![]() |
|
|
![]() |
#1 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
Seferihisar Balık Avımız...
![]() Çeşmealtı şenliklerinden ayrılmış, Seferihisar’a doğru yola çıkmıştık. Vehbi bizden ayrılmış, karar verilen yere daha sonra; Devrim isminde bir arkadaşla birlikte geleceğini söylemişti. Haluk ağabey direksiyonda, ben sağ ön koltukta; Lidyalılar, İranlılar, Atinalılar, Ispartalılar, Kayralılar, Giritliler, Romalılar ve Selçuklulardan sonra Osmanlının toprakları olan bu güzel yarımadanın engebeli yollarından geçerken, fotoğraf makinem elimde hiçbir güzelliği kaçırmak istemiyordum. Haluk ağabey, ordusuna hükmeden komutan “Çaka Bey”in atını dizginlemesi gibi altındaki arabanın homurdanmasına aldırış etmeden, dönemeçleri bir bir gerimizde bırakıyorduk! Doğanbey beldesine geldiğimizde, Haluk ağabeyin evinde rengârenk güzel çiçekleriyle karşılaştım. Bu çiçeklerden Saray yavrusu evine, adeta güvenlik duvarı oluşturmuştu. Özellikle renk renk “aslanağızları” görülmeye değerdi. Yengemizin yaptığı nestcafe’leri yudumlarken, Haluk ağabey bahçesindeki çiçekleri, ağaçları ve meyvelerin yanı sıra; yakaladıkları bir bıldırcını anlatmıştı. Bahçelerinin dışında; hazineye ait doğal bahçedeki gelinciklerin, haluk ağabey ve komşularının çiçeklerine nazire edercesine boy göstermesi bir başka güzellikti. Haluk ağabey bana, deniz kıyısında, denize 20-30 metre mesafede, teknesini karaya çekmek için elektrikli calaskal’dan yaptığı ırgatı gösterip onun hakkında bana bilgi verdi. Bir ara komşusu Cemal ağabeyin evine gittik. Cemal ağabeyin ikram ettiği çayları içtikten sonra, Doğanbey köyünden arkadaşlarımız Vehbi ve Devrim ile buluşacağımız, Azmak bölgesine doğru hareket ettik. Saat 20.00 sırası azmak bölgesindeydik ve hemen oltalarımızı hazırlamaya başladık. Ancak akşam oynağı için çok geç kalmıştık. Bir saat kadar sonra Vehbi ve Devrim arkadaşımızda bize katıldı. Birlikte yaptığımız ve boş çektiğimiz atçeklerden sonra ben yemli atmaya karar verdim. Saat 22.00 gibi üç iğneli bir takımı yolda aldığımız sülünesler ile yemleyip denize attım. Bu arada arkamızdan esen poyraz rüzgârı öyle sert esiyordu ki, bizi, soğuk bir kış mevsimindeymişiz gibi üşütüyordu. Rüzgârı kesen büyük bir kum tepesinin önüne kampımızı kurduk. Ayağa kalktığımızda rüzgâr bizi yalayıp yutuyordu! Oturduğumuzda ise nispetten rüzgârın soğuğundan korunuyorduk. Bir taraftan yaktığımız ateşi sürekli besliyor, etrafta ne kadar yakacak ağaç dal poşet pet şişe, ne varsa yakıyorduk. Gelirken marketten aldığımız yiyecekleri yere serdiğimiz bir örtünün üzerine koyduk. Yanan ateşte acılı sucukları ve tavuk kanatlarını pişirdik. Ancak en önemli şey tuz almayı unutmuşuz. Vehbi kardeşimiz onun da çaresini buldu! Denizden aldığı bir bardak deniz suyu; hemen hemen aynı şeyi görmüştü. ![]() Saat 24.00 sırası Vehbi’nin daha önce telefonda konuştuğu iki arkadaşı Serkan ve Ercan yanımıza geldi ve yaktığımız ateşin etrafında yerlerini aldılar. Şu ana kadar her şey çok mükemmeldi. Bir tek havanın rüzgârlı olması tüm hesaplarımızı alt üst etmişti. Yaptığım araştırmalara göre Seferihisar'da yıllık ortalama rüzgâr hızı, yaklaşık olarak 3, 5 m/sn civarındadır. Ocak, Şubat, Mart aylarında rüzgâr hızında nispi bir artış gözlenirken Mart ayından Haziran ayına kadar bir azalma daha sonra tekrar yükselme gözlenmekte ise de bunlar önemli bir değer değildir. Diğer yandan kışın ve geçiş mevsimlerinde rüzgârın hızı zaman zaman oldukça artmaktadır. İşte bizim şansımıza esen poyraz o bahsedilen zamanlardaki rüzgârlardan olmalıydı! Ercan ve Serkan dostlarımız aramıza katıldığında Devrim kardeşimin tepkisi şu olmuştu. “Aaa ben bunları tanıyorum biri tamirci biri çamaşırcı.” ![]() İlerleyen saatlerde sazlı sözlü güzel bir gece oldu. Serkan dostumuz sazının tellerine vururken, hep birlikte şarkılarına eşlik ediliyordu. Zaman zaman alevlenen ateşin karşısında ısınıyor, fer’i geçtiğinde ise üşüyorduk. Rüzgârın kuvvetini arttırmış olması kurduğum oltanın zilini sürekli çaldırıyordu. Bu arada periyodik yem değişimi sırasında iki tane yılan balığı çektim. Bu balıklardan ilk defa yakalıyordum. Bizim oralardaki (İğneada) yılan balıklarından çok farklı balıklardı bunlar. Geldiği gibi bu balıkları geri saldık. Evet, tartışmasız balık bakımından çok verimsiz bir geceydi ama yeni tanıştığım dostlarla sohbet çok güzeldi. Hele ki kendimize yarattığımız macera ortamı süperdi. Saat 03.00 gibi oltamı sarmaya başladım oltada bir ağırlık vardı ama o ağırlığın balık olmadığını biliyordum! “ Bir Amerikalı arkadaşım, yedi yaşındaki çocuğunu bir gün balık tutmaya götürdü. Oltayı göle atıp, kaldıkları otele geri döndüler. Bir saat sonra, oltaya balık takılıp takılmadığını öğrenmek için göle gittikleri vakit, dört beş balık takıldığını gördüler. Çocuk, “Baba, ben balıkların oltaya takılacağını biliyordum.” dedi. Babası sordu: “Nerden biliyordun?” “Dua ettim de onun için.” Oltayı yeniden hazırladılar ve yemek için otele gittiler. Yemekten sonra döndükleri vakit, yine oltaya balık tutulmuştu. Çocuk, “Ben biliyordum, ” dedi. Babası sordu: “Nereden biliyordun?” “Dua ettim de onun için.” Oltayı tekrar göle attılar ve otele döndüler. Yatmadan önce göle gidip oltalarına baktıkları vakit, bir tek balığın bile yakalanmadığını gördüler. Çocuk, ”Ben, balıkların tutulmayacağını biliyordum, ” dedi. Babası sordu: “Nereden biliyordun?” “Çünkü dua etmedim.” “Niye etmedin?” “Çünkü oltaya yem takmadığını hatırladım da, onun için.” -Oltayla çektiğim, rüzgârın önüne katıp denize attığı kocaman içi su dolu bir poşetti. En son yemleri tazelemediğimi biliyordum! Daha fazla uykusuzluğa dayanamadım ve arabanın içine uyumak için saat 03.15 gibi gittim. Devrim kardeşimizde benden beş on dakika önce Vehbi’nin Niva cipine uyumaya gitmişti. Haluk ağabey, Vehbi, Ercan ve Serkan ateşin başında sazlı sözlü devam ediyorlardı. Arabanın içine girer girmez, Haluk ağabeyin battaniyesine sarılıp, ilk bir veya bir buçuk saat güzel uyudum. Bir ara Haluk ağabey’de arabanın arka koltuğuna uzanmıştı. Saat 06.00 gibi Devrim kapıya vurdu ve beni kaldırdı. Birlikte bir süre atçek yaptık. Daha sonra Haluk ağabey de bize katıldı. Ama maalesef kuzey batı rüzgârı tüm kıyıdaki balıkları açığa derinlere taşımıştı. Balık yoktu. Rüzgâr, gece estiği kadar etkili değildi ama halen devam ediyordu. Güneşi ne kadar özlediğimi, vücudumu ısıttığında daha iyi anlamıştım. Herkes uyandı ve günün önemini belirten birlikte bir fotoğraf çektirdik. Haluk ağabey ile şimdiye kadar sanal ortamdaki muhabbetlerimizde, bana nasıl bir izlenim verdiyse, şu ana kadar gördüğüm karakteristik özellikleri aynıydı. Kendisi son derece sakin, uyumlu, sevgi dolu bir insandı. İyi ki seni tanımışım Haluk ağabey, iyi ki sayende Vehbi kardeşimi, Devrim kardeşimi, Serkan ve Ercan kardeşimi tanıdım. Biliyorum ki, Azmak kıyısında olta atan benim candan dostlarım var. Onlara bir kez daha buradan selam olsun diyorum... Konuyla ilgili resimler M.Talip Girgin Düzenleyen Talip Girgin : 26-08-2011 saat 18:52 |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#2 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
İzmir Gezim Ve Dost Ziyaretlerim
![]() 24 Nisan 2011 İzmir: Saat 11.00 civarı Basmahane’ deki bir otobüs yazıhanesine gidip, bulabildiğim gece saat 22.00 arabasına 18 numaraya, Alanya için bir bilet aldım. Ağır olan çantamı burada bırakıp en son 24 sene önce geldiğim İzmir sokaklarında körfeze doğru yürümeye başladım. İlk önüme çıkan börekçide su böreği yiyerek karnımı doyurdum. Daha sonra bir kuaför aramaya başladım. Birden kendimi bitpazarının içinde saçı sakalına karışmış insanların sattığı, az kullanılmış eşyaların arasında buldum. &&& Ayıp olmasın dedim racondandır, gözlerimle de olsa kaldırıp attım tersine az kullanılmış gömlekleri, kot pantolon ve ceketleri... Sırasıyla denedim ayağıma olmayan, topukları yanlanmış iskarpinleri... Boncukları eksik, imamesi püskülsüz tespihler ile gazı taşı bitmiş çakmaklar tezgâhta... Gözlerinin feri gitmiş sarı dişli işportacılar “buyur bey abi” derken, klasik bir müzik çalıyor bu, dar sokakta. ... Acıdım adama, hani sigara da içmem ya, içen birine hediye ederim dedim. Az kullanılmış bir çakmak ilişti gözüme. “Ne kadar bunun fiyatı?” Dedim. “150 TL” dedi. !!! Bozuntuya vermedim tabi içimden, bu adam “deli” herhalde dedim. Bir diğerini gösterip “Peki, bunun fiyatı ne kadar?” dedim. “ 175 TL” dedi. Yok efendim bu adam zır deli! Peki, “bu deri kılıflının fiyatı ne?” dedim. Meczup “200 TL” dedi. Yani birden, deli meli demeden suratının ortasına bir tokat çakasım geldi! Tamam dedim. Bu adam hakikatten kafayı sıyırmış. 10 lira dese çıkarıp parayı vereceğim. Belki çakmak iki lira bile etmez! Ben “gariban bir yemek yesin çay içsin” diye düşünürken; bizim gariban inadına ben sordukça fiyatını yükseltiyor çakmakların. Saçı sakalına karışmış aşırı nikotinden bıyıkları sararmış ağzında dişleri eksik adam bana baktı; "Bey abi: İlk sorduğun çakmak 1960’ların Alman yapımı İbelo Monogas çok az bulunur ve antika bir çakmaktır. İkincisi ise yani şu; 1970’lerden yine Alman yapımı İbelo ile ünlü Colibri firmasının ortak, altın kaplama çakmağıdır. Bunlar antika olduğu için her yerde bulamazsın. Bu son sorduğunda ömür boyu garantili orijinal zippo dur..." Deme be ya! &&& Ana cadde üzerinde bir kuaför bulup saç sakal traşımı oldum. Sonra ver elini İzmir kitap fuarı; Alanya için bilet aldığım yazıhanelerin tam karşısından fuar alanına girdim. Kitapların içine girince matbaa kokusu aklımı başımdan aldı. Sırasıyla tüm küçük, büyük sergi demeden kitapları inceliyordum. Bazen patlamış fişek kokusunu içime çeker gibi; kitabı ortadan bölüp, burnumu kitabın tam kalbine sokup o kâğıt kokusunu içime çekiyordum. Bazen İstanbul Beylikdüzü’nde, Tüyap’ta yapılan kitap fuarlarından, tanıdık aşina yüzlerle sohbet ediyor, bazen bana ikram ettikleri çayları içiyordum. Nerden haberleri oldu bilmiyorum, o kocaman devasa hoparlörden; M.Talip Girgin’in İzmir kitap fuarına teşrif ettiği tüm İzmir halkına anons edildi ve birden bir alkış tufanı içinde kalakaldım. Orta yerde kurulan devasa demir platformun üzerindeki bir kürsüye nasıl, kimler tarafından çıkarıldığımı anlayamadım. Önüme bir mikrofon konuldu ve benden bir konuşma yapmamı istediler! &&& Mikrofona eğilip; deneme 1.2.3... mikrofonun çalışıp çalışmadığını kontrol ettikten sonra konuşmama başladım. -Sevgili İzmir halkı, dostlarım, arkadaşlarım yoldaşlarım... Dün sabah, Urla’daydım ve akşama kadar güzel insanlarla birlikte unutulmaz bir gün yaşadım. Sonra akşamüzeri davet üzerine, benim için organize edilen Seferihisar balık avına katıldım. Daha dün; akşam için hiçbir planım yoktu ama birden kendimi güzel bir maceranın içinde buldum. Varlıklarından haberim olmayan insanlarla iç içe, can cana sohbet deryasında gark oldum. Burada siz güzel insanların arasında bulunmaktan da son derece memnunum. Şimdi size küçük bir hikâye anlatmak ve sonucu üzerinde sizleri düşünmeye davet ediyorum. -Geçen asırlarda Türkiye’yi ziyaret eden ecnebiler hatıralarında, Türk insanının asaletini, zarafetini, nezaketini, terbiyesini, dürüstlüğünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Tarih Hazinesi mecmuasının Haziran 1951 tarihli sayısında, geçen yüzyılların o asil Türk’ü şöyle anlatıyor: İstanbul’da Bahçekapı’da, meşhur bir terzihanenin sahibi olan Macar Mösyö Bak, bir gün, Serkl Doryan Kulübü’nde, aralarında İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rum, Ermeni ve Yahudi bulunan bir topluluğa şunları söyledi. Ticarethanemizde kapıcılık yapan bir Türk, harbe giderken, daha evvelden ticarethanemizden aldığı on. onbeş lira borcu veremeyeceği için af diledi. Fakat harpten sağ dönerse bizzat kendisinin, şehit olursa, ailesinin bu borcu mutlaka ödeyeceğini söyledi. Umumi harp bittikten bir müddet sonra, bir gün pek genç bir delikanlı ziyaretime geldi ve kapıcının oğlu olduğunu söyleyerek, “Babam harpte şehit oldu,” dedi. “Vasiyeti mucibince size olan borcunu getirdim. Paramız olmadığı için, daha evvel getiremedim. Kusuruma bakmayın.” Ben parayı almamakla ısrar edince, çocuk çok müteessir oldu ve “Bu babamın vasiyetidir,” dedi. “Eğer almazsanız, onun ruhu muazzep olur. Bu, bir namus borcudur.” Gerçek bir Türk dostu olan Mösyö Bak, fıkranın sonunda gözleri yaşarmış olarak, gür sesiyle ve kendine mahsus edasıyla şöyle dedi: “Efendiler! Dünyanın en asil, en doğru, en namuslu milleti Türk milletidir.” &&& “Sevgili İzmir halkı, dostlarım, arkadaşlarım ve yoldaşlarım. Ben bu güne kadar yazdığım tüm yazılarda, Sayın Mösyö Bak’ın işaret ettiği Türk halkının ruhunun, batılılarca asimile edilemeyeceğini ve edilmemesi gerektiğini, bunun için hep birlikte her alanda savaş vermemiz gerektiğini yazdım. Benim bütün davam, hırçınlığım, geçimsizliğim, Türklere ait değerlere sahip olamayan ülkeler tarafından asimile edilmesi yolunda, onlara yardım eden zihniyetin, gizli nifakların, neşriyatta satır aralarına yerleştirdikleri kelimelerdir. Bu nifaklara üzerimizde hâkimiyet kurma fırsatını vermemeliyiz. Bugün burada kitap fuarında bulunan tüm insanlar, alacakları kitapların içine ruhen girdiklerinde, muhtemelen, hiç kuşkusuz sayfalarını araladıkları kitaplarda gururlu, onurlu bir kaptan edasıyla yeni ufuklara doğru yelken açacaklar! Burada alacağımız kitapları seçmek bizim elimizde, önsüzlerini okumak, sayfalarını aralamak bedava! Sizlere tavsiyem; deryalarda korsan gemisi kaptanı olmak yerine, insanları serüvenden serüvene sürükleyen bir aşk gemisi kaptanı olun! Sizlere tavsiyem; görünürde güler yüzlü, tatlı dilli olan yazarların; satır aralarına gizledikleri mesajlara dikkat etmenizdir. Ülkemiz insanının birliğini ve dirliğini savunan, değerlerini koruyan her dergi, mecmua, kitap ve gazeteye eyvallah. Tam aksine ülkemiz insanını bölmek, parçalamak, aşağılamak, isteyen neşriyata ilgi göstermemenizdir. İnsanları sürekli nifak ve iftiralar ile bataklığa çekmek isteyenler, kesinlikle başka ülkelerce zehirlenmemiş (!) bir Türk olamaz! İnsanlara devamlı olumsuzluklar empoze etmek isteyenler, halkı psikolojik olarak yıkmaya ve birbirlerine olan bağlılıklarını çözmeye çalışanlardır. Toplumumuzda “Hoş görü” bunlar yüzünden yok olmuştur. “Lütfen” kelimesini kullanan toplum; şimdilerde daha çok “hadi lan” demektedir. İşte tüm bunlar güzel yurdumuzu bölmek parçalamak isteyen, kendilerini yazar diye tanımlayan bölücülerin ortaya saçtığı nifakların getirisidir. Türk halkının bu kepazeliğe daha fazla tahammül göstereceğine inanmıyorum. Allah hepimizi satır aralarına gizlenen ve ortalığa zehir saçan neşriyattan korusun... Benim bütün meselem bu! Yanlış anlaşıldıysam af ola. Umarım sizlerin o değerli zamanınızı almamışımdır. Beni dinleme nezaketi (okuma) gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim.” &&& Kitaplarından satın aldığım, İstanbul’dan bir yayınevi sahibi arkadaşım, içimin geçtiğini görünce;“Talip Bey bir çay daha alır mısınız uykunuz açılır,” dediğinde, bulutların üzerinden indim. Ayaklarım yere bastı! &&& Tam çaprazımızda, Muzaffer Cellek Beyefendiyi sergisinin başında gördüm. Zaten buraya birazda onu görmek ve kitabını almak için gelmiştim. Arkadaştan izin alıp hemen Muzaffer beyefendinin yanına gittim. Kendimi ona tanıttım çok sevindi tabi! Bu arada yanında “Ayşen Kuran” MB yazanı arkadaşımız vardı ve bu vesile ile kendisiyle de tanışmış oldum. Muzaffer Bey’den ücreti karşılığında (15 TL) “Ört ki, Ölem” adlı imzalı kitabını satın aldım! Bir kez daha verdiğim sözü yerine getirmenin verdiği huzurla, dostlarımızdan izin alıp yanlarından ayrıldım. Sağ olsun Muzaffer Bey yemek davetinde bulundu ama İzmir’de bulunduğum süre içinde yemek ve içecekten sorumlu sponsorum olduğu için bu nazik teklifi üzülerek geri çevirmek zorunda kaldım ![]() Çıkışa doğru giderken “Eller ve Yüzler” Ara Güler fotoğraf sergisinden, haliçte eski bir sandalda kürek çeken ihtiyarın resmi hoşuma gitti. Rıfat Ilgaz’ın “Hababam sınıfı” resim sergisinde bulunan resimlerin altındaki notlardan Rıfat Ilgaz’ın hayat biyografisini bir kez daha okudum. Tam bu arada cep telefonum titreşim verdi. Kuzenim bana evden çıktığını nerede olduğumu sordu. Bende ona fuarda olduğumu söyledim. Kendisiyle konakta saat kulesinin orada buluşmaya karar verdik. Fuarın Basmane kapısından çıktım ve Metroya binerek Konağa geldim. En son 24 yıl önce geldiğim Konak Meydanı çok değişmişti. Eskisi gibi körfezin ağır kokusu yoktu. Manisa’dan gelen iki genç Fenerbahçeli taraftar ile bankta oturuyor ve onlarla sohbet ediyordum. Bugün Fenerbahçe’nin Buca sporla, maçı vardı ve bu yüzden İzmir sokakları oldukça kalabalıktı. Türk Balık Avı’ndan Dostum, arkadaşım, kardeşim İsmail Esencan ile telefonda birkaç kez konuşmuştum. Kendisi, bugün İzmir’deki maçlar yüzünden diğer arkadaşları gibi görevinin başındaydı. Urla’ya da bu yüzden gelememişti. Telefonda “sen gelmezsen ben gelir seni bulurum” dediğimde “İsmail kardeşim çok sevinirim ağabey buyur gel” dedi. Kuzenim ile konak önünde buluşup doğrudan yemek yemek için bir balıkçı restorana gittik. Hem balığımız yedik, hem sohbetimizi ettik. Kuzenimle 1987 yılından sonra 2008 yılında; rahmetli halam ile İstanbul’a oğlumun sünnetine geldiklerinde görüşmüştük. O günün, önceki buluşmamız ile arası tam 21 yıl! Oğlumun düğününden bu yana msn ve telefon görüşmesi dışında üç senedir yüz yüze görüşememiştik. Kuzenim Yemekten sonra MB yazanlarının meşhur ettiği Şükrü Beyin mekânına gidip Türk kahvesi içelim dedik. Zor bela sora sora Türk kahvecilerinin olduğu yeri bulduk. Ama Şükrü beyin dükkânı neresidir diye özellikle sormadık. Daha fazla dayanamadık ve Polat Cafe’ye girip iki tane kahve siparişi verdik. Kahveler gelip ilk yudumu almak için fincanı dudaklarıma götürdüğümde tam karşımdaki dar sokağın üzerinde “Şükrü Beyin yeri” yazan tabelayı gördüm. Kuzenime tabelayı gösterince gülmeye başladık tabi. Aslına bakarsanız ben burayı sahile yakın bir yerde hayal ediyordum. Meşhur olmayan (!) Polat Cafe’nin kahvesi bu kadar güzelse, meşhur olmuşların kahvesi kim bilir nasıl güzel olur diye geçirdim içimden. Bana göre bu Türk kahvesinin kalitesi buradaki tüm mekânlarda aşağı yukarı aynıdır. Başka türlü, hepsinin bir arada iş yapması mümkün olamaz! Sevgili İsmail Esencan’ın görev yaptığı Boğaziçi polis karakoluna gitmek için bize tarif ettiği otobüse binip saat 17.45 gibi Boğaziçi’ne geldik. Bizi karakolun bahçe kapısında karşılayan İsmail kardeşim ile bu, sanaldan çıkıp gerçekte ilk karşılaşmamızdı.“Kırk yıllık dost gibi” sözü bu gezimde dilimde pelesenk oldu ama görünen gerçekte buydu. Çaylar içildi resimler çekildi. Kuzenim; 1987 yılında yaptığım “İstanbul- İzmir- Fethiye” gezimde 6 ve 7 bölümlerde anlattığım, Bornova’da düğünü olan kişiydi. Kuzenim sanaldan gerçeğe dönüşen bu dostluğun samimiyetine canlı şahit olduğu için inanılmaz heyecanlıydı. Bunun olağan üstü güzel bir şey olduğunu, bana kendisinden ayrılıncaya kadar defalarca söyledi durdu. Kısacık bir sürede karakolda ilginç olaylara şahit olduk. İsmail kardeşimin zaman zaman takındığı tavır, yaptığı işin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Allahtan onun imdadına teneke mahallesindeki Hacı baba yetişiyordu! Ha hacı baba, ha hacı baba tekkesi siz ne derseniz deyin artık bu bizim aramızda küçük bir sır ![]() Yaklaşık bir veya bir buçuk saatlik sohbetimiz sonunda saat 19.00 gibi “More” ve İsmail Esencan kardeşim bizi Basmane’ye otobüs yazıhanelerinin olduğu yere bıraktılar ve kendileriyle vedalaşıp ayrıldık. Bu gezimde de görüşüp tanışıp tam olarak doyamadığım dostlardan ayrılmak, inanın bana çok zor geliyordu ama sınırlı bir zamanım vardı ve programım devam ediyordu. Kuzenimi de Buca otobüslerinin olduğu yere bırakıp, beni garaja götürecek servisi beklemek için bilet aldığım yazıhaneye gittim. Saatim geldiğinde İzmir’den tadı damağımda güzel anılar ile ayrıldım... Şimdi sırada Alanya vardı... KONUYLA İLGİLİ RESİMLER M.Talip Girgin |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#3 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
Rauf Usluer ile Derindeniz Balık Avım.
![]() Sanaldan gerçeğe dönüşüm sürecinde en fazla dikkate aldığım, kişilerin sanal âlemde sergilediği duruşudur! Bilgi ve becerilerini samimi şekilde, hiç bir menfaat gözetmeden paylaşıma sunan, insanda; tanışma ve sohbet arzusu yaratan renkli kişiler ile ortama uyum gösteren sağduyulu samimi insanlar, benim, her zaman kendime yakın bulduğum ve yüz yüze görüşmekten haz duyacağım insanlar olmuşlardır. Rauf Usluer, bunlardan birisidir. Kendisini sanal ortamda paylaşıma açtığı konulardan tanıdım. Tuttuğu balıklarla, çekildiği fotoğrafları büyük bir hayranlık ile izledim. Yazdığım veya yazılan yorumlara verdiği cevaplar da çok samimiydi. (Sanal âlemden gerçeğe dönüşümlerde şu ana kadar yoluma firesiz devam etmekteyim...) Rauf Bey ile kararlaştırdığımız gibi Saat 07.15 Alanya yat limanında buluştuk. Samimi bir kucaklaşmadan sonra, Rauf Beyin o birbirinden güzel derya kuzularını yakaladığı şirin teknesine konuşlandık. Balığa çıkmadan evvel tekneyi ve jig kamışlarını hazır hale getirmek tam 30 dakikamızı almıştı. Nihayet Alanya yat limanından 07.45 gibi sırtı çekerek esas av mahallimize doğru yol alıyorduk. Rauf Beyin yaptığı avları internette üye olduğum sitelerden herkes gibi bende izliyordum. Bugün burada kendisiyle av yapma şansını yakaladığım için kendimi çok şanslı hissediyordum. İlk jig denemelerimizi Alanya sırtındaki Toros dağlarından görünen ikisinin ayaklarının yere değdiği vadinin karşısında, kıyıya 2-3 km mesafede 70-90 metreler arasında saat 08.30 gibi yaptık. Deniz, bazen kıpraşıyor bazen çarşaf gibi oluyordu. Akıntı ve ağır dalgalar aksiyonunu bozmadan şirin teknemizin altından sabun köpüğü gibi kayıp, kıyıya; sabah suyuna, dere ağzına levrek avlamaya gelen kıyı balıkçılarına selamımızı iletiyordu! Oltalarımız bazen dipsiz bir kuyuya düşer gibi kanala düşüyordu. Deniz dibi coğrafyasının bu kadar değişken ve bizi ilgilendiren durumu karşısında şaşkındım. Evet, daha önce Karadeniz de İğneada da liman burnundan kerteriz alıp iki saat açıklarda ki deniz dibi adalarının varlığına, kalkan ağları atarken şahit olmuştum; ama ilk defa kıyıya bu kadar yakın bir yerde bu müthiş derinlik karşısında şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım. Rauf Bey ceketini çıkardı ve iç cebinden aldığı not defterine bakıp, daha önce balık aldığı kerterizlerinin yerlerine baktı. Yeni koordinatları balık bulucuya vererek başka bir noktaya hareket ettik. Saat 09.00 olmuştu. Rauf Bey jig kamışını ustaca kullanıyordu. Ben ise “aşağı yukarı” klasik tarzda kullanıyordum. Ama üstadın hareketlerini, tarzını beynime ufak ufak kaydediyor, gözlerimle bu stili prova ediyordum! Rauf Bey tekrar ceketini giydi, gözlüklerini taktı ve yeni koordinatları balık bulucuya verdi. Saat 09.42 ve yeni noktamızdayız. Oltalarımızı suya saldık saat 09.46 Rauf Bey “Yakaladım onu” dedi. Ve aşağıdan gelen misafirin ne olduğunu merakla beklemeye başladık. İki dakika sonra gelen balığın, hatırı sayılır altın benekli bir lagos olduğunu gördük. İlk defa canlı canlı yanımda jig ile bir balık yakalandığına şahit olmuştum. Üstelik bunu videoya kaydetmiştim. Üstadımı tebrik edip birkaç resim çektikten sonra oltalarımızı tekrar suya bıraktık. Bu kez gözümle aşina olduğum jig taktiğini yeni stilim ile kullanmaya başladığımda Rauf üstadımdan tam not aldım ![]() Kamışın ucundan gelen misinaya bakılırsa bu muhtemelen orta veya yüzeye yakın sularda dolaşan ve yaşamını dibe bağımlı kalmadan sürdüren bir balık olmalıydı. Daha önce jig ile balık yakalamadığım için aksiyondan gelen balığın cinsi hakkında yorum da yapamıyordum. Bir iki dakika sonra gelenin bir palamut olduğunu gördük. Rauf Bey bu anı videoya çekerek ölümsüzleştirdi. Bu benim jig ile yakaladığım ilk avımdı. Ayrıca bu balığın kanının hemen akıtılması gerekiyormuş! Sevgili üstadım balığın başaltına bir bıçak darbesi atarak, kanını denize akıttı. Saatler 10.30 Jig avcılığını bırakıp derin su avı için hazırlığımızı yapmaya başladık. Üstadım not defterine bakarak yeni kerteriz ve yeni derinlik için balık bulucuya yeni komutları verdi. Saat 11.30 sularında manüel el çıkrığı ile 350-400 metrelerde ilk mercan gelmişti. Balık vardı ama çıkrığın beklenmedik arıza yapması balıkların hayatını kurtarmıştı. ![]() Tam on parça balık almıştık. Bunlardan biri de sevimli küçük bir lipsöz; onu güzel bir törenle suya salarken, kulağına büyük babalarına selam söyleyip, yarın beni görmeye gelmelerini tembihlemiştim! ![]() Dokuz mercan bir palamut ve bir lagos ile Akdeniz’deki ilk balık avımızı sonlandırmıştık. Limana geldiğimiz de balıkları küçük çocukların misket sayması gibi saydık, yan yana getirip resimlerini çektik. Sonra, sırayla elimize alıp resimlendirdik. Bu bizim için büyük bir mutluluktu. Sabah 07.15 de buluştuğum Rauf Beyden saat 16.00 da ayrıldığım, yaklaşık dokuz saatlik süre içinde; bu beraberliğin her anından müthiş bir keyif almıştım. Bizler İnsan olarak; sevmeye, güvenmeye, arkadaşlığa, dostluğa önem veren bir toplumuz. Belkide son yıllarda, kaybolan değerlerimizden kalanlara sahip çıkma duygusu ile hareket ediyoruz! Günden güne asimile olan insan ilişkilerimizi değerlerimizi, kaybetme korkusunu içinde taşımayan insan var mı? Her ne için olursa olsun hayat güzel ve onu insan hak ettiği gibi yaşamalı. Sevgili Rauf Beye bana bu güzel günü yaşattığı ve ilk defa jig ile balık yakalama şansı verdiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Umarım yolumuz tekrar kesişir. Allah yolunu açık etsin reis; rastgele... Kardeşin: M.Talip Girgin. KONUYLA İLGİLİ RESİMLER ![]() |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#4 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
Alanya Derindeniz Balık Avım-2
![]() Zaman Ondan daha uzun bir şey yoktur, zira ezeli ve ebedidir. Ondan daha kısa bir şey yoktur, zira projelerin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Bekleyen biri için ondan daha yavaş(ağır); zevklenen biri için ondan daha çabuk bir şey yoktur. Büyüklüğü ile sonsuza kadar uzanır; küçüklüğü ile sonsuz parçalara bölünebilir. Herkes onu ihmal eder; herkes onun geçip gitmesine esef eder; onsuz bir şey yapılamaz. İstikbalin nesillerine aktarılmaya layık olmayan ne varsa, onları karanlıklara iter ve gerçekten büyük olan hareketleri ebedileştirir. İnsanın en kıymetli hazinesi zamandır.” ![]() “Oltacı Yem Market” sahibi Sevgili dostum Armağan Aygün’ün organize ettiği, Alanya ikinci derindeniz balık avımıza start verildi. Sabah 06.15 gibi, çıkacağımız teknenin sahibi Mehmet Bey ve misafiri Ankaralı adaşı Mehmet Bey ile Mahmutlar beldesinden geçerken beni de araçlarına aldılar. Yolda benzin alırken simit ve çay ile ufak bir kayıntı yaptık. Saat 06.45 gibi limanda Armağan kardeşimizi bizi beklerken bulduk. Kendisiyle daha önce birkaç kez telefonda görüşmüştüm ama şu an ilk defa yüz yüze geliyorduk. Birbirinin izini kaybetmiş iki eski dost, arkadaş, kardeş, özlemiyle sarıldık sımsıkı; evimden ayrılalı tam beş gün olmuştu ama şu ana kadar tanıdığım insanlardan aldığım pozitif enerji ile kendimi oldukça mutlu ve huzurlu hissediyordum. Sevgili Armağan kardeşim benim rahatım ve balık tutmam için her şeyi düşünmüştü. Oltalarım bile özel yapılmıştı. Üç yüz-dört yüz metrelerde balık avlayacağımızdan, özellikle benim için elektrikli çıkrık düzeneği bile ayarlamış! (sağ olsun) Saat 07.00 gibi limandan ayrıldık Av sahamıza giderken yüksekliği 250 metreyi bulan yarımadanın üzerindeki Alanya kalesini surlarını ve burçlarının heybetini izledik. O zamanın teknolojisi ve tecrübesiyle günümüze kadar ayakta kalabilecek bu surları ve burçları yapan nasıl bir zekâ ve beceriye sahip; insanın inanası gelmiyor. Armağan ve ben çıkışta bir süre sahtelerle sırtı çektik ama bir şey yoktu. Teknenin balık bulucu cihazı arızalıydı Kaleye sırtımızı verip açıklara doğru yol aldık. Daha önce kerterizi işaretlenen yerler de takımlarımızı Akdeniz’in mavi suları ile buluşturduk. İğnelerimizin ucunda yem olarak ithal uskumru kullanmıştık. Derin denizin özelliği oltalarınıza her türlü balığın gelme olasılığı olmasıydı. Ayrıca suyun derin olması takımının da özel olmasını gerektiriyordu. Tabi ki bölgenin usta avcılarının yaptıkları takım en iyi takım olmalıydı. Bir kulaçlık bedende altı adet 20 cm bir, uçları bedene fırdöndü ile geçirilmiş köstek vardı. Fırdöndünün her iki tarafına konan fosforlu boncuklar, (karanlıkta fark edilsin diye) stoperler tarafından sabitlenmişti. Atçeklerimiz yemlemelerimiz sürekli devam ediyordu ama henüz daha bir vuruş alamamıştık. Sevgili Armağan ve tekne sahibi Mehmet Bey, balığın olmaması karşısında mahcup olduklarını düşünüyorlardı ama ben onlara rahat olmalarını söylüyordum. Benim için balığın olması iyi olurdu tabi ama o kadar da önemli değildi. Çünkü ben, dün bu sularda o zevki tatmıştım. Şu anki dostluğu arkadaşlığı sohbeti kurmak ve Akdeniz’in mavi sularında geziyor olmak bile güzel bir şeydi benim için. Tekrar yerimizi değiştirirken sağ olsun Ankaralı Mehmet Beyin hazırladıkları ile karnımızı doyurduk demlenen çayda üzerine iyi geldi. Derken ilk vuruşu Ankaralı Mehmet Bey aldı ve akabinde iri bir istavrit çekti. Derken balıklar oynamaya başladı. Ben derin su olduğu için önceleri balığın vuruşlarını hissedemiyordum ama sonra akıntı ve vuruş aksiyonu arasındaki o nüansı çözdüm ![]() Alanya’nın kıyı şeridine bu kadar yakın, derin kanalların olduğunu açıkçası bilmiyordum 780 metre ip misine boşaldı ve halen dibini bulamadığımız yerler oldu. Kıyıya uzaklığı ben diyeyim 2, siz deyin 4 kilometre kesinlikle daha fazla değil. Efendim öyle bir damar bulduk ki sağdan iki katlı sarı bina solda ise beyaz apartman ortada kale kerteriz mükemmel. Balıklar önce birer sonra ikişer sonra üçer beşer gelmeye başladı... Elektrikli çıkrık mükemmel bir icat, ancak otomatik stop’u olmaması bir anlık dikkatsizlik sonucu takımı içine alıyor balıklı iğneler geldiği zaman takımı koparıp atıyordu. Benim başıma bu bir kere geldi ve üstten gördüğüm üç balık dâhil fırdöndü’den kopan olta balıklarla birlikte karanlık sulara gömüldü. Bir keresinde ise oldukça ağır gelen olta takımı sonlara doğru birden hafifledi ve en üstte iri bir lipsözden başka ne boş bir iğne vardı ne bedenden bir parça. Sanki aşağıdan saldıran bir balık en üstteki lipsöze kadar her şeyi, bir kilogramlık kurşunla birlikte yutmuştu! Başta iri istavrit ve sonrasında yakaladığımız cins mercanlar artı lipsöz ve iri mezgit ile güzel bir av yapıyorduk. Hava hakikatten Armağan kardeşimin yazdığı gibi; kapanıyor, açıyor, yağıyor, serinliyor dört mevsimi yaşıyor gibiydik. Balıkların ilk önceleri nazlanmasına rağmen sonra arsızca yemlerimize saldırması, bugünkü avımızın mükemmel geçmesini sağlamıştı. Deniz bugün yine bonkördü ve herkesin yüzü gülüyor neşesi yerindeydi. Keyfimiz kaymaklı kadayıf tadındaydı. ![]() Tekne sahibi Mehmet Bey; Muğla’da ki asker arkadaşım Birol’a, sesiyle tipiyle, hareketleri ile o kadar benziyordu ki, sanki karşımda bütün gün asker arkadaşım Birol vardı. Sağ olsunlar başta Armağan kardeşim, Mehmet Bey ve adaşı güzel bir günde, güzel sohbet edip; güzel balıklar yakalamıştık. Ben merakımı fazlasıyla almış, zevkimi yapmıştım. Hava hafif kapalıydı ve saat 18.00 suları limana dönmeye karar verdik. Dönüş yolculuğunda Yarımada üzerindeki Alanya kalesini inceliyor ve not alıyordum. “Alanya Kalesi: zamanımıza kadar korunan tek Selçuklu kalesidir. 1225 yılında Roma kale kalıntılarının yerine Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat tarafından yeni bir kale yaptırılmıştır. 83 kule ve 140 burca sahip, üç sıra surlarla çevrili olan kale, bütün olarak iç ve dış kale bölümlerinden oluşur. Aya Yorgi Kilisesi, Kanuni Sultan Süleyman Camii, Akşabe Sultan Türbesi, Selçuklu Hamamı, Arasta, Bedesten, Sitti Zeynep Türbesi, Sultan Alaaddin Sarayı, irili ufaklı sarnıçlar, deniz feneri ve zindandan oluşan kale, bir tarih hazinesidir. Alanya Kalesi 'nin etrafını 6 km lik surlar ile 140 gözetleme kulesi çevrelemektedir. Saldıracak olan ya da saldırma niyetinde bulunanların fark edilmemesi neredeyse imkânsız hale getirilmiş. Kale surlarını tırmanırken ve bazen bozuk yollardan geçerken kale içerisine homojen bir biçimde dağılmış büyük küçük kafeler ve restaurantlarla karşılaşmanız mümkündür. Korsanlar Mağarası, Alanya Kalesi'nin bulunduğu tarihi yarımadanın altında bir deniz mağarasıdır. Teknelerle gidilir. Yarımada çevresindeki tekne turlarında ilk mağaradır. Korsanlar Mağarası, eskiden etrafına korku saçan korsanların soygunlardan elde ettikleri malları depoladıkları ve kaçırdıkları kızları tuttukları yer olarak ün salmış. Korsanlar Mağarası'nın tahminen 10 m. genişliğinde, 5-6 m. yüksekliğinde olan ağız kısmı küçük teknelerin rahatlıkla içeri girip çıkmalarına imkân verir. Bir söylenceye göre mağaranın içinden kaleye çıkan gizli bir yol varmış ve antik çağın korsanları ganimetlerini bu yoldan yukarı çıkarırmış.”** Aldığım notlar doğrultusunda sonradan yaptığım tarihi araştırmalar, gezdiğim yerlerde harcadığım zamanın boşa gitmediğini gösterir nitelikteydi. Yazımın sonunda göreceğiniz gibi, buraların en son halini; size kendi ellerimle çektiğim fotoğraflar ile tanıtmak istedim. Benim, Akdeniz gezimin özünde sadece balık tutmak yatmıyor arkadaşlar; gezdiğim yerlerdeki olayları siz değerli okuyucularıma hem günümüz gerçeği ile hem tarihimizden küçük anekdotlar ile sunmaya çalışıyorum. Belki de buralardan çıkarılacak bir ders, değerlerimize bakış açımızı değiştireceği gibi gevşeyen taraflarımızı tekrar gözden geçirmemizi sağlayacaktır. &&&& Teknede ve liman taşında resim çekildikten sonra Armağan kardeşimin dükkânına gidip fotoğraf makinesindeki resimleri flaş disk’e attık. Bu arada yorgunluk çaylarımızı da içmiştik. Alanya’dan gitmeden önce Armağan kardeşimle tekrar görüşmek için anlaştık ve ondan ayrıldık. Mehmet Bey ve adaşı beni aldıkları yere Mahmutlara bıraktılar. Bu vesile ile kendilerine bana göstermiş oldukları misafirperverlik için çok teşekkür ederim. Elimde balık poşeti ve bende savaş kazanmış komutan edası; beni bekleyen dostlarımın hep birlikte söyledikleri “en büyük balıkçı bizim balıkçı” tezahüratları... Yarın için sırada, Torosların zirvesinde alabalık avım var... * Voltaire ** internet M.Talip Girgin KONUYLA İLGİLİ RESİMLER ![]() Devam edecek... |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#5 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
Toroslar’da Alabalık Avım.
![]() Sabah 07.30 gibi Mahmutlardan, Manavgat’ta gitmek ve Spinci Murat ile buluşmak için harekete geçtim. Yağmurun aşırı şiddetinden yol boyu, silecekleri ikinci kademede çalıştırmak zorunda kalmıştım. Manavgat’ın ilk girişini kaçırdıktan sonra yolumun üzerindeki ilk sağdan içeri girdim ve arkadaşımı cepten arayıp nerde olduğumun bilgisini verdim. Bana, doğru yolda olduğumu ve 3-4 km daha Antalya istikametine devam etmemi söyledi. Bu arada yağmur dinmişti, ama hava kapalıydı. Yanında bulunduğum bir marketten Toroslarda yemek için yiyecek ve içecek aldım. Sponsorum “Saruhan Grand Bazaar” sağlamış olduğu araç ile Side girişinden biraz daha ilerdeki buluşma noktasına, tarif edilen yere geldim. Spinci Murat karşı caddeden koşarak yanıma geldi. Size kısaca bu arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. Kendisinin “Facebook” ta yayınladığı balık av resimlerden birinin altına, avlandığı bölgeyi çok beğendiğimi yazmıştım. Sağ olsun bana “Abi buralara gelirsen seni o yerlere götürürüm” demişti. Akdeniz gezi planımı yaparken bende bunu dikkate almış ve kendisiyle irtibata geçmiştim. Nihayet o gün geldi. Araçtan indim yanıma koşarak gelen Murat kardeşimle, diğerlerinde de olduğu gibi sıcak ve samimi; iki eski dostun birbirine olan özlemi, hasreti ile sarıldık. Hemen ayaküstü hal hatır faslından sonra Murat’ın yakındaki evine, olta takımlarını almaya gittik. Spinci Murat aynı zamanda “BLAU LAGUNA” adlı bir gezi, rehberlik firması sahibiydi. Ve Toroslarda bugün için bu hizmeti; gönüllü olarak sadece bana verecek olması; benim için gurur vericiydi. Neyse efendim gelelim sadede; Spinci Murat evinden spin kamışları ve takım çantasını alıp geldi. Bir kısmını bagaja bir kısmını arka koltuğa yerleştirdikten sonra ver elini Manavgat’ta bir börekçiye. O’ az yağlı, az peynirli, az kıymalı hafif lezzetli börekleri yedik çayımızı içtik. Murat kardeşle telefonda görüştüğümüz de “Havanın yağışlı olacağını ama buralarda yakınlarda güzel yerler var oralarda takılırız abi” dediğinde vallahi benim aklıma Manavgat’ın içinde bir yerler de olta atacağımızı düşünmüştüm. Meğerse Murat kardeşim “Az buralar da” dediği, öyle az buz değil (Manavgat’tan gidiş geliş 260 km! Alanya’dan gidiş geliş 380 km!) Bizde, Manavgat şelalesini takiben dağa tırmanmaya başladık. Aracın maşallahı var altı da yüksek, keçi gibi tırmanıyor! Keçi deyince yakınlarda birkaç köy geçtikten sonra zirveye doğru epey bir yol almıştık ki bir demir köprü üzerinde durmuş, dağdan gelen küçük bir şelaleyi ve etrafı resimliyorduk. ![]() Düzenleyen Talip Girgin : 28-07-2011 saat 02:15 |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#6 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
Bu arada yanımıza doğru çekine çekine 70-75 yaşlarında Yörüklerden olduğunu sandığım bir ihtiyar geldi, dağılan keçi sürüsünü toplamaya çalışıyormuş. ![]() Spinci Murat kardeşim bu ortamı videoya alıp doğa hakkında yorum yaparken, ihtiyara da, bir takım sorular soruyordu. İhtiyarın keçilerini kaybettiğini söylediği anda dağa doğru tırmanan siyah bir keçi gördüm ve hemen resimlemeye çalıştım. Vallahi yurdum insanın keçileri kaçtığı gibi, birde gruplara ayrılmışlar. İşi zor yani, üstelik bir km geride arabamıza saldıran kangal çoban köpekleri vardı ve biz arabanın içinde korktuk! Murat dostumuz ihtiyara birtakım sorular soruyordu. Murat: Kaç tane keçi var abi? İhtiyar: 50 dane gadar var. Murat: Ee 50 gadar var demek... köpekler vardı dayı gelirken gördük! İhtiyar: Aha-şuurda, başka-sunun-ya onlar. Ben: Peşimize takıldılar dayı! İhtiyar: Gülümsüyor... Murat: Abi sen buralarda güzel yerlerde yaşıyorsun ya! İhtiyar: (gülümseyerek) Eee davarların sayesinde yaşıyoruz işte. Murat: Evet, Vallahi şuna baksana ya buralarda yaşamak için insanlar bin km yol geliyorlar. Yaşamak için değil, sadece görmek için! Bak Talip abi bin km yol geldi. Siz ne kadar şanslısınız. Bu arada ihtiyar bana: “Siz nereden geliyorsunuz?” dedi. Ben de kendisine “İstanbuldan” diye cevap verdim. ![]() İhtiyarın ağzından laf almak çok güç, zaten şivesinden dolayı söylediklerinin pek çoğu anlaşılmıyordu. Ben ne kadar kamera karşısında konuşmaya alışık değilsem, yurdum insanı da yabancı insanlarla konuşma konusunda biraz sıkıntılıydı. Efendim yolumuza devam edecekken ihtiyar, kaybolan keçilerini bulmak için bizimle gelmek istediğini söyledi ve Murat kardeşim hemen ona ön koltuktaki yerini verdi. ![]() Zirveye doğru tırmanmaya devam ediyorduk. İnsan doğa ile buluşup kucaklaştıkça daha bir özgür daha bir kuvvetli hissediyor kendini. Özüne dönüş mü desek vallahi bilemiyorum! Birkaç kilometre sonra yolun sağında gümbür gümbür akan tarihi bir çoban çeşmesinin önünde durduk ve akan buz gibi suyundan içtik. Elimizi yüzümüzü yıkadık, çeşmenin video ve resimlerini çekip yolumuza devam ettik. ![]() İhtiyar keçi çobanı, ben ve Murat dağın zirvesine doğru devam ederken, yolun üzerinde ve yamaçlara yayılmış bir grup keçi gördük ![]() İhtiyar, keçilerin kendisinin olduğunu ama biraz daha yukarı da ineceğini söyledi. Düzenleyen Talip Girgin : 28-07-2011 saat 02:17 |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
#7 |
Ağaç Dostu
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
|
![]() Yolumuza devam ettik... ![]() Spinci Murat: Abi sizin burada kurt çakal var mı keçileri yiyorlar mı? İhtiyar: Var tabi yiyorlar arada... Spinci Murat: Peki bunlar size saldırmıyor mu? Keçileri yiyen sizi der yer burada? İhtiyar: Yok ya yiyemez, bize bir şey yapamaz. “Tamam” dedi ihtiyar, “beni şurada indirin.” Arabayı sağa çektim ihtiyar “sağ olun” dedi. Önce ben, “sen de sağ ol dayı” derken... Spinci Murat: Sende sağ ol dikkat et kurda kuşa çakala yedirme kendini buralarda. İhtiyar gülümsedi ve: İki ayaklı kurtlara kaptırmazsak kendimizi berikiler bir şey yapamaz.. dedi. Spinci Murat: Anladım “Adam kurt” yani; “dört ayaklılardan değil, iki ayaklılardan korkun” diyorsun! İhtiyar: Tabi ya onlar; alacak bir şey bulamazsa insanın canını alır! ![]() Daha sonra Yörüklerin tek tük duman tüten çadırlarına yakın geçtik... ![]() Evet, böyle demiş Mustafa Kemal ATATÜRK. Hızla Dağa doğru yolumuza devam ediyoruz. İlk defa bu kadar yükseklere gündüz gözüyle çıkıyorum desem yalan olmaz sanırım. Doğanın o muhteşem güzelliği karşısında şaşkınlık içindeyim. Hakikatten Allahın yarattığı bu güzellikleri görmek, yaşamak ve korumak gerektiğine inanıyorum. Düzenleyen Talip Girgin : 28-07-2011 saat 02:20 |
![]() |
![]() ![]() |
![]() |
|
|