabilmek için tarlada organik hayvan gübrelerinin kullanılması gerekiyor. Zirai mücadele de doğal yollarla yapılırken, tarlaya zararlı böceklerin gelmemesi, ya da hastalık bulaşmaması için, koruyucu tedbirlerin alınması mücadelede öncelik taşıyor. Üretim sürecini istediği an denetleyebilen sertifikasyon kuruluşu, gübreden kuşku duyarsa analiz de yaptırabiliyor.


Hayvancılıkla ilgili sertifika için başvurularda ise, ret edilen bir hayvan için yeniden bir başvuru mümkün olmuyor.


Yiyeceklerde organik farkı


Aşağıdaki liste 19 Aralık 2007 tarihi itibariyle Migros AŞ`nin Internet sitesindendeki normal ürünlerin ve Ambar Ekolojik Ürün firmasının `nuhunambarı.com` adlı Internet sitesinden teşhir edilen organik ürünlerin fiyatlardır:


Türkiye organik pamukta birinci


Dünyada organik pamuğun yüzde 41`i Türkiye`de, yüzde 25`i Hindistan`da, yüzde 8`i ABD`de, yüzde 7`si de Çin`de üretiliyor. Organik pamuk yetiştirirken, zararlılara karşı her hangi bir kimyasal madde kullanılmazken, çevre de kirletilmemiş oluyor. Ancak bu hiç de kolay bir şey değil. Zira zirai mücadele en çok pamuk üretiminde gerekiyor ve çevre ciddi zararlar alıyor. Ürünü, çevreye zarar veren zirai ilaçlar kullanmadan zararlılardan ve hastalıklardan korumak için organik tarım üreticisinin sarf ettiği gayret, bu ürünlerin doğal olarak fiyatına da yansıyor.


Organik pamuk üretimine geçmeye niyetlenen diğer pamuk üreticileri ise, 3 yıl boyunca tarlalarını ekmeyerek, topraktaki zirai ilaçların ve kimyasal gübrelerin etkisinin tamamen yok olmasını


bekliyorlar.


Normal pamuk hasatında hasat makineleri kullanılırken, organik tarımda elle çapalama yapılması gerekiyor. Türkiye`de el emeğinin ABD`dekine nazaran çok daha düşük oluşu, daha önce organik pamuk üretiminde bir numara olan ABD`nin 3 üncü duruma düşmesine, Türkiye`nin ise birinci sırayı almasına neden oldu.


Çevre dostu giysiler kazandıracak


Organik pamuk üretimi artarken, organik giyim ürünlerine de talep artıyor. Dünya genelinde organik tekstil ürünleri satışının 2008`de 2.5 milyar dolara, 2010 yılından sonra ise 15 milyar dolara ulaşması bekleniyor.


Çok yakın bir gelecekte Türk tekstil sanayinin `çevre dostu` giysilerle yılda birkaç milyar dolar kazanmasına garanti gözüyle bakılıyor. Bu hedefe ulaşmak için ciddi anlamda yeni bir yatırım yapmaya da gerek yok. Zira mevcut teknoloji, organik ürünleri üretebilecek düzeyde. Yapılması gereken tek şeyin, boyahanelere, bitkilerden elde edilmiş boyalara uygun yeni yıkama ünitelerinin kurulması olduğu söyleniyor.


YARIN: Pamuk / Şeker


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:44   #11
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
10 - Pamuk / Şeker

Pamuk elimizden uçuyor


Pamuk üreticisinin ABD`den getirilen ucuz ithal pamuk karşısında gücü tükendi. Ege`de son yıllarda ekim alanları yarı yarıya azaldı.


Dünyada sınırlı sayıda ülkenin ekolojisi pamuk tarımına elverişlidir. Dünya üretiminin yüzde 80`ini sadece 8 ülke gerçekleştirmekte. Ülkemiz de bu 8 ülkeden biridir. Tabii ki şimdilik... Pamuk, ülke ekonomisine sağladığı katma değerle yaklaşık 6 milyon kişinin geçimini sağlayan bir endüstri bitkisidir. Şimdi bu 6 milyon insanın ekmeği ile oynanmakta, Türkiye`nin en önemli ürünlerinden biri olan pamuğun üretimi, büyük bir riske atılmaktadır.


Üretici, kendi evindeki


lokmasından oluyor!


Dünya piyasalarında pamuğun fiyatı çeşitli desteklemelerle düşürülmüştür. Bu yüzden pamuk kendi ülkesinde, diğer ülkelerin ucuz pamuğu ile rekabet etmekte zorlanmaktadır. Yani üreticimiz, artık kendi evindeki lokmasından edilmektedir.


Gümrük Birliği`nden dolayı pamukta herhangi bir koruma uygulaması yapamamamız, ABD`nin uyguladığı düşük faizli ucuz GSM kredileri ile ithal pamuğun daha cazip hale gelmesi, ülkemiz pamuk üretim alanlarının her geçen gün azalmasına sebep olmakta.


8 yılda girdi fiyatı 11 kat,


pamuk fiyatı 4.7 kat arttı


Üreticisi pamuk yerine alternatif ürün aramakta, Ege, Çukurova ve Akdeniz bölgelerinde ekim alanları gittikçe daralmaktadır. Örneğin Ege`de sadece son 5 yılda yüzde 48, Çukurova`da ise yüzde 16`lık bir azalma gerçekleşirken, Antalya`da 1980`lerde 450.000 dekarda pamuk üretimi yapılırken bugün bu alan 55.000 dekara inmiştir. Pamuğa verilen primde bir önceki yıla kıyasla artış olmasına rağmen, pamuk üretiminden kaçışın devam ettiği görülmektedir. Alternatif ürün ekebilecek yörelerin


üreticileri, birer birer pamuğu bırakmaktadır.


Herhangi bir çözüm yolu aranıp bulunmadığı takdirde, pamuk üretimi tarihe karışacaktır. Bunu anlamak için şu rakamlara bakmak yeterlidir:1998 yılından 2006 yılına kadar enflasyon 8 kat, girdi fiyatları yaklaşık 11 kat artarken, pamuk fiyatları sadece 4,7 kat artış göstermiştir.


Alınması gereken tedbirler


Türkiye Ziraat Odaları Birliği Başkanı Şemsi Bayraktar, bu konuda hükümeti uyardı ve alınması gereken tedbirleri açıkladı:


`Tekstil sanayinin ham maddesi olan pamuğun üretimindeki girdi kalemlerinde maliyetlerin çok yüksek oluşu üretimin her yıl daha da azalmasına sebep olmaktadır. Tohumluk, ilaç, gübre, elektrik, mazot gibi girdi kalemlerinde ödenen ve üreticiye geri ödemesi yapılmayan KDV oranları düşürülmelidir.`


Tarım Satış Kooperatifleri


mutlaka desteklenmeli


Pamuk pazarlamasında ve piyasa oluşumunda en önemli kurumlardan olan Tariş, Çukobirlik gibi Tarım Satış Kooperatiflerinin, yeniden yapılanma sürecinde maddi destek kaynaklarının kesilmiş olduğunu ifade eden Bayraktar, `Birlikler ürün fiyatlarını kendi imkanları ile açıklamaktadırlar. Ülkemizin en güçlü üretici birlikleri olan Tarım Satış Kooperatiflerinin düşük faizli kredi ile desteklenmesi gerekmektedir` dedi. Öncelikle bir ulusal pamuk politikasının belirlenmesi gerektiğini ve üreticilerin yeniden üretime dönmeleri için dünya piyasalarındaki pamuk fiyatları ile rekabet edebilir bir ortamın yaratılmasının şart olduğunu ifade eden Şemsi Bayraktar, oluşturulan pamuk ihtisas borsalarının da bu konuda faydalı olacağını söyledi.


*****


Pamuğun stratejik önemi


Pamuk, tekstilden barut ve film malzemesi yapımına kadar 50 çeşit sanayi kolunun hammaddesini oluşturan çok önemli bir tarımsal üründür. Türk tekstil sanayi, ekonomiye sağladığı katma değer, döviz miktarı, istihdam hacmi ile ülkenin yüzünü güldüren vazgeçilemez bir sektördür. Bu sektörün stratejik ham maddesi ise pamuktur. Pamuk, tekstil sanayimizin olduğu kadar harp sanayinin de önemli bir hammaddesidir.


6 milyon kişi geçiniyor


Pamuk ayrıca bir yağ bitkisi olup tohumu, gıda sanayinde bitkisel yağ üretiminde kullanılmaktadır. Arta kalan küspesi ise, proteini yüksek bir hayvan yemi olarak büyük önem taşır. Pamuğun uluslararası ticarette de yeri büyüktür. Sentetik elyaf üretimi karşısında dahi öneminden bir şey kaybetmemiş olan pamuktan ülkemizde altı milyon kişi geçimini sağlamaktadır.


****


ŞEKER fabrikasını bize sat ettiğin kârı hazineye


bağışlayalım!


Şeker Yasası ile şekerpancarı üretimimiz 18 milyon tondan 11 milyon tona düşerken, sıra şeker fabrikalarının yok edilmesine yani özelleştirilmesine geldi. Erzurum Ziraat Mühendisleri Odası, Erzurum`daki fabrikaya, çok cazip bir teklifle şimdiden talip olduğunu açıkladı.


Kâr etmezse geri al!


TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Erzurum Şubesi olarak Erzurum Şeker Fabrikası`na talip olduklarını belirten Şube Başkanı Okan Demir, TMSF`nin karşısına çok cazip bir teklifle çıkıyor: `Zarar ettiğini söylediğiniz bu fabrikayı bize parasız verin. Biz de buna karşılık bu fabrikayı kâra geçirip, her yıl net kârını Hazine`ye bağışlayalım. Bunu yapacağımıza dair aramızda bir de sözleşme imzalayalım. Şayet kâra geçiremezsek, elimizden alın. Biz kendimize güveniyoruz. Siz de gelin, yörenin ziraat mühendislerine güvenin ve yörenin halkını işinden, aşından etmeyin.`


Tek bir fabrikayı kapamanın bilançosu bile 3 milyar dolar!


Öte yandan Şeker-İş Genel Başkanı İsa Gök ise, özelleşecek fabrikalardan belki bir iki tanesinin şeker üretmeye devam edeceğini, diğer hepsinin kapatılacağını söyleyip, herkesi şeker fabrikalarının özelleştirilmelerine `dur` demeye çağırdı. Bir fabrikanın kapanmasının mali bilançosunun 3 milyar dolar olduğunu belirten İsa Gök, `Türkiye şeker üreten değil ithal eden bir ülke olacak. İthalattan yıllık 5-6 milyar dolar zarar edecek` dedi.


Yarım milyona yakın çiftçiyi ilgilendiriyor


Ülkemizde yaklaşık 450 bin çiftçi tarafından `yazılı sözleşme usulüyle` üretilen şeker pancarı, yirmi beşi devlete, altısı PANKOBİRLİĞE, biri PANKOBİRLİK özel sektör ortaklığına ve bir tanesi de özel sektöre ait toplam 33 şeker fabrikası tarafından alınarak işleniyor. Tarımda üretim yapan pek çok çiftçi gibi, şeker pancarı üreticisi de üzgün ve çaresiz. Nasıl olmasın ki!.. Son 10 yıldır şeker pancarındaki artışın, enflasyon ve girdi fiyatlarından çok gerilerde olduğundan yakınan üreticiler, devletin yaptığı gübre ve mazot desteğini de dertlerine çare olarak göremiyorlar. İhtiyaçları olan gübrenin sadece yüzde 7`sini devletin karşıladığını öğrenince, onlara hak vermemek zor


doğrusu.


Ancak şeker pancarı üreticilerinin belini büken en önemli şey, ürettikleri ürüne konulan kota oluyor!


Kotaların düşmesi


çiftçiyi kaçırıyor


Pancar kotasının her yıl biraz daha düşmesi, özellikle kamu fabrikalarının yüzde 62 kapasiteyle çalışmasını gerektiriyor. Bu kota düşüşlerinin, fabrikalarda stok oluşmasının ve artan nüfusa paralel tüketimin artmıyor gibi görünmesinin en önemli sebebi ise kaçak şeker.


Özellikle nişasta bazlı şeker üretiminde yaşanan kontrolsüzlüğü ve sınırlarımızdan `kamıştan üretilen` ucuz kaçak şekerin girmesini engelleyemeyerek, yasadışı şekerin boyutunun 1 milyon tona ulaşmasına neden oluyoruz.


Yasa geldi böyle oldu!


1998 yılından sonra kota sistemi uygulanmaya başlanan şeker pancarı üretiminde, 4634 sayılı Şeker Kanunu`nun çıkmasının ardından şu olumsuz gelişmeler yaşandı:


* Pancar üreticileri, yaklaşık olarak 2 milyon dekar arazide artık pancar ekemiyor.


* 175 bin çiftçi üretim dışına çıkarıldı, artık pancar üretemiyorlar.


* Pancar üreticileri aile başına 1,8 milyar gelir kaybına uğradı, yoksullaştırıldı.


* 200 bin büyükbaş hayvanın yaş küspe ihtiyacı karşılanamıyor.


* Şeker fabrikalarında çalışan işçiler işlerinden ve aşlarından oldular ve özelleştirmelerin ardından daha da olacaklar.


* 18 milyon ton olan şekerpancarı üretimimiz yarıya yakın azaldı ve 11 milyon tona geriledi.


* Ülkemizin çevresel/ekolojik dengesi, azalan şekerpancarı üretimi oranında bozuldu. Çünkü 1 dekar şekerpancarının sağladığı oksijen, 3 dekar çam ormanına eşittir.


İşte, topun ucundaki fabrikalar!


Özelleştirme kapsamına alınıp, önümüzdeki yıl satışa çıkarılacak şeker fabrikalarından acaba kaçı yine şeker üretebilecek? Hangileri, bize kendi şekerini ya da mısırını satmak isteyen `gizli eller` tarafından yok edilecek? Bu soruların yanıtı, bu sektörden geçimini sağlayan yaklaşık 2.5 milyon insanı çok yakından ilgilendiriyor.


Et-Balık Kurumu`nun özelleştirilmesinde bile bile yaşanan ve yaşatılan çirkinliklerin (satılan fabrikaların kapatılıp, arazilerinin satılması gibi), şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde de yaşanmaması için gerekli tedbirler alınacak mı?


İşsizlik yaşanan pek çok ilde istihdam sağlayan ve satılıp kapanmaları halinde o illerde daha geniş çaplı işsizlik yaratacak fabrikaların, bulundukları il ve ilçelere göre listesi:


(Şeker üretim fabrikaları Afyon, Ağrı, Alpullu (Kırklareli), Ankara, Bor(Niğde), Burdur, Çarşamba(Samsun), Çorum, Elazığ, Elbistan (Kahramanmaraş), Erciş(Van), Ereğli (Konya), Erzincan, Erzurum, Eskişehir, Ilgın(Konya), Kars, Kastamonu, Kırşehir, Malatya, Muş, Susurluk(Balıkesir), Turhal (Tokat), Uşak, Yozgat.


(Makine fabrikaları Afyon, Ankara, Erzincan, Eskişehir, Turhal (Tokat), Ankara Elektro Mekanik Aygıtlar Fabrikası


(Tohum işleme fabrikası Ankara


YARIN: Buğday/ Pirinç

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:45   #12
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
11 - Buğday / Pirinç

Buğdayı "kuraklık" değil "vurdum duymazlık" vurdu!


Tarımda sulama projelerini bugüne kadar yaşama geçirmeyenler, kuraklık karşısında çiftçiyi zarara sokup, Türkiye"yi de Rus buğdayına muhtaç ettiler


Yaşam, bir insanın ölene dek yaptığı "ekmek kavgası" dır. Bu deyim için "ekmek" sözcüğünün seçilmiş olması da tesadüfi değildir. Ekmek, dünyada yaşayan insanların çoğunun kullandığı "doyma" aracıdır. Ülkemiz insanının da sofrasının "baş köşesinde" ekmeği durur. Ekmek, dolayısıyla buğday üretimi, hepimiz için bir "açlık-tokluk" meselesidir. Ancak son iki yılın büyük bölümünde yaşanan kuraklık sorunu, diğer birçok üründe olduğu gibi buğdayda da ciddi üretim düşüşleri yaşattı. Bu da hem çiftçiyi büyük zararlara soktu, hem de önemli miktarlarda buğday ithal etmemize neden oldu.


Yağmurdan medet uman zihniyet sınıfta kaldı!


Başta GAP olmak üzere, ülkenin dört bir yanındaki toprağı suyla buluşturmak adına hiçbir şey yapmayan ülke yöneticileri, yıllardır sulama işini doğaya yani yağmura havale etmişlerdi. Ancak son iki yıldır yaşanan kuraklık ve aşırı sıcaklar, birçok üründe olduğu gibi hububatta da ciddi üretim düşüşlerine neden oldu.


TÜİK"in 2007 Yılı Tarım Ürünleri İkinci Rekolte Tahminleri"ne göre buğday üretimi geçen yıla göre yüzde 13,3 oranında düşüşle "20 milyon ton" dan "17,3 milyon ton" a geriledi. Arpa üretimi de yüzde 22,4"lük bir düşüşle 7,4 milyon ton oldu.


"Su yasası çıkarılsın"


Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı İbrahim Yetkin, buğdaydaki bu düşüşün, "ihtiyacın ithalatla giderileceği" anlamına geldiğini belirtip, "Su ile ilgili bütün gerekli konuları içeren bir su yasası bir an önce çıkarılmalı ve GAP"taki sulama projeleri derhal tamamlanıp, yaşama geçirilmeli" dedi. Kuraklık nedeniyle büyük zarara giren çiftçinin bu zararlarının giderilmesi için, tarım sigortasına kuraklık maddesinin de eklenmesi gerektiğini söyleyen Yetkin, Kasım ve Aralık ayı sonunda yaptığı iki ayrı basın toplantısı ile çiftçinin sorunlarını AKP Hükümeti"ne duyurmaya çalıştı.


Tohumun sadece dörtte biri Türk malı


Türkiye"nin hemen her bölgesinde buğday üreten çiftçinin tek sorunu kuraklık değil kuşkusuz... Ülkede çok ciddi bir tohum sıkıntısı yaşanıyor. Buğday ekimi için gerekli olan 800 bin ton sertifikalı tohumun ancak yüzde 25"i ülkemizde üretilebiliyor. Geri kalan yüzde 75"lik bölüm, yabancı büyük tekeller tarafından ülkemize getiriliyor. Bu arada gübre fiyatlarının da sürekli yükselmesi, diğer ürünlerde olduğu gibi buğdayda da üreticiyi çok zor durumda bırakıyor.


İthalatçıya destek, üreticiye köstek!


Tarımda yaşanan teslimiyetçi politikalar yüzünden Türk çiftçisi her geçen gün daha da yoksullaştırıldı ve ülke ekonomisi de IMF dayatmaları ile hep dış açık verir hale geldi. Buğday ve diğer hububat ürünlerinde de ciddi anlamda buna zorlandık. Bunun en bariz uygulamalarından birini 2007 yılında yaşadık. AKP Hükümeti, Bakanlar Kurulu kararıyla, hububat ithalatında uygulanan gümrük vergilerini adeta "kaldırırcasına" indirdi. Yani, ekmeklik buğday, kızıl buğday, mahlut ve çavdarda yüzde 130 olan gümrük vergisi oranı yüzde 8"e, beyaz ve maltlık arpalarda yüzde 100 olan oran sıfıra, mısırda yüzde 130 olan gümrük vergisi oranı da yüzde 35"e düşürüldü. Gümrük vergisi oranı diğer hububat için de yüzde 10 olarak belirlendi.


İthal buğdaya Türkiye"nin kapılarını sonuna dek açan bu karar karşısında çiftçi örgütleri, "yüksek girdili üretim yapan Türk çiftçisi, bu kararın uygulanması halinde mağdur olacaktır" diyerek isyan ederken, Ziraat Mühendisleri Odası Adana Şube Başkanı Ayhan Barut da üzüntüsünü şu cümle ile dile getirdi: "Çiftçi, ürettiği ürünü giderek satamaz hale getiriliyor."


Çiftçinin kuraklık zararı:5 milyar YTL


Türkiye Ziraat Odaları Birliği, tarımda yaşanan kuraklıkla ilgili bir rapor yayınladı. Bu raporda Türk çiftçisinin susuzluk yüzünden düştüğü durum, tüm açıklığı ile anlatıldı. Buğdaydaki kaybın yüzde 20 olduğu ileri sürülen raporda, şu ifadelere yer verildi: "Ülkemizde kuraklıktan kaynaklanan zararları tespit etmek üzere Birliğimizce bir çalışma yapılmıştır. Birliğimizce Ziraat Odalarımızdan alınan bilgilere göre yapılan çalışmanın sonucunda kuraklığın ülkemize maliyeti, çiftçilerimize zararı 5 milyar YTL olarak belirlenmiştir. Tarım Bölgeleri bazında gerçekleştirilen çalışmaya göre, 5 milyar YTL"lik toplam zararın yüzde 41,7"si İç Anadolu Bölgesi illerini kapsayan birinci, sekizinci ve dokuzuncu tarım bölgelerinde, yüzde 27.7"si Ege Bölgesi"nde, yüzde 15"i Marmara Bölgesi"nde, yüzde 14.3"ü ise Akdeniz Bölgesi"nde gerçekleşmiştir. Ürün bazında inceleme yapıldığında, üretim kaybının buğdayda yüzde 20, Karpuzda yüzde 24, çekirdeksiz kuru üzümde yüzde 20, domateste yüzde 25, ayçiçeğinde yüzde 17 olduğu görülmektedir. Yaşanan bu durum dikkate alınarak kuraklıktan zarar gören üreticilerimize yardım yapılması amacıyla 4 Temmuz 2007 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı yayımlanmıştır. Yayımlanan Kararnamenin kapsamı 4 ürün ve 40 ille sınırlı tutulmuştur."


Türk pirinci ABD"ye teslim!


Amerikalılar, Türk pirincini korumaya kalkan hükümete "tek bir mektupla" geri adım attırdı, ardından da Dünya Ticaret Örgütü"nden karar çıkartıp, Türkleri kendi ucuz pirincine mahkum etti


Türkiye, 2004 yılında yerli üreticiyi korumak amacıyla "yerli ürün alana ithalat izni" uygulayınca, ABD tarafından Dünya Ticaret Örgütü"ne şikayet edildi. ABD"nin 2005 yılında açtığı dava geçtiğimiz ayın sonunda onu haklı bulan bir kararla sonuçlandı. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Türkiye"nin "yerli ürün alana ithalat izni" uygulamasının, uluslararası ticaret yasalarıyla uyuşmadığına karar verdi. Bu kararıyla da, kendisi hakkındaki "Dünya Ticaret Örgütü, zengin ülkelerin sözcüsüdür" iddialarını bir kere daha doğrulamış oldu. Türkiye Ziraatçiler Derneği Başkanı İbrahim Yetkin, "Türkiye"nin bundan sonra yapması gereken şey, Dünya Ticaret Örgütü"ne itiraz hakkını kullanmaktır" dedi.


AKP zaten pes etmişti


Ancak AKP Hükümeti, DTÖ"nün aldığı bu karardan çok daha önceden geri adım atmış ve "yerli üreticiyi koruma" uygulamasından vazgeçmişti. Hükümeti kararından caydıran gelişmeler şöyle gelişti: ABD Ticari Temsilcisi Rob Portman 2006 yılının 27 Mart tarihinde Dış Ticaret"ten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen"i ziyaret etti. Bu ziyarette Bakan Tüzmen"e, Beyaz Saray"dan gelen bir zarf verildi. Zarfın içindeki mektup, pirinç ithalatındaki engellerin kaldırılması hakkında idi.


5 gün sonra...


1 Nisan 2006 tarihinde Türkiye, pirinç ithalatında uyguladığı tarife kontenjanını kaldırdı.


17 Nisan 2006"da ABD Büyükelçisi Ross Wilson"u kabul eden Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, pirinç ithalatı ile ilgili olarak "Kontenjan uygulamasını 1 Nisan"da kaldırdık. Şimdi Dünya Ticaret Örgütü kuralları çerçevesinde yerli üreticimizi mağdur etmeyecek bir uygulama üzerinde çalışıyoruz" dedi. Demek ki yapılan çalışmalar ABD"ye yine yeterli gelmedi ki, Dünya Ticaret Örgütü"na açtığı davayı geri çekmedi ve Türkiye aleyhine karar aldırtıncaya kadar bunun peşini bırakmadı. Kısacası ABD, Türkiye"ye karşı "ricacı" durumunda kalmak yerine "zorlayıcı" olma yolunu benimsedi.


Türk çeltik üreticisini batırdılar


İki yıl süren "yerli ürün alana ithalat izni" uygulaması sonucunda biraz yüzü gülen çeltik üreticisi, 2004 ve 2005 yıllarında üretimi arttırdı. Ancak sonradan bu uygulama kaldırılıp, piyasada çeltik alım fiyatı girdi fiyatlarının altına düşünce, gözler "kara gün dostu" TMO"ya çevrildi. Ne var ki artık karanın da karası günler gelmiş olsa ki, TMO üretim maliyetinin yüzde 19 gerisinde fiyat açıklayarak kredi borcu olan birçok çiftçinin icralık olmasına ve azımsanmayacak bir miktarının da tarlalarını kaybetmelerine neden oldu.


Girdiler artarken çeltik fiyatı azaldı!


Türkiye Ziraat Odaları Birliği"nin hazırladığı çeltik raporunda, çeltik üreticisinin düşürüldüğü durum şöyle dile getiriliyor: "Üretime yönelen çiftçi çeltiğe verilen fiyatla adeta cezalandırılmaktadır. TMO tarafından açıklanan fiyat 3 sene önceki fiyatın gerisinde kalmıştır. Çeltik üretiminde yoğun olarak kullanılan girdilere bakıldığında son üç yılda motorin yüzde 60, sulama yüzde 75, gübre yüzde 52 artarken baldo çeşidi çeltik fiyatında yüzde 5 azalma gerçekleşmiş, diğer çeşitlerde fiyatlar yakın değerlerde kalmıştır."


İthalat 200 bin tona ulaştı


Türkiye, yüksek girdi, düşük kur ve sulamaya gerekli önemin verilmemesi sonucunda yılda 200 bin ton pirinç ithal eden bir ülke haline getirilirken, ithalat yaptığı ülkelerin başında ABD, Mısır ve İtalya geliyor. Pirinç ithalatı artmaya devam ederken, çeltik üreticisinin derdine de her geçen gün yeni bir dert ekleniyor. AB uyum yasaları gereği çiftçiyi "kayıt altına almaya" çalışan AKP Hükümeti, bunu sağlamak için onu farklı yollardan zorluyor.


"TMO alımlarında ÇKS şartı kaldırılsın"


Tarımda verilen destekleri (Doğrudan Gelir Desteği, gübre ve mazot desteği) alabilmesi için çiftçiye, kısa adı ÇKS olan Çiftçi Kayıt Sistemi"ne kayıtlı olma mecburiyeti getirilirken, TMO alımlarında da ancak ÇKS"ye kayıtlı olanların çeltikleri alınıyor. Yani Tarım Mahsulleri Ofisi çiftçiye hem maliyetin çok altında bir fiyat veriyor, hem de onun ÇKS"ye kayıt olmasını bekliyor. Bu sistemden kaçanlar, piyasada ürünlerini alacak tüccar arayıp, TMO"nun çok daha altında fiyat verenlere ürünlerini kaptırıyorlar. ÇKS"ye kayıtlı çiftçiler ise sonunda, kullanacakları tohumdan ekecekleri arazi miktarına kadar hemen her konuda IMF ve AB"in adeta oyuncağı haline getiriliyorlar. Üreticiler, TMO alımlarında ÇKS"ye üyelik şartının bir an önce kaldırılmasını istiyorlar.


Pirinç, üreticisini doyurmuyor


Karnımızı doyurmak için çoğumuz ya ekmek yeriz, ya da pirinçten yapılmış bir pilava kaşık sallarız. Bizi doyuran pirinç, artık üreticisini ne yazık ki doyuramıyor.


"İthalatı bitirmenin yolu destektir"


Gıda ihtiyacının tümünü topraklarında üretebilecek kapasitedeki Türkiye, özellikle buğday, pamuk, pirinç, ayçiçeği, arpa ve mısırda her geçen yıl ithalat rakamlarını arttırıyor. Türkiye İstatistik Kurumu"nun (TÜİK) öngörülerine göre şu anda iç piyasanın talebi doğrultusunda pamukta 1 milyon ton, buğdayda 2 milyon ton ve ayçiçeğinde de 1.5 milyar doların üzerinde ithalat yapma zorunluluğu var.


Hububat, Bakliyat, Yağlı Tohumlar İhracatçıları ve Nebati Yağlar Komitesi Başkanı Muammer Şahin, ithalat tutarının yüzde 20"si ile üreticilerin desteklendiği takdirde ithalat zorunluluğunun kalmayacağını savunuyor. Ayçiçeğinin ülkemizin bütün tarım alanlarında üretilebileceğini belirten Şahin, "300 milyon dolarlık teşvik ve destekle 1.5 milyar dolarlık ayçiçeği ithalatını engelleyebiliriz" diyor.


YARIN : Tütün/ Çay


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:47   #13
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
12 - Tütün / Çay

Tarih elbet hesabını soracaktır...


Türk tütününe kıyıyorlar


Uygulanan kotalar, TEKEL`i özelleştirme girişimleri ve Tütün Yasası ile Türk tütüncülüğü öldürülürken, özellikle Doğu ve Güneydoğulu tütün ekicisi `mevsimlik işçi` haline getirildi.


Yabancı sigara tekellerinin IMF eliyle uygulattıkları Türk tütününü yok etme çabaları `hız kesmeden` sürüyor. 2000 yılından beri uygulanan kota uygulaması Adıyaman, Bitlis, Malatya, Diyarbakır, Muş, Siirt ve Hatay gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerindeki `Şark tipi tütün` üretimini yarı yarıya düşürürken, Tekel`in özelleştirilmesi gerçekleşirse bu bölgelerde yetişen geri kalan tütünler de tarihe karışacak. Ancak yörede sulama projelerinin yaşama geçirilmemiş olması yüzünden alternatif ürüne geçemeyen çiftçiler, ya ürettikleri tütünü kaçak olarak satmak zorunda kalıyorlar, ya da çiftçilikten `mevsimlik işçiliğe` geçiş yapıyorlar.


Ege`de tütün yerine


zeytin ağaçları


Ege`de yetişen Virginia tipi tütüne gelince... Egeli tütün üreticisini bir yıl önceden yapılan sözleşmelerle yabancı sigara şirketlerine bağlayan Tütün kanunu onları öyle yıldırdı ki, pek çok Egeli üretici tütünden vazgeçti. Ancak Egeliler`in verimli toprakları ve bölgenin kliması, onları alternatif ürün seçme konusunda şanslı kılıyordu. Örneğin, Ege`nin bir zamanlar en önemli tütün üretim merkezlerinin başında gelen Aydın`ın Karacasu ilçesinde uygulanan kota üzerine çiftçiler zeytinciliğe yöneldi. Son 8 yılda ilçe genelinde yaklaşık bir milyon zeytin fidanı dikildiğini ve bu fidanların bir çoğunun meyve vermeye başladığını ifade eden Karacasu Ziraat Odası Başkanı İsa Sevinç, `Kota uygulaması başlayınca herkes isyan etti. Bir çok kişi ne üreteceğini bilemediği için aç kalacağından bile endişe etti. Ancak odamız ve diğer kurumların da öncülüğünde ilçe genelinde zeytin üretimine başladık. Gemlik türü olarak yetiştirdiğimiz zeytinlerde hem kalite hem de verim çok iyi oldu. Bunun yanında damlama sulama sistemine de geçerek dört dörtlük bir tarımsal faaliyet yapınca herkesin yüzü gülmeye başladı. Şu anda tütüncülükle geçen yıllarımızın boşa geçtiğini düşünmeye başladık` dedi.


Bu son cümle kuşkusuz, Türk tütününü yok etmek için uğraşanların, galibiyete ne kadar yaklaştıklarını göstermesi açısından ibretlik bir cümledir.


Karadeniz`de


alternatif ürün sebze


Bu ibretlik cümleden de anlaşılacağı gibi Ege`de tütün üretimi son yıllarda yüzde 31, üretici sayısı ise yüzde 60 azalmıştır. Karadeniz Bölgesi`nde de değişen çok bir şey yoktur. Alternatif ürün bulan, toprağından tütünü uzaklaştırmaktadır. Örneğin bölgedeki üretimin yaklaşık yüzde 22`sini karşılayan Bafra`da son yıllarda tütün üreticisi sayısı 21 binden 10 bine düşmüştür. Bafra`da tütüne alternatif olarak sebze yetiştiriciliği yaygınlaşmıştır.


Anadolu`nun güneyinde Hatay`da ise tütünü `kota` zoruyla bırakan çiftçiler 30 hektarlık alanda Teksas Bademi yetiştirmeye başlayıp, 5 yılda 7 milyon adet zeytin fidanı diktiler. Hataylı çiftçi bundan böyle ekmeğini badem ve zeytinden çıkaracak.


Üreticinin yarısı


tütünden koptu


Türkiye`de tütün üretimi, iç tüketim ve dış satım miktar ve imkanları dikkate alındığında toplam ihtiyacı karşılamaktan uzak seviyelere inmiştir. 2002 yılında 405.000 civarında olan üretici sayısı 2006 ürününde 210.000`e; 160 bin tonluk üretim ise 2006 ürününde 93 bin tona inmiştir.


Dış ticaret açısından baktığımızda da tütün ithalatında her yıl yaşanan artış, son bir yılda ülke ekonomisi açısından tehlikeli boyutlara varmıştır. Tekel`in satışını gerçekleştirerek Şark tütününü tarihe gömmeye çalışan yabancı sigara şirketleri, halen Maltepe, Samsun gibi Şark tipi tütünden yapılmış sigaralara alışık kişileri de Virginia tütünü içmeye zorlama peşindedirler. Bu da, daha fazla tütün ithalatı olacak anlamına geliyor.


2006 yılı sonu itibarıyla ithal edilen 66.551 ton tütün için toplam 252.807.883 ABD doları bedel ödenmiştir. Böylece, 1988 yılında 610 ton ile başlayan tütün ithalatının, bugün 70 bin ton seviyesine yaklaştığını görüyoruz. Tütün ihracattan elde edilen gelirin yarısından fazlası, Virginia ve Burley tipi tütünler ile homojenize ve şişirilmiş tütünlerin ithalatına gitmektedir.


Türk tütün üreticilerinin istekleri


Tütüncülerin sesini kamuoyuna duyurmaya çalışan Tütün Eksperleri Derneği, üreticiler ve TEKEL çalışanları adına hükümetten şu taleplerde bulundu:


* TEKEL`in özelleştirilmesi kararından ve uygulamasından bir an önce vazgeçilsin ve politik etkilerden uzak, özerk bir kuruluş olarak yeniden yapılandırılsın;


* TEKEL`deki işçi, memur tüm çalışanlara onurlu bir yaşam sürdürme imkanı tanınsın;


* Tütün üreticisine destek olunsun ve üreticiler çokuluslu şirketlerin çıkarlarına teslim edilmesin


* Çokuluslu sigara şirketlerinin yasaya aykırı reklam ve tanıtım faaliyetlerine dur denilsin;


* 4733 sayılı Kanun, Türk tütüncülüğünü gözeten bir anlayışla yeniden ele alınsın;


* Sektörde vergi düzenlemeleri, Türk tütüncülüğü lehine yapılsın


Çayın da tadını kaçırdılar


Maliyetin altında ödenen paralar ve uygulanan kotalarla perişan olan çay üreticisi, bazen para bile alamayıp, yaş çayına karşılık kuru çayla köyüne yollanıyor!


Türk insanının vazgeçemediği iki besin maddesi kuşkusuz ki bir somun ekmek, bir bardak çaydır. Hemen bir hatırlatma gelir ardından: `Cam bardakta olsun, mümkünse ince belli` ...


Bir arkadaşımızı `Gel çay demledim, içelim birlikte` diyerek yanımıza davet ederiz, sabah bir pot kırsak ya da söyleneni anlamasak, bahanemiz çoktan hazırdır: `Daha çayımı içmedim. Kusuruma bakma!`. Yaşamımıza adeta taç ettiğimiz bu içeceği üreten insanlara gelince...


Çoğu kadın olan bu üreticiler özellikle son yıllarda hiç de mutlu değiller... Nasıl olsunlar ki!.. Onca çabanın ardından verdikleri yaş çaya karşın aldıkları para, maliyetin bile altında. Tabi ki o parayı da alabilirlerse... Onların bu sıkıntılı hallerini bile bile keyifle o çayları yudumlamak mümkün olur mu acaba?


Herkes çayı içiyor derdini Karadeniz çekiyor


3-5 dekardan fazla olmayan çay bahçelerinde üretim yapan üreticiler, özellikle son yıllarda yaş çay fiyatlarının maliyetin bile altında kalması sonucunda çok zor günler yaşıyorlar. Dünya çay literatüründe Kamelya tipi çay üreten bir ülke olan Türkiye`de üretim Doğu Karadeniz`in yamaçlarında gerçekleşiyor. Üretimin yüzde 70`ini Rize üstlenirken, onu yüzde 17`lik payla Trabzon ve yüzde 7`lik payla da Artvin izliyor. Çay üreticisi olan diğer iki il ise, Giresun ve Ordu. Diğer çay üreticilerinin özellikle hava şartları nedeniyle daha uzun hasat dönemi yaşamaları, çaylarını daha ucuza dünya piyasalarına sürmelerine neden oluyor. Karadeniz köylüsünün durumu ise onlar gibi parlak değil. Çünkü Karadeniz iklimi çay yetiştirmeye uygun olmasına karşın, hasat mevsimi Mayıs ile Ekim arasında sürüyor. Geri kalan dönemde insanlar üretimde bulunamıyorlar.


Kaçak çayı önlemek


yerine koy kotayı!


Çay üreticisinin sorunu bununla da bitmiyor. Çaykur tarafından uygulanan kota, çay üreticisinin zaten fiyatlarla bükülmüş belini daha da büyüyor. Piyasada bulunan ortalama 40 bin tonluk kaçak çay, iç piyasayı şişiriyor ve bunun cezası da Çaykur`un kotası ile çay üreticisine kesiliyor. Oysa ülkeye kaçak çay sokulması ile ciddi anlamda mücadele edilse, üretici en azından kota yüzünden elinde kalan çayı `yakmak` zorunda kalmaz.


Üreticiye para yerine kuru çay!


Çay alımlarının yaklaşık yüzde 60, bazen de yüzde 65`ini Çaykur yapıyor. Geri kalan ürünü ise özel şirketler satın alıyor. Eskiden sadece Çaykur`a çayını satan köylü, şimdi uygulanan kota yüzünden özel şirketlere de ürününü vermek zorunda kalıyor. Büyük şirketlerle çok fazla problem yaşamayan çay üreticisi, özellikle küçük şirketlerden çok çekiyor. Verdiği yaş çayın parasını uzun süre boyunca alamayan üretici, bazen de para yerine eline tutuşturulan kuru çayla köyüne geri yollanıyor. Üreticinin verdiği 5 kilo yaş çaydan fabrikalarda 1 kilo kuru çay elde ediliyor.


Umutlar organik çaya bağlandı


Geçen yılın rakamlarına göre 766 bin 136 dekar alanda 203 bin 701 çay üreticisi, bizlerin sofrasında çay eksik olmasın diye, yukarıda saydığımız tüm olumsuz şartlara rağmen çay üreticisi olmaya devam ediyorlar. Uzmanlar, yeri müsait olana, organik çay üretimi yapmasını öneriyorlar. Normal çayda dünya piyasalarının üzerinde seyreden fiyatlarla Türk çayının ihracat şansı pek bulunmazken, organik üretilmesi halinde yüksek fiyatlarla yurt dışında pazarlanmasının mümkün olduğu düşünülüyor. Ancak çoğu üreticinin toprakları organik çaya müsait değil. Yerleşim alanlarından çok uzaktaki dağ tepelerinde çay üretenler, organik tarıma `en uygun` bulunanlar...


Çaykur 2008`de organik


çay fabrikası açacak


Yörede Filiz Çay, Of Çay ve Karalı Çay adlı özel firmalar birkaç yıldır `sembolik` miktarda organik çay üretimi yapıyorlar. Rize ve Trabzon yöresinde çok cüzi miktarda yapılan organik siyah çay üretimi, Çaykur`un da konuya el atmasıyla, çok yakın bir gelecekte bütün Doğu Karadeniz`e yayılacak. 2007 yılında gerek üreticilerle yapılacak sözleşmeler, gerekse alınacak sertifikalar konusunda ön çalışmalar yapan Çaykur, 2008`de Rize`nin Pazar-Hemşin ilçesinde kuracağı fabrika günlük 25 ton organik çay kapasitesinde olacak. Bu bölümden tamamen arınmış başka bir bölümde ise günlük 75 ton miktarında konvansiyonel üretim yapılacak.


Hemşinli ve Artvinliler


organik üretecek


Çaykur`a verilecek organik çay ilk etapta, Hemşinliler ve Artvinliler tarafından üretilecek. Gerekli sertifikaların alınabilmesi için en önemli şart, çay bahçelerinin yerleşim alanlarından çok uzakta olması ve böylece zararlı çevre faktörlerinden etkilenmemesi. Bu iki bölge bu açıdan çok uygun. Organik çay üretimine geçecek üreticiyi öncelikle `rekolte düşüşünün` yaratacağı bir hayal kırıklığı bekliyor. Ancak organik çayın normal çaya kıyasla 4-5 kat daha pahalı satılıyor olması, Çaykur`un alım fiyatlarına da muhakkak ki yansıyacak. Ayrıca o köylülerin, geri kalan topraklarında yetiştireceği sebzeler bile organik kabul edilebilecek. Organik çay üreticisinin yüzü nihayet gülünce de, diğer çay üreticileri `organik çay ` ekmenin yollarını arayacak.


YARIN: Fındık / Zeytin

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:47   #14
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
13 - Fındık / Zeytin

Fındığın var, derdin var!


Fındıkta arz fazlası Ünye`nin doğusu ile batısındaki Karadeniz insanını birbirine düşürürken, yeni


üreticileri caydırmak için de yeni cezalar yolda


Dünya fındık üretiminin yaklaşık dörtte üçünü karşılayan Türkiye`nin Karadeniz sahilleri, artık daha fazla üreticiyi kaldıramaz hale geldi. Hükümet çıkaracağı yasada `fındık veya çayda izinsiz yeni bahçe açacaklara ciddi para cezaları getiriyor.


Çıkan yasaların hiçbiri uygulanmadı


Yıllardır mevcut olan yasaların uygulanmadığını ve fındık bahçesi oluşturulmasına göz yumulduğunu iddia eden Trabzon Ticaret Borsası(TTB) Meclis Başkanı Mehmet Cirav, `Şimdiye kadar çıkarılan yasaklı ve teşvikli yasaların hiçbiri uygulanmadı. Şayet izinsiz fındıklık oluşturanlara verilecek para cezası yasası uygulanabilirse, bunun Ünye`nin doğusundaki ana üretim bölgesindeki üreticilerin yararına olacağı kanaatindeyim. Çünkü, başta Samsun`un Bafra ilçesi olmak üzere, Orta ve Batı Karadeniz`de yeni bahçeler tesisi hızla sürüyor. Doğu Karadeniz`de yeni bahçe yapımı yok denecek düzeydedir. Hatta belki de azalmaktadır` dedi.


`Ünye`nin batısındaki dikim alanları durdurulmalı`


Ordu`nun Ünye ilçesinin batısını kast ederek, `Batıda devlete ait arazilere ve yılda 23 ürün alınabilecek verimli topraklara fındık dikimi hızla devam ediyor` uyarısında bulunan Cirav, yetkililerden şu isteklerde bulundu: `Devlet, önceden çıkardığı yasaların uygulanmasında şimdiye kadar neler yaptı? Önce bunu sorgulamalı. Gereğini yerine getirmeli. Sonra, gerekli tespitleri yaparak fındık envanteri çıkarılmalı. Ünye`nin batısındaki alanlarda yeni dikimler mutlaka bir şekilde durdurulmalı. Ama ceza ile ama geçmişte çıkarılan yasaların devreye sokulması ile. Gereken yapıldıktan sonra 700 YTL veya daha farklı ceza uygulanması doğru olabilir.`


TMO alımları sürüyor


Bu arada 2006 yılında fındık üreticisinin yaşadığı üretim arzı fazlası yüzünden düştüğü durum ve Ordu`da 100 bini aşkın üreticinin toplanıp TZOB Başkanı Şemsi Bayraktar önderliğinde yolları kesmesi, hükümetin fındık konusunda acil önlemler almasına neden oldu. Geçen yıl üreticinin arz fazlası karşısında bazı AKP`li milletvekillerinin de devreye girip, Başbakan`ın danışmanı olan fındık ihracatçısı Cüneyd Zapsu`ya `çok ucuza` fındık satın aldırma çabaları ve bunun ortaya çıkması sonucunda yaşanan skandal, 2007 yılında AKP Hükümeti`ne ders oldu. Fındıkta yaşanan sorunlarda bir denge unsuru olmak amacıyla geçen yıl sektöre giriş yapan Tarım Mahsulleri Ofisi(TMO), Avrupa Birliği`nin tüm karşı çıkmasına rağmen üreticiden fındık alımlarını sürdürüyor. (Söz konusu piyasa müdahalesi, AB`nin 2007 İlerleme Raporu`nda yer aldı) Üreticiye fındığın kilosuna Ocak fiyatıyla Giresun kalitede 5,35 YTL ve Levant kalitede 5,20 YTL fiyat ödeyen ve ödemelerini de zamanında yapıp, önceki yıl yaşanan yaraları sarmaya çalışan TMO, Fiskobirlik`in elinde kalmış 2005 ve 2006 ürünü fındıkları da, `Bakanlar Kurulu` kararı ile satın almaya başladı. (Tüccarlar 2006`da üreticiden fındığı 2 YTL gibi rakamlara almaya çalışmışlardı.)


`Birkaç kişinin oyununa müsaade edilmeyecek`


Piyasada fındık alım fiyatlarını düşürmek için çıkarılan `TMO alımları kesecek` söylentileri karşısında da hemen bir basın açıklaması yapan TMO Genel Müdürü İsmail Kemaloğlu, bu söylentilerin yalan olduğunu belirtip, `Kademeli fiyat artışı uygulamasına Ocak-2008 ayında da devam edilecek olup, üreticilerden fındık alımları TMO`ya ürün gelişinin bitmesine kadar sürdürülecektir` dedi. Kemaloğlu`nun açıklamasındaki şu bölüm, sanki Zapsu gibiler için yazılmıştı: `Kurumumuz; stoklarda bulunan önceki yıl mahsullerini de yeni yıl maliyetleri ile analiz edecektir. Dolayısı ile piyasanın kurumumuzdan ürün talep etmesi halinde açıklanacak fındık satış fiyatı 2007 yılı ürün maliyetleri esas alınarak belirlenecektir. Bu açıdan kurumumuzdan ucuz fındık alınabileceği yönündeki söylentilere itibar edilmemesi, önümüzdeki günlerde piyasa aktörlerinin mağdur olmaması açısından önem taşımaktadır. Hükümetimizin kararname ile verdiği geniş yetkiler de dahil her türlü yetki gerektiği zamanda kullanılarak, fındık ihracatından elde edilen ülke gelirinin düşmemesi yönünde gerekli hassasiyet gösterilecek, fındık piyasasının birkaç kişinin kısa vadeli oyunları ile şekillenmesine asla müsaade edilmeyecektir.` TMO Genel Müdürü açıklamasında, kurumun bölgede modern depolama hamlesi başlattığını da duyurdu.


Bu arada, dünyadaki fındık ihracatının yaklaşık yüzde yetmişini elinde bulunduran ülkemizin 2006 yılındaki toplam ihracatı 247 bin tonun üzerinde oldu. 1 milyar 467 milyon dolar tutarındaki ihracatın 1 milyar 194 milyon dolarlık bölümü başta İtalya, Almanya ve Fransa olmak üzere, AB ülkelerine gerçekleşiyor.


Zeytin dalında kurudu


Zeytin üretiminde büyük düşüş yaşanırken, zeytin ihracatını rekor düzeye çıkaran ihracatçılar da, `Bu yıl satacak ürün bulamazsak yaptığımız hamle büyük yara alacak` uyarısında bulundular


Zeytinin anavatanı olan ülkemizde bu yıl yaşanan kuraklık, dalındaki zeytini kuruttu. Türkiye İstatistik Kurumu, yaşanan kuraklık ve aşırı sıcaklardan dolayı zeytin üretiminde yüzde 34,8 oranında azalma yaşandığını açıkladı. Zeytinde yaşanan üretim düşüşü, ihracatçıları korkuttu.


Ağaçların yüzde 75`i sulanamıyor


Türkiye`de zeytin ve zeytinyağı sektörü, tarımdan sanayiye, sanayiden pazarlamaya kadar bir zincir içerisinde, önemli yan ürünleriyle birlikte 8-10 milyon kişinin geçimine katkıda bulunan bir istihdam alanıdır.


Son yıllarda yapılan dikimlerle yaklaşık yüz elli milyona yakın zeytin ağacının olduğu ülkemizde, mevcut ağaç varlığının yaklaşık yüzde 75`i, sulama imkânının olmadığı, çorak ve engebeli kır arazilerinde bulunmakta. Ege, Marmara, Doğu Karadeniz`de yetişen zeytinlerin dörtte üçü eğimli arazilerde yer almakta, Güneydoğu Anadolu Bölgesi`nde ise genellikle taban arazide zeytincilik yapılmaktadır. Toprak işlemesi de, taban arazide yapılan zeytincilikte mümkün olmaktadır.


İhracat artışı hem sevindirdi, hem korkuttu!


Siyah zeytin üretiminde dünyada birinci, genel zeytin üretiminde ise dördüncü olan Türkiye`nin ihracatı da her geçen yıl artmaktadır. En büyük sorun, sofralık zeytinin `çok tuzlu` bulunmasıdır. Bu yüzden siyah sofralık zeytini alan ülkelerin başında, Almanya gibi, Türk gurbetçilerinin yoğunlukta olduğu ülkeler gelmektedir.


Geçen sezona göre yüzde 18`lik bir artış göstererek, zeytin ihracatında 2006/07 sezonunu 92 milyon 366 bin 350 dolarlık rekor ihracatla kapatan Türkiye`de, 5 yılda 500 milyon dolarlık zeytin ihracatı hedefleniyor.


Kuraklık nedeniyle zeytin üretiminde yaşanan büyük düşüş ve hammadde fiyatlarının dünya fiyatlarının iki katına çıkması, rekor ihracat yapan ihracatçılarımızı kaygıya düşürdü.


Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Üyesi ve Ece Zeytinleri Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Gökalp, `Fiyat tutturamadığımızda pazarı kaybetmemiz halinde aynı pazara tekrar girmemiz 10 yıl alır. Sektörün bu kayba tahammülü yok, ihracat için uygun iklim oluşturulmalı. Bu sağlandığı takdirde 5 yıl içinde 500 milyon dolarlık zeytin ihracatına ulaşmak hayal değil` dedi. İhracat sezonunu rekorla tamamlayan sofralık zeytin ihracatçıları yeni sezonda ürünün hem az, hem de fiyatının yüksek olması nedeniyle ihracat rekoruna sevinemeden yeni sezonda mevcut pazarları kaybetmemenin telaşına düştüler.


`Tek yıllık` destek istiyorlar


Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Gökalp, kazandıkları pazarları kaybetmek istemediklerini belirterek, `Uzun yıllardan beri mücadele ederek Romanya, Bulgaristan, Kanada, Avrupa ülkeleri, ABD gibi ülkelerde raflara girdik ve markalı ürün ihracatı gerçekleştiriyoruz. Girdiğimiz raflardan çıkmamamız için ihracat kaydıyla ithalat dahil tedbir alınmasını istiyoruz. İthalat olmayacaksa da sektörün ihracatta rekabet gücünü koruyacak bir yıllık bir destek sağlanmasını istiyoruz. Girdiğimiz raflardan çıkmamız halinde o pazarları tekrar kazanmamız en az 10 yıl alır, kimse bizi 1 yıl süreyle beklemez. Bu şartlarda rekabet etmemiz imkansız. Sofralık zeytin sektörünün elde ettiği pazarlardan çıkmaması için destek sağlanmalı` şeklinde konuştu.


Zeytinyağında `markalı` ihracat artıyor


Dünya zeytinyağı üretiminde 4. sırada yer alan Türkiye, ambalajlı ve markalı ihracatını giderek artırıyor. Ambalajlı ihracat, 2006-2007 sezonunda 15 bin tona ulaşırken, dökme zeytinyağındaki ihracat düşüşü, toplam zeytinyağı ihracatı rakamlarında da bir önceki yıla önemli düşüşler yarattı. Türkiye`nin 1 Kasım 2006`da başlayan ve 31 Ekim 2007`de sona eren sezonda toplam zeytinyağı ihracatı, bir önceki sezona göre miktar bazında yüzde 11 gerileyerek 42 bin 389 ton, değer bazında ise yüzde 28 gerileyerek 145 milyon dolar olarak gerçekleşti. Ambalajlı ihracattan elde edilen katma değerin dökme ihracata göre çok daha fazla olduğuna dikkati çeken TARİŞ Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Başkanı Cahit Çetin, ihracatı yapılan ürünlerin üzerinde `Made in Turkey` damgasının bulunmasını da kendileri açısından büyük önem taşıdığını ifade etti.


Bilindiği gibi başta İtalya olmak üzere birçok ülke Türkiye`den ithal ettikleri `dökme` zeytinyağını paketleyip ve markalayıp, ihraç ederek, kendi ülkelerine yıllardır katma değer kazandırıyorlar. Bu arada, zeytinyağı üretimi ihracatı, dünyanın en önemli zeytinyağı üreticisi olan Avrupa Birliği`nde ortak Tarım Politikası olarak desteklenmekte, zeytinyağı üreticisine ton başına 1300-1400 dolara varan yardımlarda bulunulmaktadır.


YARIN : Sebze/ Meyve

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:48   #15
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
14 - Sebze / Meyve

Sebze ve meyvede sistem değişmiyor...


Köylü üretiyor aracı kazanıyor!


Sebze ve meyvede yaşanan haksız pazarlama sistemine kimsenin yıllardır `dur` demeye nedense gücü yetmiyor. Üretici ile tüketici arasına en az üç aracı giriyor!


Topraklarımızda meyve-sebze bereketi sürerken, bu bolluk ne yazık ki üreticinin yüzünü güldüremiyor. Çünkü o, ürettiği mahsulü aracılara çok ucuza kaptırıyor.


Yaş sebze-meyve alımlarında yıllardır var olan ve sadece aracıların yüzünü güldürebilen `3 aracılı` sistem, tüketiciye de `kaynağından satın alıp, ucuza yemek` şansını vermemekte. Ekonomik araştırmalar üretici düzeyinde yaygın olan pazarlama kanallarının `Üretici -Toptancı - Toptancı Hali - Perakendeci - Tüketici` şeklinde olduğunu ortaya koyuyor.


Üretim riski üreticinin omuzunda


Tarladan ya da bir ağacın dalından kilosu 50 YKr. olarak alınan bir ürünün fiyatı, tüketicinin filesine girene kadar en az 2 YTL`ye çıkıyor. Nakliye masrafı hariç, aracıların cebine üreticinin cebine girenin en az iki katı `tatlı para` girerken, üretim riskini de üretici tek başına kendi omuzluyor.


Dünyada üretilen incirin yaklaşık % 27`si, kayısının % 17`si, kavunun % 12`si, karpuzun % 11`i, yeşil fasulyenin % 14`ü, patlıcan ve domatesin % 9`u, turunçgillerin % 13`ü ülkemizde üretiliyor. Dünya sebze üretiminde de Türkiye`nin payının %3 dolayında olduğu biliniyor. Türkiye`de yaşanan bu yaş sebze-meyve üretim bolluğu, ihracata çok yansıyamamakta. Sebze-meyve üreticisi ülkeler arasında Türkiye ürününün sadece yüzde 5`ini ülke dışına pazarlayabilirken, bu oranlar İspanya için yüzde 45`e, İsrail için yüzde 31`e varabiliyor.


Türkiye`de üretilen yaş sebze ve meyvenin % 95`i ülke içinde kalırken, bu miktarın yaklaşık yüzde 30`u, ne yazık ki tüketileceği yerlere varamadan çürüyor.


İhracatı baltalayan sıhhi nedenler!


İhracatı vuran en önemli etkenlerin başında, `gıda güvenliği` konusunda yaşanan kötü tecrübeler geliyor. Örneğin, üreticinin hasada yakın bir dönemde ürününü kimyasal sentetik maddelerle ilaçlaması, zehrin, soğuk suyla yıkansa bile meyve-sebzeden sökülüp atılmasını engelliyor. Bu da, daha önce Türkiye`den bu tip ürün satın alıp geri yollamış olan birçok ülkeyi, topraklarımızda yetişen ürünlerden uzak tutmaktadır.


Gıda güvenliği konusunda henüz aşılamamış bir başka büyük sıkıntı da, özellikle bazı ürünlerde oluşan ve `karaciğer kanseri` dahil birçok hastalığa sebep olan `aflatoksin` dir. Bu çok tehlikeli toksin, toplanan ürünün hemen kurutulmadan nemli ortamda bekletilmesi sonucu oluşmaktadır.


Alfatoksinli ürünlere dikkat!


Yerfıstığı, antepfıstığı, fındık gibi kabuklu kuru meyveler; mısır gibi hububatlar, pamuk tohumu gibi yağlı tohumlar, incir, kayısı, üzüm gibi kurutulan meyveler ile kırmızıbiber, Aflatoksin oluşumuna çok hassastır. Çünkü bu ürünler nemli ve sıcak ortamlarda hasat edilmekte, ancak hemen kurutulamamaktadırlar. İşte bu yüzden üzerlerinde oluşan küf, sonunda Alfatoksin üretebilir. Yem olarak kullanılan mısır veya pamuk veya ayçiçeği küspesinden hayvanlara da bulaşabilen alfatoksin, o hayvanın sütü, eti veya yumurtası aracılığı ile yine insan sağlığına zarar verebilmektedir. Ülkemizde gıda maddelerinde bulunmasına izin verilen aflatoksin miktarı 5 mikrogram, Avrupa ülkelerinde ise bu miktar 2 mikrogramdır. Birçok ürünümüz AB kapısından `aflatoksinli` diye geri çevrilmektedir.


Peki ya bu ürünler imha mı edilmektedir?.. Ne yazık ki bu sorunun yanıtı, sofralarımızı göstermektedir!


Yıllar içinde üretimi düşenler


Yaş sebze - meyve üretimi, yaşanan tüm bu sıkıntılara inat, her geçen gün katlanarak artıyor. Örneğin bu sayfada da yer verdiğimiz tabloda görebileceğiniz gibi, son 20 yılda meyvede 6 milyon 671 bin 362 ton üretim artışı gözlenirken, sebzede 20 yıllık artış 8 milyon 690 bin 411 tonu buluyor.


Peki ama bu uzun yıllar içerisinde hangi sebze veya meyvenin üretimi azalıp, hangilerinin üretimine ağırlık verildi?


Üretimi artmayıp aksine azalanlar arasında sebzelerde, `balkabağı, dolmalık biber, kara lahana, pazı ve bakla` yı sayabiliriz. Ancak yaşanan üretim düşüşlerinin bazı meyvelerde daha bariz olduğu görülüyor. Bunların başında kestane, muşmula, iğde, zerdali, kızılcık, turunç ve dut geliyor. Dutta düşme, kendiliğinden ipekçilikte de düşüşü getiriyor.


Üretimi katlanarak artanlar


Son yirmi yıldır üretimi ciddi anlamda artan sebze ve meyvelere gelince...


Üretimi iki kat artanlar:


Domates, hıyar, ıspanak,maydanoz, havuç, karnabahar; yeni dünya, fındık, erik, kayısı, kiraz, şeftali, nar, limon, portakal


Üç kat artanlar:Enginar; Antep fıstığı,zeytin, mandalina


Dört kat artanlar: Nane; Trabzon hurması


Beş kat artanlar: Marul; çilek, muz


Altı kat artanlar: Sivri biber, kırmızı turp, altıntop


Dokuz kat artanlar: Dereotu


On beş kat artanlar: Roka


Damak tadında yaşadığımız değişim!


Burada da gördüğümüz gibi, Türk insanının aradan geçen zaman zarfında öncelikle `salata kültürü`, `çoban salata` nın ötesine geçmiş ve salatasının içine marul, kırmızı turp ve roka koymaya alışmıştır. Bu damak tadı değişimi yemeklerde de kendini, dereotunun `9 kat daha fazla` kullanımıyla göstermektedir. Ayrıca 20 yıl önce sofralarımızda bulunmayan `kültür mantarı, brokoli, kivi ve avakado` da, son birkaç yıldır buzdolabımızda eksik olmamaktadır.


Çayda da bitki-meyve dönemi yaşanıyor


Değişen beslenme alışkanlıklarımız, sıcak içeceklerde de kendini gösteriyor. Bitki-meyve çaylarında son 5 yılda yüzde 30`luk bir büyüme yaşandı. Önümüzdeki yıllarda bunun yüzde 15 daha artması bekleniyor. Pazarın büyümesine, tüketicilerin yaşam ve beslenme alışkanlıklarının son yıllardaki değişimi neden olurken, yapılan araştırmalar 2007 yılında Türkiye`deki hanelerin yüzde 9`una bitki-meyve çayı girdiğini gösteriyor. Özellikle ıhlamur, adaçayı, kuşburnu gibi bitki ve meyvelerle hazırlanan çayları, soğuk kış günlerinde ve mevsim geçiş dönemlerinde baş gösteren üst solunum yolu enfeksiyonlarında rahatlamak için kullanan tüketiciler, böylece içtikleri çaydan hem keyif alıyorlar, hem de sağlık adına faydalanıyorlar.


YARIN: Besicilik / Sütçülük


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:49   #16
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
15 - Besicilik / Sütçülük

Batılı çiftçi kalkınırken Türk çiftçisi batıyor


TARIMIN BİLİNÇLİ YOK EDİLİŞİ


Süt üreticisi de tüketicisi de MUTSUZ!


Üreticinin sütünü çok ucuza alan sanayici, onu tüketiciye çok yüksek fiyatlarla pazarlıyor. Sonuçta, süt içemediği için kemikleri gelişemeyen insanlar haline getiriliyoruz!


Yapılan araştırmalar, Türk milletinin batılılara oranla yaklaşık 10 kat daha az süt içtiğini ve peynir yediğini ortaya koydu. Bizden yarı yarıya ucuza süt içebilen Avrupalı vücuduna yeterli kalsiyum ve proteini depolarken, protein deposu ette de aynı şansa sahip oluyor. Türk insanı ise, et ve süt cenneti sayılan Anadolu topraklarında yanlış politikalar ve uygulamalar sonucunda `yoksunluk` içinde bırakılıyor.


Batıda sütü üretici


kooperatifleri pazarlıyor


Süt alım fiyatlarının piyasanın insafına bırakılmış olması süt üreticilerini çok zor durumda bıraktı. Süt üretiminde girdi fiyatları her geçen gün artarken, sanayicinin üreticiye ödediği süt alım fiyatı ise yerinde sayıyor. Batılı ülkelerde süt üreticisi ürettiği bir litre süte karşılık iki kilo yem alabilirken, Türk süt üreticisi ise bir litre süte karşılık ancak 1 kilo yem alabiliyor. Bu da, sütün üretim maliyetini arttırıyor. Sütünü pazarlama şansına da sahip olamayan üretici, onu, kapısına gelen sanayiciye çok ucuza verirken, batılı meslektaşları ise kendi aralarında kurdukları kooperatifler aracılığı ile sütlerini pazarlıyorlar ve böylece tüketici ile aralarındaki aracıları yok etmiş oluyorlar. Bu durumda üreticinin cebine daha fazla para girerken, tüketici de taze ve ucuz süt içmiş oluyor.


Türkiye`de de üreticilerin kendi pazarlama ağlarını kurabilmeleri ve sütlerini tüketiciye `aracısız` ulaştırabilmeleri için destek görmeleri gerekiyor.


Ülkemizde halen süt üreticileri, ürettikleri sütün yüzde 35`ini kendileri tüketirken, geri kalanın yüzde 54`ünü sanayiye aktarmakta, yüzde 11`lik bir dilim ise, sokak sütçüleri tarafından açık olarak satılmaktadır. Sağlık açısından kontrol edilmemiş olan sokak sütünü satın alanlar, bunun nedenini genellikle `taze ve ucuz` olmasına bağlıyorlar. Ayrıca konsantre sütlerdeki katkı maddelerinin sütün kesilmesine bile imkan vermemesi, tüketicileri sanayileşmiş mallardan gittikçe uzaklaştırıyor. Ancak sokaktan alınan süt çok ciddi sağlık riskleri taşıyor ve mutlaka uzun süre kaynatıldıktan sonra içilmesi gerekiyor.


Haftada 1 bardaktan


az süt içiyoruz!


Türkiye`de süt içenlerle yurtdışında süt içenleri karşılaştırırsak, halen sürdürülen sistemdeki hatalar daha belirgin olarak anlaşılabilir. Üç yıl önceki rakamlara göre Türk insanı yılda ortalama olarak 9 litre kadar süt içip, bütün yıl boyunca sadece bir buçuk kilo


peynir tüketirken, bir Amerikalı`nın yılda 86 litre ve bir AB vatandaşının da yılda ortalama 81 litre civarında süt tükettiğini biliyoruz. Bir Türk`ün bir yıl boyunca içtiği 9 litre sütün 45 su bardağı ettiğini düşünürsek, sekiz günde bir bardak süt içtiğimiz ortaya çıkar.


Hayvan sayısı düştü, süt


üretimi arttı


Bu arada ülkemizde 15 yılda sağılan hayvan sayısı azalmasına karşın, üretilen süt miktarı ise kültür ırkları ve melezlerin oranının artırılması dolayısıyla yükseldi. 1991 yılında yaklaşık 6 milyon baş sığır sağılırken, süt üretimi 8,6 milyon ton civarında gerçekleşti. 2005 yılında ise sağılan hayvan sayısı yaklaşık 4 milyon baş iken, süt üretimi 10 milyon tona yükseldi. Dolayısıyla 1991 yılında göre 2005 yılında sağılan sığır sayısı yaklaşık 2 milyon baş daha az olmasına karşın, üretim yaklaşık 1,5 milyon ton artmış oldu.


Manda sütünün


tadını unuttuk!


Türkiye Ziraat Odaları Birliği`nin hazırladığı Hayvancılık Raporu`nda süt üretimimizin yüzde 90`ının ineklerden sağlandığı, geri kalan yüzde 10`luk kısmı da, koyun, keçi ve manda sütünün oluşturduğu belirtiliyor. Oysa bundan 16 yıl önce bu oran yüzde 17`ye varıyordu. Keçilerin ormanlara zarar verdiği düşüncesiyle Hükümetçe desteklenmemesi, manda üretimi konusunda da yardımcı olunmayıp, ülkenin tek mandacılık enstitüsünün bile yakın geçmişte kapatılması, Türkiye`de ciddi bir keçi ve manda kaybına neden oldu. Koyunların sayısı da, gerek terörden kaynaklanan sorunlar, gerekse sağlıkta `kolesterol` kaygısı yüzünden azaldı.


Etin kilosu maliyeti karşılamıyor!


Kesimlik hayvan yetiştiren besicilerin sorunları da, süt üreticileri ile paralellik gösteriyor. Besiciler, üretim maliyetleri içinde yüzde 60-65 düzeyinde yer tutan yem fiyatlarının yüksekliği karşısında isyan ediyorlar.


Ankara Ticaret Borsası Başkanı olan ve aynı zamanda TOBB Başkan Yardımcılığı görevini de üstlenen Faik Yavuz, 2006`da başlayan ve 2007 yılında en üst düzeye çıkan maliyet artışlarını şöyle değerlendirdi:


` - 2006 hasat döneminde 0.26 YTL olan arpa, Şubat-Mayıs 2007 döneminde ortalama 0,40 YTL`dir.


- Saman, 2006 hasat döneminde 0,10- 0,13 YTL arası iken ocak ayından itibaren 0,20 - 0,23 YTL`ye çıkmış, yeni hasat döneminde kuraklığın da etkisiyle saman fiyatını 0.35 YTL `ye kadar yükselmiştir.


- Kepek fiyatları 0,23 YTL den, 0,34 YTL ye


- Yonca fiyatları 0,22 YTL`den, 0,40 YTL`ye


- Kuru küspe 15 Ykr`den, 23 Ykr`ye


- Karma yem 50 kg çuval 17 YTL`den, 23 YTL`ye yükselmiştir.`


`Bir büyükbaşın


günlük bakımı 5 YTL`


Yavuz, bir hayvanın günlük yem, ilaç ve bakım giderinin bir yılda 3,2 YTL`den 5 YTL`ye yükseldiğini belirterek, `Tüm bunları alt alta getirdiğinizde, 1 kg etin maliyet fiyatı 8,2 YTL`ye ulaşmaktadır. Buna karşın sektörde çalışanların tabiri ile Bıçak dediğimiz, derili ve sakatatlı kesim ücretinin kilosu 7,5 YTL`dir ve ne yazık ki bu fiyata da satacak yer bulmakta zorlanmaktadır` dedi.


Kilo başına 1 YTL`lik prim istiyor


Hayvancılık sektöründe seri halde iflasların kaçınılmaz hale geldiğini ileri süren Faik Yavuz, Ankara Ticaret Borsası`nın internet sayfasından AKP Hükümeti`ne şu öneride bulundu:


`Hiç olmazsa, sorunları çözmek için kilo başına verilecek 1 YTL`lik prim, sektöre can suyu olacaktır. Bununla ilgili kaynak da Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Hayvancılığa Destek Fonlarından sağlanabilir. İnanıyorum ki, sektör birkaç ay gibi çok kısa bir süre içinde hayata tekrar dönebilir. Çünkü 2004 yılında da buna benzer bir kriz yaşanmış ve yukarıda temas ettiğim yöntemle çok kısa süre içinde çözülmüştü. Yani Amerika`yı tekrar keşfetmeye gerek yoktur.`


Kesimlik hayvan sayısı yarı yarıya azaldı.


Türkiye`de hayvancılığın yaşadığı çöküşün en büyük nedeni, Et ve Balık Kurumu ve Süt Endüstrisi Kurumu`nun `özelleştirilme` kılıfı altında yağmalanması oldu. Bir kısım güçler, bu kurumlara ait tesislerinin üzerinde bulunduğu arsalara gözlerini dikerken, et ve süt sektöründe faaliyet gösteren bazı firmalar da `büyük bir rakibi yok etmenin` keyfini yaşadılar. Olan, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolulu küçükbaş ve büyükbaş hayvan üreticilerine ve Türkiye`nin hayvancılık sektörüne oldu. İlk kombinasını 1953 yılında Erzurum`a kurmuş olup yıllar içinde birçok ilde faaliyet gösteren ve sektörün en büyük et entegre şirketi haline gelmiş olan Et ve Balık Kurumu`nun, bölge yetiştiricileri için anlamı çok büyüktü. Bölge karla kaplandığında onlara yem yardımı yapan, hayvanları büyüdüğünden onu üreticiden satın alan, kesimhanelerinde kesim olanağı sunan bu kurum 1992 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile özelleştirme kapsamına alındı. Bu karar, hayvancılık sektörü için sonun başlangıcı oldu.


1994 yılında apar topar satılan 12 kombina ve 2000 yılında da buna 6 kombinanın eklenmesiyle Türk ekonomisi 1990- 2005 yılları arasındaki 15 yıllık dönemde, et üretiminde yüzde 19,2`lik ve hayvan kesiminde de yüzde 53`lük bir gerileme yaşamış oldu. Şimdi devlet, yapılan `özelleştirme hatası` nın yarattığı yaraları sarabilmek için, EBK`ndan elinde kalan kısıtlı tesislerle, TAR-ET adı altında bir `sözleşmeli besicilik` projesi başlattı.


`Piyasadaki etlerin yarısı yasal değil`


Bu arada Ankara Ticaret Odası da Hayvancılık konusunda bir rapor yayınlayarak, sektörde son 20 yılda yüzde 33 oranında azalma olduğunu açıkladı. Ayrıca, yediğimiz 1 milyon ton etin yarısının da kaçak ya da kayıt dışı olduğu ileri sürülen raporda, `kaçak giren etin bilançosu yaklaşık 5 milyar YTL`dir` denildi. Türkiye`de koyun varlığının azalmasından dolayı ortaya çıkan kaybın da 3 Milyar doları bulduğu belirtilen raporda, 2010 yılına kadar protein ihtiyacının karşılanması için et üretiminin yüzde 300, süt üretiminin ise yüzde 50 arttırılması gerektiği ifade edildi.


Hayvancılıkta üreticilerin


sorunları


* Yem çok pahalıdır.


* Kaliteli kaba yem açığı sorunu sürmektedir.


* Islahta beklenen hedeflere bir türlü ulaşılamamıştır.


* İşletme sayısı çok fazla, işletme başına düşen hayvan sayısı gelişmiş ülkelere göre çok düşüktür.


* Hayvan başına verimler gelişmiş ülkelerinin gerisindedir.


* Hem hayvan sayısı, hem de hayvansal üretim miktarı gün geçtikçe azalmaktadır. En hızlı kayıp manda ve manda ürünlerinde olmaktadır. Ayrıca keçi üretimi de çok düşmüştür.


* Hayvan hastalıkları ile etkin bir mücadele programı oluşturulamamıştır.


* Sınırlardan kaçak hayvan girişlerinin önlenmesinde etkinlik sağlanamamıştır.


* Mevcut pazarlama yapısı üreticinin ürününü değer fiyatına satmasına katkı sağlamaktan uzaktır. Bunun sonucu olarak tüketici de ucuza gıda tüketememekte, aracı kesimin bozuk ve düzensiz pazarlama yapısından haksız kazanç sağlaması engellenememektedir.


* Üretici etkin ve güçlü bir örgütlenme çatısı altında toplanamadığı için üretimden pazarlamaya kadar ki aşamalarda yaşadığı sorunlara çözüm bulmakta yetersiz kalmaktadır. Bu durum üreticinin güçlü sanayiciler karşısında pazarlık gücünü düşürmektedir.


* Hayvansal ürünlerden ciddi bir ihracat potansiyeli de oluşturulamamıştır.


* İşletmelerin kredi talepleri çeşitli nedenlerle karşılanamamaktadır.


YARIN: Duyun bu sesleri!


::.. Serpil ÖZKAYNAK..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-08-2009, 23:50   #17
Ağaç Dostu
 
karinca70's Avatar
 
Giriş Tarihi: 14-04-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 3,235
16 - Duyun Bu Sesleri

Duyun artık bu sesleri!


Türk tarımının ve çiftçisinin sorunlarını 15 gündür bu sayfadan sizlere duyurduk. Bugünkü son bölümümüzde de, dile getirilen sorunların hangi bölgelerde yaşandığını bilmenizi istedik. Aslında çoğunuz bunu biliyor çünkü bu bölgelerin çocuklarısınız. Ama ya yetkili koltuklara geçtiklerinde bu sorunları unutanlar? Onların da, sorunları bildiğinizi bilmelerini istedik!


* Serpil ÖZKAYNAK


Bölgeler ve sorunları


Bir yandan iklim koşulları ile mücadele eden üretici, diğer taraftan da tarımımızı baltalayan ABD ve AB destekli politikalarla topraktan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bölge bazında incelediğimizde, birçok bölgenin aynı sorunlarla karşı karşıya kaldığını görüyoruz. İşte, ülkemizin yedi ayrı bölgesi ve çiftçilerimizin belli başlı sorunları!..


Marmara Bölgesi


Bölgede bulunan iller, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Edirne, İstanbul, Kırklareli, Kocaeli, Sakarya, Tekirdağ ve Yalova`dır. Ayrıca Bozcaada ve Gökçeada da Marmara Bölgesi içinde sayılır. Marmara Bölgesi, ayçiçeği ve pirinç üretiminde diğer bölgelere kıyasla önde olup, bölgede buğday, zeytin, şeker pancarı, tütün, üzüm ve mısır da üretilmektedir. Pek çok sebze ve meyvenin yetiştirildiği bu bölgede, ahır ve kümes hayvancılığı da gelişmiştir.


Sorunlarından bazıları:


* Bu yılki kuraklık özellikle buğday ve ayçiçeği ürecilerini çok zor durumda bırakmıştır.


* Bölgenin en büyük sorunu sanayileşme ve alınan göçlerle, eldeki tarım arazilerinin yapılanmaya açılması ve bu arada yaşanan çevre kirliliği ile doğanın yok edilmeye çalışılmasıdır. İstanbul ve Bursa`nın ardından şimdi de Çanakkale, çevre kirliliği tehdidi altındadır.


* Doğrudan Gelir Ödemeleri Sistemine geçildikten sonra tarımda üretim birçok üründe düşmüş, örneğin Bursa`da bu düşüş kuru soğanda yüzde 47; üzümde yüzde 20 ve domates üretiminde de yüzde 27 oranında yaşanmıştır.


Akdeniz Bölgesi


Bölgede bulunan iller, Adana, Antalya, Burdur, Hatay, Isparta, Kahramanmaraş, Mersin, ve Osmaniye`dir. Bölgeye, ılıman Akdeniz iklimi hakimdir.


Türkiye`de tarımdan elde edilen gelirin en yüksek olduğu bölgelerdendir. Antalya ve Mersin, Türkiye`nin en önemli seracılık merkezleridir. Öte yandan, narenciye bahçelerinden toplanan turunçgiller, ülke üretiminin yüzde 89`unu sağlarken, Akdeniz Bölgesi ülke bazında yer fıstığı üretiminin yüzde 90`ını, muz üretiminin tamamını, soya üretiminin yüzde 91`ini, karpuz üretiminin yüzde 29`unu, zeytin üretiminin yüzde 15`ini ve üzüm üretiminin yüzde 17`sini üstlenir. Kıyı kesiminin başlıca ürünleri pamuk, susam, yer fıstığı, turunçgiller, muz, zeytin, incir, üzümdür.


Sorunlarından bazıları:


* Pamuktan vazgeçen üretici, mısır ekimine ve seracılığa yönelmiştir. Ancak ucuz ithal mısır, mısır üreticisini çok zor durumda bırakmıştır.


* Narenciyede pazarlama sorunu yaşanmaktadır.


* Akdeniz Meyve Sineği kontrolü için acil önlemler alınmalıdır.


* Ürün çeşidindeki değişimleri yönlendirecek bir kuruluşa acilen ihtiyaç vardır.


* Tarım arazileri imardan korunmalıdır.


* İlaç kalıntı sorunu bir an önce çözülmelidir.


* İklim kontrollü modern seraların kurulması teşvik edilmelidir.


* Muz üreticilerine yönelik bilimsel eğitim çalışmaları yapılmalı ve hangi ölçüde hangi gübreyi kullanmaları gerektiği anlatılmalıdır.


Ege Bölgesi


Bölgede bulunan iller, Afyon, Aydın, Denizli, İzmir, Kütahya, Manisa, Muğla ve Uşak`tır. Bölgenin kıyıları Akdeniz ikliminin etkisindedir. İç Batı Anadolu`da ise iklim koşulları daha serttir. Üretim verimliliği çok yüksek olup, ülkemizdeki sebze üretiminin yaklaşık yüzde 20`sini karşılayan Ege bölgesi`nde, üzüm üretimi yüzde 43, zeytin ve zeytinyağı üretimi yüzde 80, kiraz üretimi ise yüzde 32 oranındadır. Türkiye`deki incir ağaçlarının yüzde 81`i de Ege Bölgesi`ndedir. Büyükbaş ve küçükbaş hayvancılıkta ülke ortalamasına yakın olan bölge, yumurta tavukçuluğunda ise, ülke toplamının yüzde 23.4`ü ile ilk sırada gelmektedir. İç Batı Bölümü`nde en fazla, buğday, şeker pancarı ve haşhaş yetiştirilirken, bölge genelinde üretilen sanayi bitkilerinin başında tütün, pamuk, susam, keten, şekerpancarı sıralanır.


Sorunlarından bazıları:


* `Kurak` konumdan, `çok kurak` konuma geçiş sürecinde olan Ege bölgesinde sulama yatırımlarının arttırılması gerekmektedir.


* Pamuk üretim alanlarının ABD ve AB`nin destekleme politikaları ve damping uygulamalarına bağlı olarak son üç yılda yüzde 37, son on yılda ise yüzde 46 azaldığı bilinmektedir.


* Pamuktan uzaklaşan üretici mısır üretimini yeğlemekte, ancak düşük mısır fiyatları ile ayrı bir sıkıntı içine düşmektedir.


* Narenciye, özellikle de satsuma mandarin üretiminde, dış ticaret teşvikinden yoksun ihracatçının, dış piyasa fiyatları ile rekabet avantajını yitirmesi sonucunda, alımları durdurması ile üretici büyük zarara uğramıştır.


* Çoğu tütün üreticisi de, çıkarılan Tütün Yasası yüzünden zeytinciliğe yönelmiştir.


İç Anadolu Bölgesi


Bölgede bulunan iller, Ankara, Aksaray, Çankırı, Eskişehir, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Nevşehir, Niğde, Sivas ve Yozgat`tır. Türkiye`de tahıla ayrılan toprakların yaklaşık yarısı bu bölgededir. İç Anadolu`da daha çok sulanamayan kısımlarda buğday ekilirken sulanabilen yerlerde de daha çok şeker pancarı ve elma başta olmak üzere meyve yetiştiriciliği yapılır. Bu arada Türkiye patates üretiminin yüzde 23`ü ise, Niğde`de gerçekleştirilmektedir.


Sorunlarından bazıları:


* Bölgenin susuzluk sorunu, `acilen` çözüm beklemektedir.


* Buğday ve şekerpancarında yaşanan sorunlar, diğer bölge üreticileri ile aynıdır.


* Şehirlinin `banka kredisi ile yeni otomobil alma merakı` nın bir benzeri, son yıllarda tarım kesiminde de yaşanıyor. Çiftçinin `iş görür haldeki` eski traktörünü elden çıkarıp, `banka kredisi ile son model traktör alma merakı`, birçok yuvayı şimdiden söndürdü. Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası Konya Şube Başkanı Hasan Hüseyin Motuk, Konya`da birçok çiftçinin, çoğu yabancı ortaklı bankaların verdiği kolay kredilerle `yeni traktör alma hevesine` kapılıp yüksek borç altına girdiklerini ve sonunda birçoğunun da borcunu ödeyemeyip, tarlasından olduğunu söyledi.


Karadeniz Bölgesi


Bölgede bulunan iller, Amasya, Artvin, Bartın, Bayburt, Bolu, Çorum, Düzce, Giresun, Gümüşhane, Karabük, Kastamonu, Ordu, Rize, Samsun, Sinop, Tokat, Trabzon ve Zonguldak`tır. Karadeniz Bölgesi`nin kıyı kesiminin tamamında balıkçılık yapılmakta, tarım ise bölgelere göre farklılık göstermektedir. Özellikle Batı ve Orta Karadeniz Bölümü`nde mısır, buğday, pirinç, şeker pancarı, tütün, kenevir, soya fasulyesi ziraatı yapılmaktadır. Orta Karadeniz Bölümü`nün en doğusunda bulunan Ordu ilinde de ülkemizin yarıya yakın fındık üretimi gerçekleştirilmektedir. Doğu Karadeniz bölgesinde ise en çok yetişen ürün, kuşkusuz çaydır. Bölgede ayrıca fındık ve mısır da yüksek miktarda üretilir. Dağların ardındaki iç bölgelerde ise buğday, tütün, şeker pancarı ve patates yetiştirilir. Hayvancılık, Batı Karadeniz ile Orta ve Doğu Karadeniz`in iç bölümlerinde yapılır. Kelkit yöresinde organik üretime de geçilmiştir.


Sorunlarından bazıları:


* Samsun`da tütün alanları büyük oranlarda azaldı ve kent merkezinde bulunan sigara fabrikası ile yaprak tütün işleme tesisleri ve depoların çoğunluğu kapatıldığı için işsizlik çığ gibi büyüdü.


* Girdi fiyatlarında yaşanan artışlar yüzünden, pek çok üretici çeltik, mısır, buğday, ayçiçeği, şeker pancarı ekmekten vazgeçti.


* Pazarlamada soğuk zincir yetersizliği ve yörede işleyebilecek tesislerin olmaması yüzünden sebze üretiminde ürünlerin çoğu çürüyor.


* Arka arkaya gelen doğal felaketler ve 2006`da yaşanan fiyat felaketi (bir önceki yıl kilosu 7-8 YTL`den satılan ürünün 2 YTL`ye satılması) fındık üreticisini perişan etti.


* Çaya maliyetin altında ödenen alım fiyatları ve uygulanan kotalar, üreticiyi zor durumda bıraktı.


Doğu Anadolu Bölgesi


Bölgede bulunan iller: Ağrı, Ardahan, Bingöl, Bitlis, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Hakkari, Iğdır, Kars, Malatya, Muş, Şırnak, Tunceli, Van


Bölge halkının en önemli geçim kaynağı tarımdır. Ovalarda en çok buğday, arpa, tütün, şeker pancarı ve baklagiller yetiştirilir. Doğu Anadolu bölgesi, küçükbaş ve büyükbaş hayvancılıkta Türkiye`nin önde gelen bölgesidir.


Sorunlarından bazıları:


* Ürünlerde çeşitlilik az, nadas alanları fazla, sulanan tarım alanları yetersizdir.


* Zirai ve hayvancılık sektörü, yetersiz girdi kullanımına bağlı olarak potansiyel üretim seviyesine ulaşamamaktadır.


* Soğuk hava depolarının olmayışı, depolanabilir ürünlerde erken satış zararı oluşturmaktadır.


* Hayvancılık işletmeleri küçük, hayvanların çoğunluğu da düşük verimli yerli ırklardan oluşmaktadır. Mezbahalar ile et ve süt ürünleri işleme tesisleri yetersizdir.


* Süt toplama merkezlerinin olmaması nedeniyle süt üreticisi ve süt tesisleri arasında zincir kurulamamakta, bu nedenle üretici ürünü satamamaktadır.


Güneydoğu Anadolu Bölgesi


Bölgede bulunan iller: Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt ve Şanlıurfa`dır. Bölgeyi `Orta Fırat` ve `Dicle` olarak sağlı sollu iki bölgeye ayırdığımızda, Atatürk Barajı`nın bulunduğu ve Şanlıurfa Gaziantep, Adıyaman ve Kilis illerinin yer aldığı Orta Fırat bölümünün çoğunda Akdeniz iklimi görülür. Bölgenin içlerine doğru iklim karasallaşır. Bölgede tahıl ekiminin yanısıra tütün, mercimek, antep fıstığı, pamuk ve çok olmasa da üzüm ve zeytin yetiştirilir. Öte yandan Dicle, Ilısu, Batman ve Devegeçidi Barajları`nın bulunduğu ve Diyarbakır, Batman, Siirt ve Mardin illerinin yer aldığı Dicle Bölümü`nde nüfus yoğunluğu daha fazla, iklim ise çok serttir. Halkın başlıca geçim kaynağı tarım olup, düz alanlarda en çok tahıl, mercimek, pamuk ve karpuz üretilir. Dağ yamaçlarında da genelde üzüm bağları ve meyve bahçeleri bulunur. Bölgede küçükbaş hayvan yetiştiriciliği çok önemlidir.


Sorunlarından bazıları:


* Yazın kuraklık, kışın don yüzünden çiftçi büyük sıkıntı yaşamakta ve bir an önce sulama projelerinin hayata geçirilmesini beklemektedir.


* Terör ve EBK`nın özelleştirme süreci, bölgedeki hayvan yetiştiriciliğine çok zarar vermiş, koyun sayısında ciddi azalmalar yaşanmıştır.


... B İ T T İ ...


::.. Serpil ÖZKAYNAK ..::

karinca70 Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Cevapla


Gönderme Kuralları
Yeni konu gönderemezsiniz
Konulara yanıt veremezsiniz
Ek dosya yükleyemezsiniz
Kendi gönderilerinizi düzenleyemezsiniz

BB code Açık
Smilies Açık
[IMG] Kodu Açık
HTML Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum saati Türkiye saatine göredir. GMT +2. Şu an saat: 08:17.
(Türkiye için GMT +2 seçilmelidir.)


Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024