Ağaçsever
Giriş Tarihi: 22-12-2008
Şehir: zonguldak
Mesajlar: 78
|
HUKUK AÇISINDAN
66. Başvuran, kendisine herhangi bir tazminat ödenmeksizin arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini belirtmektedir. Başvuran aynı zamanda AİHS’nin 6. maddesinin 1.fıkrasının da ihlal edildiğini ifade etmektedir.
I. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
A.Kabul edilebilirlik hakkında
67. Hükümet öncelikle sözkonusu davanın, başvurunun yapıldığı tarihte halen ulusal mahkemeler önünde görülmekte olduğunu belirterek AİHM’den şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.
68. AİHM, arazinin sınırlandırılmasına ilişkin iç hukukta görülen davanın, 2 Temmuz 2004 tarihinde Yargıtay kararıyla sona erdiğini tespit etmektedir. AİHM, iç hukuktaki başvuru yollarının son aşamasına, başvurunun yapılmasından sonra fakat kabul edilebilirlik kararını benimsemesinden önce başvurulmasını tolere edebileceğini hatırlatmaktadır (mutatis mutandis, Ringeisen-Avusturya, 16 Temmuz 1971 tarihli karar, A serisi no: 13, s. 38, § 91, ve E.K.-Türkiye (karar), no:28496/95, 28 Kasım 2000). Sonuç itibariyle AİHM itirazın bu kısmını reddetmektedir.
69. Hükümet ayrıca başvuranın, 19 Kasım 1990 tarihli Kadastro Komisyonu’nun kararına karşı hiçbir başvuru yapmamış olması sebebiyle AİHM’den başvuruyu kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.
70. Başvuran Hükümet’in iddiasına itiraz etmektedir.
71. AİHM, başvuranın esas itibariyle Kadastro Komisyonu’nun 19 Kasım 1990 tarihli kararına itiraz etme imkanının bulunmadığını, zira başvuranın o tarihte henüz arazinin sahibi olmadığını tespit etmektedir. Ayrıca dosyada yer alan hiçbir unsurun, dava konusu arazinin satın alındığı 1993 tarihinde, tapu kayıtlarında arazinin niteliğinin ormanlık alan olarak belirtildiğini ve başvuranın bundan haberdar olduğunu ortaya koymaya yetmediğini kaydetmektedir. Sonuç itibariyle AİHM, ulusal mahkemelerin süreye uyulmadığı gerekçesiyle başvuranın başvurusunu kabul edilemez ilan etmediklerini hatırlatmaktadır. Ulusal mahkemeler, dava esastan incelemiş ve başvuruyu reddetmişlerdir. Bu noktada, başvurunun bu kısmının da reddedilmesi uygun olacaktır.
72. Hükümet ayrıca başvuranın İdare’ye başvurarak tazminat talep edebileceğini ve açık ya da zımni bir ret cevabının verilmesi halinde ise İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli başvuru yolunun mevcut olduğunun belirtildiği Anayasa’nın ilgili hükümlerinden ve ya İdari Usul Kanunu’nun ilgili hükümlerinden yola çıkarak, tapu senedinin iptal edilmesi sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilebilmesi amacıyla bir dava açabileceğini belirtmektedir. Bununla ilgili olarak Hükümet, yukarıda ifade edilen ulusal içtihada atıfta bulunmaktadır. Hükümet aynı zamanda Sayın M. Öztok’un (mevcut davada başvuranın avukatı) bizzat kendisinin de, Devlet’in mevcut davada objektif sorumluluğunun bulunduğunu belirterek, 11 Aralık 2006 tarihinde Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurduğunu ve davanın halen ilgili mahkeme önünde görülmekte olduğunu belirtmektedir (yukarıda yer alan 65. paragraf).
73. Başvuran bu iddialara itiraz etmektedir. Başvuran, bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin nihai bir hukuk kararına itiraz etmesini sağlayacak idari seviyede hiçbir iç hukuk yolunun bulunmadığını ifade etmektedir. Hükümet tarafından atıfta bulunulan içtihat ile ilgili olarak, istisnai bir iki durumun mevcut olduğunu, lakin prensip olarak bu türden bir talebin başarılı bir şekilde sonuçlanma ihtimalinin bulunmadığını belirtmektedir. Başvuran bu ifadesini destekleyebilmek amacıyla bu alandaki iç hukuk uygulamalarına ilişkin kararlara atıfta bulunmaktadır.
74. İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli yola başvurulabileceğine dair ilke uyarınca tazminat talep etme imkanının mevcut olduğu hususunda ise AİHM Doğrusöz ve Aslan-Türkiye (no: 1262/02, §§, 30 Mayıs 2006 tarihli karar) kararında buna benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır. Zira bu başvuru, adli sicil kaydında tapu kaydının yasal olmayan bir şekilde iptal edilmesi ile ilgilidir. Oysa ki mevcut davada, Çanakkale Kadastro Mahkemesi, orman sınırları içerisinde bulunan arazilerin şahsa ait olamayacağının belirtildiği orman alanına ilişkin mevzuata dayanarak başvuranın talebini reddetmiştir (Bkz., mutatis mutandis, Mehmet Ali Miçooğulları-Türkiye, no: 75606/01, § 17, 10 Mayıs 2007 tarihli karar).
75. Başvurandan, Devlet’in objektif sorumluluğun bulunduğundan yola çıkarak bir tazminat elde etmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasını bekleme hususu ile ilgili olarak, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve sınırlandırılmasının iptal edilmesi ile ilgili olarak yapmış olduğu ilk başvurunun reddedilmesinin ardından, yukarıda da zikredilen örneklerde olduğu gibi, AİHM, AİHS’nin 35 § 1. maddesinden doğan zorunluluğun, etkili, yeterli ve ulaşılabilir olan başvuru yollarının normal bir şekilde kullanılması ile sınırlandığını hatırlatmaktadır (Sofri ve diğerleri-İtalya (karar), no: 37235/97, AİHM 2003-VIII). Özellikle de AİHS yalnızca isnat edilen, uygun ve elverişli olan ihlallere ilişkin başvuru yollarının tüketilmesini önermektedir. Bu başvuru yolları, yeterli bir ölçüde, yalnızca teoride değil aynı zamanda uygulamada da mevcut olmalıdır, aksi durumda ise gerekli olan etkililik ve erişilebilirlik özellikleri mevcut olmayacaktır (Akdivar ve diğerleri-Türkiye, 16 Eylül 1996 tarihli karar, Derleme Kararlar ve Hükümler 1996-IV, s. 1210, § 66).
76. Buna karşın AİHM öncelikle, Hükümet tarafından isnat edilen kararlarda, ulusal mahkemelerin mülk sahibinin zarara uğramasına neden olan tapu sicil kayıtlarının her ne kadar devlet memurunun bir hatasının sonucu olmasa da bir “yanlışlık” sonucunda yapıldığını kaydetmektedir. Zira bu durumda hiçbir şey başvuranın ya da 1953’ten beri arsaya sahip olan kişilerin, tapu senetlerinin bir yanlışlık neticesinde verildiğini ortaya koymamaktadır. Sözkonusu arazinin tarım alanı olarak 1953 yılında Hazine tarafından bir şahsa satıldığı ve başvuranın, tapu sicil kaydında arazinin orman alanı olduğuna ilişkin hiçbir ibarenin yer almaması üzerine sözkonusu araziye sahip olan beşinci kişi olduğu hususu taraflar arasında tartışma konusu teşkil etmemektedir. Ulusal Mahkemeler, başvuranın dava süresince elde edilen kanıtlardan yola çıkarak sınırlamaya ilişkin talebini, araziyi tarım alanı olarak nitelendiren devlet memurları tarafından yapılan hatalı bir eylem nedeniyle değil de bu alanda uygulanabilir yasal hükümleri dikkate alarak reddetmiştir.
Daha sonra ise iki tarafça ileri sürülen içtihat ışığında, AİHM, bir şahsa ait bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin iç hukuk uygulamaları dikkate alındığında, Hükümet’in bu türden bir başvurunun ne kadar başarılı, yeterli ve ulaşılabilir olduğu hususunu hiçbir şekilde ortaya koyamadığı kanaatindedir.
Nihayetinde, AİHM, yüce mahkemeler önünde konu ile ilgili görülen davaların sonucu ile ilgili spekülasyon yapmaksızın, sözkonusu arazinin niteliğinin belirlenebilmesi amacıyla 1996 yılından 2004 yılına kadar zaten beklemiş olan başvurandan bir tazminat elde edebilmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasının beklenmeyeceğine kanaat getirmektedir (Bkz., mutatis mutandis, Guillemin-Fransa, 21 Şubat 1997 tarihli karar, Derleme 1997-I, § 50).
77. Sonuç itibariyle AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35 § 3. maddesi uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olmadığını tespit etmektedir. AİHM ayrıca şikayetin başka hiçbir kabul edilemezlik unsuru teşkil etmediği kanaatindedir. Bu nedenle şikayetin kabul edilebilir ilan edilmesi uygundur.
B. Esas Hakkında
78. Başvuran, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve bununla ilgili olarak ulusal mahkemeler önünde yapmış olduğu başvurunun, herhangi bir tazminat ödenmeksizin reddedilmesine ilişkin karar alınmasının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini ileri sürmektedir. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi aşağıdaki gibidir: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez”
1. Tarafların argümanları
a) Başvuran
79. Başvurana göre, ulusal mahkemeler, arazisi bir tarım alanı niteliğinde olmasına rağmen, ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle yaptığı iptal başvurusunu reddetmiştir. Arazinin bu niteliği, Hazine tarafından ilk satışının yapıldığı 1953 yılında var olduğu gibi, bizzat kendisinin araziyi satın aldığı 1993 yılında da devam etmiştir. Hukuken ve teknik olarak arazinin bu nedenle ormanlık alan olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bununla birlikte, madem ki arazi ormanlık alan olarak nitelendirildi, Devlet’in kamulaştırma usulünü izleyerek kendisine tazminat ödemesi gerekmekteydi zira dava konusu sınırlama bir nev’i mülkiyetten yoksun bırakma niteliğindedir. Bu bakımdan başvuran, Hükümet’in dava konusu sınırlamanın, tıpkı 2 Mart 2006 tarihli ve 49908/99 başvuru numaralı Ansay-Türkiye davasında olduğu gibi mülkiyet hakkını kullanması hususunda yapılan basit bir müdahaleden ibaret olduğuna ilişkin iddialarını reddetmektedir. Bu türden bir sınırlama sonrasında kendi arazisini kullanmasının imkansız hale geldiğini ve kullanması halinde ise bunun cezai mahkumiyetle sonuçlanacağını hatırlatmaktadır. Başvurana göre, herhangi bir tazminat ödenmeksizin, dava konusu arazinin sınırlandırılması, de facto bir ihlal teşkil etmektedir ve mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale niteliğindedir.
b) Hükümet
80. AİHM’nin bu konudaki içtihadına atıfta bulunan (Dagalaş ve diğerleri-Türkiye (karar), no: 51326/99, 29 Eylül 2005; Özden-Türkiye (karar), no: 11841/02, 3 Mayıs 2007; Gündüz-Türkiye (karar), no: 50253/07, 18 Ekim 2007 tarihli karar; ve Pekinel-Türkiye, no: 9939/02, 18 Mart 2008 tarihli karar), Hükümet, başvuranın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1 maddesi uyarınca gerekli olan ve mevcut bir alacağının doğmasına sebep olabilecek ne “fiili bir mülk” ne de “yasal bir beklenti” sahibi olduğunu belirtmektedir. Zira başvuran 1993 tarihinde araziyi satın aldığında bu arazinin 1990 yılında ormanlık alan olarak ilan edildiğini biliyordu ya da bilmesi gerekmekteydi. Ayrıca Ansay-Türkiye davasına atıfta bulunan Hükümet, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan müdahalenin meşru bir amaç taşıdığını ve orantılı ölçüde gerçekleştiğini ifade emektedir.
2. AİHM’nin takdiri
81.AİHM, içtihadına göre, mülkiyet hakkını özü itibarıyla güvence altına alan 1 No’lu Ek protokol’ün 1. maddesinin birbirinden ayrı üç kural ihtiva ettiğini anımsatır (bkz., özellikle, James ve diğerleri – Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar, A serisi no:98, prg. 37). Genel nitelik arz eden birinci bendin ilk cümlesinde ifade edilen birinci kuralda mülkiyete saygı hakkından söz edilmekte olup aynı bendin ikinci cümlesinde yer alan ikinci kuralda mülkten yoksun bırakma işlemi bazı koşullara bağlanır; ikinci bentte yer alan üçüncü kuralda ise sözleşmeci devletlere mal ve mülklerin kullanımını kamu yararına uygun şekilde düzenleme yetkisi tanınır. Belli bir takım mülkiyet hakkı ihlali örneklerine ilişkin olan ikinci ve üçüncü kural birinci kuralda ifade edilen ilkenin ışığında yorumlanmalıdır (Bruncrona-Finlandiya, no: 41673/98, §§ 65-69, 16 Kasım 2004, ve Broniowski-Polonya [Büyük Daire], no: 31443/96, § 134, AİHM 2004-V).
82. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir mülkiyetin var olup olmadığı hususunda ise AİHM’nin Hükümet’in iddiasını benimsemesi mümkün değildir. AİHM, mevcut davanın Hükümet tarafından ileri sürülen davalardan farklı olduğunu kaydetmektedir, zira başvuranın dava konusu araziyi satın aldığı sırada, tapu kayıtlarında herhangi bir ibareye yer verilmemiş olması nedeniyle, arazinin ormanlık alan olarak nitelendirildiği hususundan haberdar olduğu hiçbir nesnel unsur ile ortaya konmamıştır. Her halükarda geçerli bir tapu senedine sahip olan kişinin, iç hukuk ve uygulamaları uyarınca, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları sonrasında getirilen sınırlandırmalara karşı kararın tebliğ edildiği tarihi takip eden on yıl içerisinde itiraz etme hakkına sahip olduğu hususuna itiraz edilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, tapu senedine sahip bir kişinin, o alanda benimsenen nihai bir karar uyarınca sınırlandırmanın kesinleştiği ana kadar, sınırlandırmaya tabi olmamış bir mülke sahip olmayı umması pekala mümkündür. Bu nedenle başvuran, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülk” sahibidir (Bkz., diğerleri arasında, Kopecky-Slovakya [Büyük Daire], no: 44912/98, § 35, AİHM 2004-IX).
83.Bir müdahalenin varlığı hususunda ise AİHM, , dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle başvuranın mülkiyet hakkının ihlal edildiği hususunda her iki tarafın da hem fikir olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte taraflar söz konusu müdahalenin sonuçları hususunda aynı görüşü paylaşmamaktadır.
84. Bu durumda başvuran, sınırlandırmayı de facto olarak nitelendirirken Hükümet, dava konusu durumun, mülklerin kullanımına ilişkin düzenlemelerden kaynaklandığını belirtmektedir.
85. AİHM başvuran tarafından dile getirilen sınırlandırmanın etkilerinin tamamının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi bakımından incelenmeyi gerektiren söz konusu mülkün kullanılabilirliğinin ciddi bir şekilde azalmasından ileri geldiğini (yukarıda yer alan 90. paragraf) tespit etmektedir.
86. AİHM öncelikle başvuranın söz konusu araziyi satın aldığı sırada iyi niyetli olmadığının hiçbir şekilde ortaya konmadığını tespit etmekte ve başvuranın geçerli bir tapu senedine sahip olduğunun altını çizmektedir.
87. AİHM, AİHM daha sonra ise yetkili mahkemelerin, adli bir kararla dava konusu araziyi ormanlık alan olarak nitelendirdiğini tespit etmektedir. Başvuran tarafından arazinin niteliğine ilişkin itiraza rağmen ulusal mahkemeler arazinin orman alanında bulunduğu yönündeki bilirkişi raporlarına dayanarak anayasa hükümleri gereğince tapu senedini iptal etmiştir. Ulusal mahkemeler tarafından ileri sürülen gerekçeleri göz önünde bulunduran AİHM, başvurana uygulanan yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğini düşünmektedir (bkz., mutatis mutandis, Lazaridi – Yunanistan, no: 31282/04, prg. 34, 13 Temmuz 2006). Bu çerçevede AİHM, her ne kadar çevrenin genel olarak korunmasına yönelik AİHS’de özel bir hüküm bulunmasa da (Kyrtatos – Yunanistan, no: 41666/98, prg. 52) günümüz toplumunun çevrenin korunması konusundaki duyarlılığının her geçen gün daha da arttığını anımsatır (Fredin – İsveç (no:1), 18 Şubat 1991 tarihli karar, prg. 48). AİHM, çevrenin korunmasına bağlı sorunlara müteaddit defalar değindiğini ve konunun önemine dikkat çektiğini kaydeder (Bkz. örneğin, Taşkın ve diğerleri-Türkiye, no: 46117/99, AİHM 2004-X; Moreno Gomez-İspanya, no: 4143/02, AİHM 2004-X; Fadeieva-Rusya, no: 55723/00, AİHM 2005-IV; Giacomelli-İtalya, no: 59909/00, AİHM 2006-…). Tabiatın ve ormanların korunması ve daha genel olarak da çevre bir değer teşkil etmektedir, bu değerin korunması ise kamuoyunda, dolayısıyla da kamu makamları nezdinde sürekli ve yoğun bir ilgi uyandırmaktadır. Çevrenin korunmasına ilişkin mülahazalar söz konusu olduğunda, bilhassa da devlet konuyla ilgili olarak bir yasal düzenlemeye gitmişse, ekonomik zorunluluklar ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar öncelik arz etmemelidirler (Hamer-Belçika, no: 21861/03, § 79, AİHM 2007,-..., (kesitler)).
88. Dava konusu sınırlamanın bu alandaki adil dengeye uygun olarak gerçekleştirip gerçekleştirilmediği hususunda karar vermeden önce, AİHM, Hükümet’in Ansay-Türkiye (no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) kararının mevcut davanın incelenmesinde örnek teşkil edebileceği görüşüne katılmamaktadır. Ansay davasında, AİHM, başvuranların mülklerinden istifade etme haklarının sınırlandırılmasına sebep olan gerçek nedenlerle ilgili olaylara ve hukuka ilişkin yeterli hususlara sahip değildi. Ve incelemesi gereken temel soru, ilgililerin inşa izninin iptal edilmiş olmasının, bu tedbirin amaçlanan meşru hedefle orantılı olup olmadığını ortaya koyabilecek bir zarara sebep olup olmadığı hususuydu. AİHM, haklı olarak, bu soruyu, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülklerin kullanımın düzenlenmesi” kavramı bakımından incelemiştir oysa ki mevcut davada söz konusu olan mülkiyetten yoksun bırakmanın temelini teşkil eden bir tedbirdir.
89. Mevcut davada başvuran, iyi niyetle 1993 yılında hiç tartışmasız bir şekilde tarım arazisi olarak nitelendirilen (yukarıda yer alan 8 ve 9. paragraflar) ve Türk Hukukunda muteber sayılan tapu sicil kayıtlarında arazi ile ilgili sınırlayıcı hiçbir ibarenin yer almadığı bir araziyi satın almıştır (yukarıda yer alan 38. paragraf). Bu nedenle arazinin başvuran tarafından satın alınması işlemi, başvurana yöneltilebilecek hiçbir kuralsızlık barındırmamaktadır; hal böyle olmasaydı, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü yasalara uygun olarak hazırlanmış olan tapu senedini başvuran adına düzenlemezdi (9. paragraf).
90. Bu bakımdan, AİHM, arazinin satın alındığı dönemde, başvuranın arazinin niteliğinden haberdar olması gerektiğini belirten Hükümet’in iddiası üzerinde daha fazla durmayacaktır zira Hükümet’in bu iddiasını destekleyebilecek doğrulanabilir hiçbir unsur mevcut değildir (yukarıda yer alan 80. paragraf). Buna karşın, AİHM halihazırda, tarım arazisi satın alan başvuranın, kendi adına düzenlenen tapu senedine sahip olmasına rağmen, araziyi işleyemediğini, ekip biçemediğini veya başka hiçbir işlem yapamadığını tespit etmektedir. Kısacası başvuranın arazisinden yararlanma hakkı bulunmamaktadır.
91. Bu nedenle AİHM, kararının mevcut dava olayları ile sınırlı olduğunu ve ormanlık alan sınıflandırmasının, dava olaylarını çevreleyen tüm koşullardan bağımsız olarak, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale niteliğinde olduğunu belirten bir ilke kararı olarak algılanmaması gerektiğini ifade ederek mevcut davada dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, yukarıda ifade dilen koşullarda (9. paragraf) edinilmiş olan başvuranın mülkiyet hakkının içeriğini tamamen yok ettiğinin kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir. Başvuranın, tedbirin uygulandığı 28 Eylül 2007 tarihine kadar araziyi satmasının mümkün olduğu hususunda dile getirilen iddia (33-34. paragraflar), bu tespiti hiçbir şekilde etkilememektedir zira bir yandan bu satış işlemi tamamen teoriktir ve öte yandan ise tapu senedinin iptal edilmesini ve arazinin Orman Müdürlüğü lehine devrinin yapılmasına ilişkin dava başlatılmış bulunmaktaydı.
92. Geriye kalan husus, dava konusu tedbirin, gerekli olan adil dengeyi sağlayıp sağlayamadığı ve özellikle de, başvuranı orantısız bir yük taşımaya mahkum edip etmediğidir. Bu itibarla, yerel mevzuatla öngörülen tazmin edilme usüllerini değerlendirmek gerekmektedir. Bu konuda, AİHM bu hususta etkili bir iç hukuk yolunun mevcut olmadığını tespit etmektedir (74. paragraf). Dava koşulları, özellikle de sınırlamanın nihai oluşu, dava konusu durumu telafi edebilecek nitelikte etkili bir iç hukuk yolunun bulunmayışı, mülkiyet hakkından tam olarak istifade edilmesi karşısındaki engel ve tazminat ödenmemiş olması AİHM’ nin, başvuranın özel ve aşırı bir yük taşımaya mecbur kılındığı kanaatine varmasına neden olmaktadır. Bu durum, kamu yararının gereklilikleri ve öte yandan ise mülkiyet hakkına saygı ilkesinin korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozmaktadır (Bkz. mutatis mutandis, Terazzi S.r.l., adıgeçen karar, § 91). AİHM, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek hiçbir istisnai duruma atıfta bulunamadığını kaydetmektedir.
93. Bu nedenle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
|