View Single Post
Eski 04-08-2011, 20:12   #48
acemi_caylak
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 29-11-2009
Şehir: İstanbul - Gaziantep
Mesajlar: 1,194
Bir kızılderili atasözü, “Bitkilerimiz bir tek yağmuru bir tek rüzgarı dahi ıskalasa Tanrılar bizi terk eder” der.

Tarımda yoğun makineleşme yaygınlaşmadan ve yapay gübreler ve pestisitler kullanılmaya başlamadan önce, bitkilierin tek ihtiyacı verimli bir toprak, su, karbondioksit ve güneşti. (Suda yetişen bitkiler konumuz dışı.)

Bilim ve teknoloji geliştiği ölçüde, insanoğlu doğaya daha fazla müdahale eder oldu. Artık kızılderili atasözündeki gibi doğal koşullar tek belirleyici değil. Çöl ortamında ya da çok verimsiz bir toprakta hatta topraksız ortamda tarım yapmak mümkün.

Geçmişte bir çiftçi ortalama 8 kişiye bakarken, bugün 126 kişiye bakıyor. Artık mevsimin dışında da etlienle kızartılmış domates yiyebiliyorsunuz. Ticari ürünler sınıfında sayılan mısır, soya fasulyesi ve buğday gibi bitkilerde üretim maliyeti öylesine düştü ki, marketten yüksek fruktozlu mısır şurubu içeren bir yiyecek ya da fastfood restoranından bir hamburger alıp karın doyurmak elma ya da portakal almaktan daha ucuz. Ancak bunun bir bedeli vardı. Bu bedeli kim ödeyecekti?

İlk başlarda az gelişmiş ülkeler bunun bedelini açlıkla ödediler. Gıda ve besin pazarını elinde tutan tekeller sadece birkaç ürüne yöneldiler. Amerika’da ekilebilir toprakların %30’unda mısır ekiliyor. Çünkü mısır, soya fasulyesi gibi ürünler kolaylıkla depolanabiliyor ve uzak merkezlere nakledilebiliyor. Böylelikle az gelişmiş ülkeler için mısırı ithal etmek, onu tarlada üretmekten daha ucuz. Örneğin, NAFTA sayesinde ucuz mısır Meksika pazarına sürüldü ve 1.5 milyon mısır çiftçisi işsiz kalarak, ucuz işgücü olarak kaçak yollardan Amerika’ya girmeye başladılar.

Herkes memnundu. Gıda üreticileri, hayvan ve et üreticileri, kimyasal ilaç ve gübre üreticileri. Çünkü bunlar pastadan en büyük payı alanlardı. Hatta bu devasa üretim artışının dünyada açlığı bitireceği propaganda ediliyordu. Ancak ne açlık bitti ne de refah düzeyindeki iyileşme toplumun bütün sınıflarına yansıdı.

Bir yerlerde bir şeyler yanlış gidiyordu. Tekellerin pazar hakimiyetini ve bu işten nemalananların kirli oyunlarını ikinci bir yazıya bırakalım. Mikrobiyoloji açısından bizi ilgilendiren kısmı, geçenlerde Almanya’da salatalıklarda görülen ve önce kaynağının İspanya olduğu ancak daha sonra kaynağının bilinmediği söylenen Enterohemorejik Escherichia coli (EHEC) O157-H4 bakterisi toplumun bütün kesimleri için tehdit oluşturuyordu ve artık sadece yoksul kesimlerin değil toplumun tümünün sağlığı tehlikede.

EHEC O157-H4’ün henüz kaynağı bilinmiyor. Ancak bugüne kadar en tehlikeli E. Coli bakterisi sayılan EHEC O157-H7 bakterisinin kaynağı biliniyor. Sıkı durun, temel nedeni mısırla beslenen inekler. Normalde E. Coli bakterisi doğada çok az bulunur. Daha çok sıcak kanlı hayvanların kalın barsağında bulunan ve glikoz ve fruktozun mayalanmasına yol açan bir bakteri türüdür. Mikrobiyoloji.org’tan alınan aşağıdaki alıntıda, bu bakterinin ne olduğu kısaca anlatılıyor.

"Koli Basili

Koli basili (Escherichia coli) sıcak kanlı hayvanlar olarak tanımlanan memeliler (insan, evcil hayvanlar, sığır, at, koyun, domuz) ile kanatlıların bağırsaklarında doğal olarak bulunan bir bakteridir ve doğada tek bulunduğu yer bu hayvanların bağırsaklarıdır. Her hangi bir örnekte (gıda, içme veya kullanma suyu, deniz, havuz, göl, çalışma tezgahları vb.) bu bakteriye rastlanırsa o örneğe doğrudan bu hayvanların dışkısının veya dolaylı olarak lağım suyu ile dışkı bulaştığının kesin göstergesidir. İnsanlarda, kedilerde, köpeklerde, menekşelerde olduğu gibi mikroorganizmalarda da çeşitli ırklar vardır. Mikrobiyoloji dilinde bunlara suş adı verilir. Koli basilinin de çeşitli suşları arasında insan sağlığına her hangi bir zarar vermeyenler olduğu gibi seyahat diyaresi denilen ve çocuklarda tehlikeli olabilecek diyarelere neden olan suşları ve Japonya 'da on binlerce kişiyi hastalandıran ve 23 kişiyi öldüren E. coli O157:H7 serotipine ait suşları da vardır. Gıda endüstrisinde ham madde olarak kullanılan çiğ kıyma gibi birkaç istisna dışında hiç bir gıdada bu bakteriye izin verilmez. Bunun nedeni hastalık yapabilen suşları olduğu için değil o gıdaya kesinlikle doğrudan veya dolaylı olarak dışkı bulaştığının göstergesi olmasındandır." (Kaynak:www.mikrobiyoloji.org)

Bu bakteriyi tehlikeli kılan çok az miktarının bile dışarıdan alınması durumunda kanlı ishalle başlayan besin zehirlenmesine neden olmasıdır. (Örneğin Salmonella bakterisinin hastalık yapması için çok daha yoğun temas gerekir.) EHEC tipi dediğimiz bu bakteriler, Şiga toksini salgılarlar ve bu toksin bağırsak epitel hücrelerinin ölümüne yol açar, bu yüzden bağırsak su emme yeteneğini kaybeder, sonuç kanlı bir ishaldir.

Birde Türk Tabibler Birliği’nin sitesinden alınan şu bilgi ile devam edelim.

"EHEC Nedir?

Enterohemorajik Escherichia coli (EHEC), Shiga toksin (verotoksin) üreten E. coli’lere verilen isimdir. Şiddetli karın ağrısı, sulu ishal, kanlı ishal, hemorajik kolit, hemolitik üremik sendrom (HÜS), akut böbrek yetmezliği gibi birçok farklı klinik tabloya yol açabilir. Genellikle karın ağrısı ve sulu ishal şeklinde başlayan yakınmalar birkaç gün içinde kanlı ishal halini alır. Ateş genellikle görülmez. Hastalık çocuklarda (5 yaş altı) ve yaşlılarda (65 yaş üstü) daha ağır seyreder. Genç erişkinlerde genellikle kendini sınırlayan ishal görülürken çocukların ve yaşlıların %10’unda HÜS görülür. HÜS, akut böbrek yetmezliğine ve yoğun transfüzyon ihtiyacına yol açar. Bu dönemde destek tedavisi uygulanır. Antibiyotik tedavisi ve barsak hareketini durduran ilaçlar kesinlikle kullanılmamalıdır. Bazı hastalarda HÜS kronik böbrek yetmezliği ile sonuçlanırken olguların %3-5’i kaybedilir. Bu klinik tabloya en sık yol açan EHEC serotipi O157:H7’dir. Bu serotip dışındaki bakteriler de nadiren benzer klinik tabloya yol açabilirler.

Nasıl bulaşır?

EHEC, büyükbaş otçul hayvanların barsaklarında bulunur. Dış ortam koşullarına dayanıklı olduğundan sebze ve meyvelerde de bulunabilir. Çok az sayıda bakteri (10-100 adet) hastalığa yol açabilmektedir. En sık görülen kaynaklar iyi pişmemiş hamburger köfteleri, salam, iyi pişmemiş biftek, çiğ süt olmakla birlikte iyi yıkanmamış çiğ sebzelerden de bulaşabilmektedir. Hastalanan bir kişiden çevresindeki diğer kişilere bulaştığı da bilinmektedir.

Nasıl korunulabilir?

Besinlerin hazırlanması sırasında sanitasyon koşullarına uyulması önemlidir. Etlerin iyi piştikten sonra yenmesi gerekir. Süt, pastörize ürün alınarak veya kaynatılarak tüketilmelidir. Çiğ yenen sebze ve meyveler çok iyi yıkanmalıdır. El yıkamaya dikkat edilmelidir." (Kaynak: http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/ehec-2670.html)

Şimdi bu bakterinin bulaşmasından kaçınmak mümkün mü? Yoksa büyük tekeller bize dışkı mı yediriyor? İçimizden kaçı büyük firmaların üretim tesisini gördü ya da görmek isteseniz bile yediğiniz gıdanın kaynağına ulaşabilir misiniz?

Burada sözü “Dünyayı ele geçiren global gıda üreticileri (Food Inc.)” belgeseline bırakalım. Bu belgeseli internette bir çok yerde izleyebilirsiniz. Örnek: http://www.gidasayfasi.com/video-5-D...eticileri.html

Aşağıdaki bölümler bu belgeselden geniş bir özet.

"Gıda sektörü yediklerinizin geldiği yeri yeri bilmenizi istemiyor. Zira öğrenirseniz yemek istemeyebilirsiniz. Bir fastfood restoranında yemek yemeyebilirsiniz. Ancak yine de bu sistem için üretilen etlerden tüketiyorsunuz.

Süpermarketlerin raflarındaki “bol çeşit” aslında bir çeşit yanılsaması. Bütün ürünlerin üzerinde, 1930' lu yıllardaki çiftçilerin yüzünü görürsünüz. Yani pastoral bir fantazi dünyası. Oysa bu ürünlerin hammaddesi birkaç firmadan ve birkaç üründen elde ediliyor.

Bu ürünler artık çiftçiler tarafından üretilmiyor. Endsütriyel gıdaların çoğu mısır bitkisinin yeniden düzenlenmesiyle üretiliyor. Çünkü mısır bitkisinin içeriğindeki nişasta, kolayca yapı değiştirebilen bir madde. Nişasta, kolayca parçalarına ayrılıp yeniden birleştirilebilir. Yüksek fruktozlu mısır şurubundan maltodekstrin, di gliserid, zantan gum, aksorbik asit üretebilirsiniz. Adı sanı duyulmamış bu maddelerin hepsi de hazır gıdalarda mevcut ve hepside mısırdan yapılıyor. Mısır hayvan yemlerinin de temel maddesi.

Etler artık çiftliklerde üretilmiyor. Etler çiftçiler veya çiftçilikle hiç ilgisi olmayan çok uluslu şirketlerin kurduğu fabrikalar tarafından işleniyor. Artık burada, hem hayvanların hem de işçilerin suistimala uğradığı devasa bir seri üretim süreci sözkonusu. Tohumdan süpermarkete giden yol birkaç çok uluslu şirketin elinde. Gıda sektörünü elinde tutan şirketlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. 1970’lerde en iyi beş et imalatçısı, pazarın sadece %25’ ini kontrol ediyordu. Bugünse en iyi 4 et imalatçısı pazarın %80’inden fazlasına hakim. (Tyson, Cargill, Swift&Co, National Beef Packers Co.) Fastfood yemiyor olabilirsiniz ancak yine de bu sistemin ürettiği etleri yiyorsunuz.

En Büyük 4 Et Üreticisinin Pazar Payı 
Dana Eti (%83.5) Domuz Eti (%66)Tavuk Eti (%58.5)
Tyson Tyson Tyson
Cargill Cargill Pilgrim’s Pride
Swift & Co. Swift & Co. Perdue
National Beef Packers Co. Smithfield Foods Sanderson Farms

Kaynak: http://globalfamilysurvival.com/loca...-meat-industry

Tüm markaların etiketlerinde çiftçi resimleri görürsünüz, ancak gerçek böyle değil. Artık gün ışığı görmeyen karanlık yerde yetişen, 49 günde büyüyen ve 50 yıl öncesine göre 2 katı ağırlıktaki tavukların etlerini yiyorsunuz. Bir civciv 7 hafta içinde 2.5 kg’lık tavuk haline geliyor. Kemikleri ve iç organları bu hızlı büyümeye yetişemiyor. Tavukların birçoğu birkaç adım attıktan sonra düşüyor. Bunun sebebi bacakların bu ağırlığı taşıyamayacak kadar güçsüz olması. Yemlere antibiyotik konuluyor. Buda haliyle tavuğa geçiyor. Bakteriler bu yüzden antibiyotiklere çok hızlı bağışıklık geliştiriyor.

Yüksek fruktozlu glikoz hemen her yiyeceğin içeriğinde var. Bir süpermarketin raflarına baktığınızda, ürünlerin %90’ında mısır ya da soya vardır. Hatta çoğu zaman ikisini birden içerir. Mısır ürünleri, ketçap, peynir, hazır kek, pil, fıstık ezmesi, kraker, salata sosu, kola, jöle, tatlandırıcı, hazır sos, meyve suyu, toz içecek, kömür, bebek bezi, motrin, et ve fastfood türü ürünlerin hepsinde var.

İneklerin evrimi mısır yemeye uygun değil, onların otla beslenmeleri gerekiyor. Mısırın ucuz olması ve çabuk şişmanlatması nedeniyle mısırla beslemek tercih ediliyor. Yüksek oranda mısır tüketiminin hayvanlarda aside dirençli koli basili geliştiğini ortaya koyuyor. Bunlar, en zararlı E. Coli bakterisidir. Mutasyon üstüne mutasyon geçiren bakterilerin en zararlısı O157-H7’dir. Besi tesislerinde hayvanlara bütün gün mısır yediriliyor ve hayvanlar bütün gün gübreye batmış şekilde ayakta dikiliyor. Bakteri rahatlıkla bir hayvandan diğerine geçiyor. Kesimhaneye geldiklerinde derileri dışkı ve gübreden kaskatı kesilmiş oluyor ve saatte 400 hayvanın kesildiği kesimhanede bu bakteriler etlere de bulaşıyor. Doğada dahi olmayan gıda sistemine sızıyor.

E. Coli bakterisi fabrika gibi çalışan çiftliklerin atıkları sayesinde diğer besinlere de bulaşıyor. Örneğin, ıspanak, elma suyu vs.

Bush yönetimi döneminde Tarım Bakanlığında üst düzey yöneticilik yapan kişi, Washington’daki büyükbaş sektörünün baş lobicisiydi. Amerikan İlaç ve Gıda Dairesi başkanıysa, Ulusal Gıda Üreticileri Derneği eski başkanıydı. Bu düzenleyici kurumlar, titizlikle denetlenmesi gereken şirketler tarafından idare ediliyor. Örneğin salmonella bakterisi içeren fıstık ezmelerini piyasadan çeken ConAgra’nın iki yıl öncesinden olaydan haberdar olduğu ortaya çıkıyor. 1972’de Gıda ve İlaç dairesi 50 bin gıda güvenlik teftişi yürütürken, 2006’da yalnızca 9 bin 164 teftiş yapıldı. Düzenleyici kurumların ne kadar yetersiz kaldığı ve bununda sektörün işine geldiğini görmemek mümkün değil.

Etlerin piyasadan çekilmesi için özel avukat tutmak (maliyeti karşılayabilirseniz - benim notum) zorunda kalıyorsunuz. Ancak ölümler gerçekleştikten 16 gün sonra etler piyasadan toplatılabiliyor.

Sektörün önünüze koyduğu her şeyi kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Eğer havuç ve elma şekerleme ve jipslerden daha pahalı ise havuç ve elmayı yeme şansınız kalmıyor. Bir sebzenin fiyatı iki hamburgere denk geldiği için insanlar hamburger yemek zorunda kalıyor. Havucun, brokolinin jipslere tercih tercih edildiği noktaya gelmesi için gıda politikası gözden geçirilmeli. Çünkü bu durum doğrudan tarım uygulamaları ve çiftçi politikalarına bağlı.

Atıştırmalık yiyeceklerin kalorisi tamamen buğday, mısır ve soya fasulyesi gibi ticari ürünlerden geliyor. Şeker, tuz ve yağ doğada çok az bulunur ve insanın evrimsel olarak bunlara gereksinimi düşüktür. Oysa bu tür gıdaların ucuzlamasıyla bir yılda bunlardan yüzlerce kilo tüketiyoruz. Gıda sektörü obeziteyi kişisel sorumsuzluğun sonucu olarak görüyor. Yüksek fruktozlu mısır şurubu ve arıtılmış karbonhidratlar insülün artışına neden oluyor ve vücudumuzun şeker sindirme sistemini yavaş yavaş zayıflatıyor.

Eskiden tip 2 diyabet sadece yetişkinleri etkilerken artık çocuklarda bunlardan nasibini alıyor.

Çözüm mü? Aslında çok basit. (Bu cümle benim yorumum.)

Hayvanın menüsünden mısırı çıkarıp, ona 5 gün boyunca ot yedirirseniz bağırsaklarındaki E. Coli bakterisinin %80’ini geri atar. Ancak mısır ucuz olduğu için sektör bunu yapmıyor.

Kısaca hükümetler, kendisinin denetlemesi gereken şirketler tarafından yönetiliyor.

Fastfood sektörü yiyeceklerindeki kalori miktarını gizliyor. (Sizin bunu eleştirme hakkınız yok. - Benim yorumum) Gıda karalama kanunlarına göre deli danayı eleştirdiğinizde size dava açılabiliyor.

Colarado’ da bir kıymayı eleştirdiğinizde hapse girebilirsiniz.”

Belgeselden yaptığımız özeti burada keselim. Böyle bir ortamda, organik ya da biyolojik tarım yapsanızda, sizin ufak tefek çabalarınız bu devasa tekellerin gücünü kırmaya yetecek mi? Yoksa ortada bir algı yanılsaması mı var?

Son dönemde, Ege’nin nerdeyse bütün sahillerinde, Konya Ovası’nda, Çukurova’da ve Pazarcık Ovası’nda bolca vakit geçirdim. Yüzlerce çiftçi, ilaç bayisi ve ziraat mühendisi vb. ile söyleşi olanağı buldum.

Şimdilik sadece bir gözlemle bitireyim. Gaziantep – Adana arasını otoyoldan değilde eski karayolu (D400) ile takip ederseniz, Sakçagözü’ne yaklaştığınızda devasa uçurumdan aşağıdaki ovayı görürsünüz. Ova nakışla işlenmiş bir atlas gibi rengarenktir. Ancak bu nakış sadece 4 renkle işlenmiştir. Bir yanda hasadı bitmiş buğday ve arpa tarlaları sapsarı, diğer yanda mısır, kırmızı biber ve pamuk ekili tarlalar yemyeşil, sürülmüş tarlalar kızıl kahverengi (Yörede kil oranı yüksek bu topraklara “kırmızı falhen toprak” denir.) ve yakılmış anızlar simsiyah görülür.

İşte buradaki çiftçilerle sohbet ettim. 20 dönüm domates tarlasında sadece ilaca 5.000 TL para harcamak, çiftçinin belini bükse de nedenini kimse sorgulamıyor. (Aynı öyküyü Konya Ovası'nda Elmada sezon boyunca 12 kere ilaç kullanmak zorunda kalan çiftçiden de dinlemiştim.) Ya da anız yakmak topraktaki canlıları öldürüyor dediğinizde size marstan gelmiş gibi garip garip bakıyorlar. Sizi değil, tekellerin mini etekli pazarlamacılarını daha çok dinliyorlar. Çünkü kazanmak için çok üretmek gerek! Çok üretmek içinde bolca kimyasal gübre ve ilaç kullanmak gerek.

Algı yanılsaması bu olsa gerek. Forumu bile şöyle kısaca gözden geçirdiğinizde, biz anızı yakan çiftçiye tepki duyuyoruz ama daha çok ilaç ve gübre satmak için onu ikinci ürün ekmeye zorlayan tekelleri ve devletin tarım politikasını sorgulamıyoruz.

İşin bir diğer tarafındaysa, organik tarım yaptığını söyleyenler, temin ettikleri tavuk ve inek gübrelerinin bolca antibiyotik tüketen hayvanların gübrelerinden elde edildiğini es geçiyorlar. Ya da kendi tükettikleri antibiyotiklerin çevreyi tüm kimyasal gübre ve ilaçlardan daha fazla kirlettiğinin farkında değiller. Devasa sistemin sadece bir noktasını değiştirmek yeterli mi?

Hadi gerçekten bu çiftçileri ikna ettik ve organik üretime başladılar. Organik madde oranı düşük toprakların (Türkiye ortalaması %1.5 civarında.) organik madde oranını yükseltmek için otla beslenmiş hayvan gübresi nereden bulunacak?

Bir sonraki yazımızda kimya ve tohum tekelerinin pazar paylarını ve gelecek yıllardaki hedeflerini yayımlayarak organik tarım yapmanın olanaklarını sorgulayacağız. Çünkü orada da tıpkı “yeşil devrim” gibi algı yanılsaması yaratılıyor. Biyoteknolojinin yeşil ve çevreci bir teknoloji olduğu ve dünyayı kurtaracağı yalanı yayılıyor. Örneğin mısırdan etanol üretmek çevreci mi? Kaygımızı aşağıdaki karikatür çok güzel özetlemiş.

Name:  sugar economy.jpg
Views: 25716
Size:  74.0 KB

"Biyoteknolojinin ormanları, çiftlikleri ve tüm biyoçeşitlliği plastik, yakıt, içecek yapmak ve devasa kar etmek için yağmaladığı, Yeni Global Şeker Ekonomisi ne hoşgeldiniz!"

Alttaki pişmiş kelle suratlı da elindeki yeşil dolarları kastederek, “Bu gerçekten yeşil bir teknoloji!” diye haykırıyor.

Bu karamsar düşüncelerle bizim bağa ulaştığımda, zehirsiz üretilmiş tahnebi üzümü (bizim yöredeki en erkenci çeşittir) ve antep karasından (horoz yüreği) tatmak ve gün batımında zeytinlerin egzotik görünümü ve bu yıl bol suya kavuşan fıstığın yemyeşil görünümü bir nebze olsun beni rahatlattı. Demek ki tanrılar daha bizi terketmemiş.

Name:  HPIM3565.jpg
Views: 3954
Size:  50.7 KB

Name:  HPIM3570.jpg
Views: 4632
Size:  57.5 KB

Name:  HPIM3546.jpg
Views: 3594
Size:  69.7 KB

Name:  HPIM3514.jpg
Views: 3586
Size:  62.3 KB


Düzenleyen acemi_caylak : 10-08-2011 saat 20:49
acemi_caylak Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön