Ağaçsever
Giriş Tarihi: 22-12-2008
Şehir: zonguldak
Mesajlar: 78
|
II. AİHS’NİN 6 § 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
94. Başvuran, hatalı delil unsurlarından hareketle karar veren ulusal mahkemelerin, bağımsız ve tarafsız mahkeme niteliğini taşımadığından dolayı şikayetçi olmaktadır. Başvuran bu itibarla, AİHS’nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır. AİHS’nin 6. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:
“Herkes, (…) kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
95. Hükümet, AİHM’den dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle bu şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.
96. Başvuran, ulusal mahkemelerin dava konusu arazinin sınırlandırılması ile ilgili talebini reddetmek için hatalı delillere dayandıklarını belirtmektedir. Başvurana göre, ulusal mahkemelerin, kendisinin erişim imkanının mevcut olmadığını belirttiği eski belgeleri incelemesi gerekmekteydi.
97. Şikayetin dile getiriliş şeklini dikkate alan AİHM, başvuranın esasen ulusal mahkemelerin kanıtları değerlendirme şeklinden dolayı şikayetçi olduğunu tespit etmektedir. Bu bakımdan, AİHM, başvurunun esası hakkında karar vermek için keyfi olarak hatalı delillere dayandıklarını gösterecek hiçbir unsur tespit etmemektedir. AİHM, Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin çeşitli bilirkişi raporları ve objektif bir şekilde elde edilen deliller ışığında kararını verdiğini gözlemlemektedir (yukarıda yer alan 22. paragraf). AİHM ayrıca, Yargıtay’ın başvuranın bu konudaki şikayetini incelendiğini ve esasa bakan mahkemenin, eski belgelere atıfta bulunmaya gerek duymaksızın dava konusu arazi üzerinde mevcut yükselti farkı gibi objektif unsurlar ve ilgili hükümlerden yola çıkarak kararını verdiğini kaydetmektedir (yukarıda yer alan 24. paragraf).
98. Her halükarda, başvuranın ulusal mahkemeler tarafından benimsenen çözüme itiraz etse de AİHM, bir mahkemenin böyle bir kararı ya da başka bir karar almasına neden olan davaya ilişkin unsurları incelemenin kendi görevi olmadığını, aksi durumda ise kendisinin üçüncü ya da dördüncü derece mahkemesi niteliğine bürüneceğini hatırlatmaktadır (Kemmache-Fransa (no:3), 24 Kasım 1994 tarihli karar, A serisi, no: 296-C, § 44).
99. Bu nedenle ulusal mahkemelerin hakkaniyetten yoksun olduklarına dair şikayetin açıkça dayanaktan yoksun bulunmakta ve AİHS’nin 35 §§ 3 ve 4. maddeleri uyarınca reddedilmesi gerekmektedir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA
100. AİHS’nin 41. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:
“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”
106. Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM,
1-Oybirliğiyle, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir ihlalin var olduğuna ilişkin şikayetin kabul edilebilir, kalan kısmın ise kabul edilemez olduğuna;
2-İkiye karşı beş oyla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3-İkiye karşı beşoyla, AİHS’nin 41. maddesinin henüz uygulanabilir olmadığını ve bu nedenle,
a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;
Karar vermiştir.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddesine uygun olarak 15 Temmuz 2008 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Sally Dollé Françoise Tulkens
Katip Başkan
Mevcut karar ekinde, AİHS’nin 45 § 2. maddesine ve İç Tüzüğün 74 § 2. maddesin uygun olarak, Sayın Cabral Barreto ve Türmen’in ayrık oy görüşü bulunmaktadır.
SAYIN CABRAL BARRETO VE TÜRMEN’İN
AYRIK OY GÖRÜŞÜ
Üzülerek, çoğunluğun benimsediği karara katılmamız mümkün değildir; bize göre, aşağıda yer alan sebeplerden ötürü 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmemiştir.
1.Öncelikle başvuran dava konusu araziyi 1993 yılının Temmuz ayında satın almıştır.
Başvuranın araziyi satın aldığı tarihte, tapu sicil kayıtlarında parselin ormanlık alan sınırı içerisine dahil edildiğine dair herhangi bir ibarenin yer almadığı bir gerçektir; bununla birlikte, 20 Ağustos 1990 tarihinde, Kadastro Komisyonu orman alanlarının sınırlandırılması çalışmalarına başlamış ve halka açık bir şekilde alınan kararla sözkonusu arazi de bu alan kapsamına alınmıştır.
Kararın başvuranın “iyi niyetinin” belirtildiği 71, 86 ve 89. paragraflarının, bir takım çekincelerle okunması gerekmektedir: başvuranın, araziyi almadan önce gerekli dikkati göstermiş olması halinde, arazinin niteliğini ve özellikle de ormanlık alan içerisinde bulunup bulunmadığını öğrenme imkanı bulunmaktaydı.
2. Türk Hukukunda, çeşitli orman türlerinin mevcut olduğunun bilinmesinde yarar bulunmaktadır.
8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Kanun’un 3. maddesi uyarınca dört çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanları ve hususi ormanlar.
Günümüzde ise, 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca üç çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, Kamu tüzel kişilere ait ormanlar ve hususi ormanlar.
Hususi ormanlar devletin denetiminde olup ve kontrole tabiidir; maliklerinin sınırlı bir işletme hakkı bulunmaktadır (kararın 53. paragrafı).
Anayasa’nın 169. maddesi uyarınca, yalnızca Devlet ormanları devredilemez niteliktedir.
Çoğunluk, hususi ormanların serbestçe üçüncü kişilere transfer edilebileceği hususunu yeterince değerlendirememektedir (Kararın 91. paragrafı).
Başvuranın tapu senedinin iptaline ve arazinin Hazine adına tapuya tescil edilmesine ilişkin davada, Orman Bakanlığı’nın arazinin üçüncü kişilere transfer edilmesini önlemek amacıyla önleyici tedbirlerin alınmasını talep ettiği hususuna dikkat etmek yeterli olacaktır (kararın 33. paragrafı).
Kısacası, kararın alındığı tarihte, başvuran halen ormanlık bir alanın sahibi konumundadır.
Bu arazi muhakkak ki ve özellikle de üzerine inşa etme ya da tarım arazisi olarak işletme imkanı bakımından bir takım sınırlamalara tabii tutulmuştur.
Bununla birlikte başvuranın araziyi üçüncü kişilere satması ve aynı zamanda legis artis’e uygun olarak makul bir şekilde araziyi ağaçlandırmak ya da ağaçsızlandırmak suretiyle orman alanı olarak da işletmesi yasal olarak mümkün bulunmaktaydı.
3. Mevcut dava koşullarında, çoğunluğun daha önce incelediği davalarda uyguladığı ve kamu yararının sözkonusu olduğu hallerde, mülkiyet hakkının sınırlandırılması eyleminin haklı ve orantılı olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirten yerleşik içtihadından uzaklaşmış olmasını anlamakta güçlük çekmekteyiz.
3.1.Çoğunluk başvuranın şikayetini, mülkiyet hakkına saygı ilkesinin ifade edildiği 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi kapsamında incelemektedir.
Bize göre mevcut olayda halen tapu senedinin sahibi olan başvuranın mülkiyet hakkı korunmuştur.
Mülkiyet hakkının bir takım sınırlamalara tabii tutulduğu bir gerçektir; fakat çoğunluğun, bize göre yanlış bir değerlendirme olan ve başvuranın “hiçbir şekilde araziden istifade etme imkanına sahip olmadığına” (kararın 90. paragrafı) ilişkin görüşünde de ortaya koyduğu üzere de bu hakın içi tamamen boşaltılmış değildir.
3.2.Dava konusu istifade, Ansay-Türkiye ((karar), no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) davasında incelenen istifade hiçbir şekilde farklı bir özellik arz etmemektedir.
Ansay davasında da, üzerinde inşa izni de verilen bir arazinin iyi niyetle satın alınması söz konusuydu.
Bununla birlikte verilen inşa izni, arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir.
Bu davada, başvuranlar, arazinin “orman sınırı” içerisinde sınıflandırılmasının ve bu sınırlamalar nedeniyle ortaya çıkan kullanıma ilişkin sınırlamaların mülkiyet haklarına yönelik bir ihlal teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.
AİHM sözkonusu davada ne resmi ne de fiili bir kamulaştırmanın mevcut olduğunu tespit etmiştir; üstelik, “bir arazinin “orman” olarak nitelendirilmiş olması, mülkiyetten yoksun bırakılmayı doğurmamaktadır, zira bu nitelendirme işleminden sonra bile, tapu senedinin iptal edilmesi davası olmaksızın bir parsel özel olarak nitelendirilebilir”.
Ansay davasında AİHM, arazinin orman vasfı taşıması nedeniyle doğan sınırlamaların, tapu senedine sahip olan başvuranların haklarının kullanılması alanında bir müdahale teşkil ettiğini ve bu nedenle 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendinin uygulanması gerektiğini belirtmiştir.
AİHM çevresel endişeler dikkate alındığında bu müdahaleyi yerinde bulmuştur; zira dava konusu tedbirin başvuranı, amaçlanan meşru amaçla orantısız olmasına sebep olacak türden bir zarara uğratan nitelikte olduğuna kanaat getirilmesi mümkün değildir.
3.3. Benzer bir yaklaşım, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi kapsamında incelenen 26 Haziran 2007 tarihli Longobardi ve diğerleri-İtalya (no: 7670/03) kararında da dairemiz tarafından benimsenmiştir.
Bir arazi inşa edilebilir olarak sınıflandırılmıştır; fakat Çevre ve Miras Bakanlığı bu arazinin bulunduğu bölgenin arkeolojik menfaatler, nedeniyle inşa iznini mutlak şekilde yasaklamıştır ve bütün bu işlemleri tazminat ödemeksizin yapmıştır; mevcut davada Santa Elena mozolesinin görünümünü muhafaz edilmesi sözkonusuydu.
Bu bakımdan AİHM, tazminat ödenmemesine rağmen kişinin temel haklarının korunması gerekliliği ile kamu menfaatinin gereklilikleri arasında adil dengenin sağlandığını tespit etmiştir.
Her iki durumda, her iki arazi de ekonomik değerlerini neredeyse sıfıra indiren bir takım sınırlamalara maruz kalmış ve işlenmeleri mümkün olan en düşük seviyede kalmıştır; bununla birlikte AİHM, çatışma halinde olan çıkarlar dengesinde, müdahalenin yerinde olduğuna karar vermiştir.
4. Böylece Luigi Longobardi ve Ansay davalarında verilen kararlardan yola çıkarak kendi davamızı ne şekilde sonuçlandırılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Bizlere göre, mevcut dava mülkiyet hakkına saygı ilkesi ile ilgili değildir (çoğunluğun savunduğu şekliyle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi) zira sınırlamalara rağmen, başvuran hala sözkonusu arazinin sahibi konumundadır, fakat aynı maddenin ikinci bendinde ifade edilen mülklerin kullanımının düzenlenmesi ile ilgilidir.
Üstelik, bizlere göre, Ansay davasındaki mülk sahipleri ile mevcut davadaki mülk sahipleri aynı durum içerisindedir; bu kişiler, bir süre sonra orman olarak nitelendirilen arazilerin sahibidirler ve bu nedenle inşa izni veya tarım arazisi olarak işletilmeleri gibi getirilen tüm sınırlamalara bağlı kalarak araziyi işletmeleri gerekmektedir.
Yerleşik bir içtihat uyarınca, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin, maddenin birinci cümlesinde yer verilen ilke ışığında okunması gerekmektedir. Bir müdahalenin, kamu yararının genel menfaatleri ile kişinin temel haklarının korunması menfaatleri arasında “adil bir dengeyi” sağlayabilmesi gerekmektedir.
Uygulanan yöntemlerle amaçlanan meşru ama arasında makul bir orantılılık bağının mevcut olması gerekmektedir.
O halde, burada asıl irdelenmesi gereken soru, kişi haklarının korunması gerekliliği ile kamu yararının genel menfaatleri arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak getirilen sınırlamalar nedeniyle bozulup bozulmadığının tespit edilmesidir.
AİHM, bu gerekliliğin yerine getirilip getirilmediğini kontrol ederek, Devlet’e uygulayacağı müdahalelerin ne şekilde olacağı hususunda ve sonuçlarının, kamu yararı bakımından yerinde olup olmadığı hususunda kanaat getirebilmesi açısından geniş bir takdir payı vermektedir (Chassagnou ve diğerleri-Fransa [Büyük Daire], no: 25088/94, 28331/95 ve 28446/95, § 75, AİHM 1999-III).
Çevre gibi konular sözkonusu olduğunda AİHM, makul bir gerekçeden yoksun olması hali dışında, ulusal yasa koyucu tarafından konu ile ilgili yapılan değerlendirmeye saygı göstermektedir (Bkz., mutatis mutandis, İmmobiliare Safi-İtalya [Büyük Daire], no: 22774/93, § 49, AİHM 1999-V).
Mevcut dava ile ilgili olarak, başvuranın arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin sebebinin, Kadastro planları ve Orman Genel Müdürlüğü’nün 1990 tarihinde bunu onaylaması olduğunu tespit etmekteyiz; ilgili tarafından da itiraz edilen bu niteleme, sorunu her açıdan derinlemesine inceleyen ve inceleme neticesinde arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi kararını onaylayan Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000 tarihinde aldığı bir kararla onaylanmıştır.
Dosyada yer alan hiçbir unsur bu nitelemenin, keyfi ya da öngörülemez bir durum olduğunu ortaya koymamaktadır.
O halde, dava konusu müdahale yasal olma koşulunu yerine getirmektedir.
Ayrıca, başvurana uygulanan müdahalelerin amacı, ki bu amaçlar doğanın ve ormanların korunmasıdır, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendi uyarınca kamu yararı çerçevesinde yer almaktadır.
Başvuranın mülkiyet hakkına yönelik müdahale ile amaçlanan meşru amaç arasında hüküm sürmesi gereken orantılılık ölçüsü ile ilgili olarak, AİHM’nin pek çok kez bir hususu dile getirdiğini vurgulamak gerekmektedir. Günümüzde çok gündemde olan çevresel konular dikkate alındığında, “dava konusu tedbirin, başvuranı bu tedbiri amaçlanan meşru amaçla orantısız kılacak bir zarara uğratmış olarak nitelendirilmesi mümkün değildir” (Kapsalis ve Nima-Kapsali-Yunanistan (karar), no: 20937/03, 23 Eylül 2004 tarihli karar).
Sonuç olarak ve tazminat ödenmemesine rağmen, mevcut davada kamu yararının gereklilikleri ile kişinin temel haklarına saygı gerekliliği arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin muhafaza edildiğine kanaat getirmekteyiz.”
|