View Single Post
Eski 27-03-2008, 11:29   #91
eskimo
Ağaç Dostu
 
eskimo's Avatar
 
Giriş Tarihi: 03-06-2005
Şehir: Didim
Mesajlar: 741
Alıntı:
Nükleer enerji toplantısında protesto

27 Mart, 2008

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) tarafından düzenlenen nükleer teknolojiye ilişkin kongre,''Küresel Eylem Grubu'' tarafından protesto edildi.

Cevahir Otel'deki "Nükleer Teknolojide Dünya Konjonktürü III'üncü Nesil ve III Nesil Nükleer Reaktörler Kongresi" öncesinde kongrenin yapılacağı salonun girişine üzerinde, "Nükleer lobi işbaşında" yazılı pankart taşıyan bir grup tarafından yapılan basın açıklamasında, nükleer santral ihalelerinin protesto edildiği belirtildi.

Açıklamada, "Nükleer enerjinin en tehlikeli ve en pahalı enerji üretim biçimi olduğunu gizleyen, atık sorunu yokmuş gibi davranan, bilimsel gerçekleri çarpıtan, sadece nükleer lobinin çıkarları uğruna konuşan, bilimden uzak, bilim adamlarını protesto ediyoruz" denildi.

Grubun açıklaması sırasında otel görevlileri grubu uyararak, otelden dışarıya çıkmalarını istedi.

Küresel Eylem Grubu ve kongre katılımcıları ile otel görevlileri arasında yaşanan kısa süreli tartışmasının ardından 10 kişilik grup, görevliler tarafından otel dışına çıkarıldı.

Bu arada, Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve eski Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Prof. Dr. Emin Özbaş, grup açıklama yaptığı sırada tepki göstererek, "Bunlar ezbere konuşuyorlar, gerçekleri saptırıyorlar. Nükleer teknolojinin gidip de kalkınmadığı ülke yok. Bilimsel verilerle konuşsunlar" dedi.

http://www.cnnturk.com/YASAM/DIGER/h...haberID=442119
Emin Özbaş 2006 yılında Akisyon dergisine anlatmış....

Alıntı:
Ermeni ve Yunan lobisinin Türkiye’ye karşı nükleer savaşı

Gelişmiş devletler sanayilerini nükleer teknoloji üzerine kurmuşken Türkiye’de örgütlü bir nükleer karşıtlığı var. Dünya enerji ihtiyacının yüzde 16’sını karşılamakta olan nükleer enerjiye karşı çıkanların amacı ne?

.............
Nükleer fizik üzerine ihtisas yapmış olan Özbaş’a göre bu çağ ne iletişim ne de bilişim çağı, esasında bu çağ bilim ve teknoloji çağı! Artık teknolojinin, siyasette ve ekonomide etkin güç olmanın tek anahtarı haline geldiğini ifade eden Emin Özbaş ekliyor: “Bugün süper güç Amerika nükleer teknolojiye sahip olmasaydı her şeyin önüne nükleeri koyardı. İleri teknoloji olması nedeniyle dünyaya baktığımızda nükleer santrallerin yüzde 95’inin gelişmiş ülkelerde olduğunu görüyoruz. O zaman diyebiliriz ki kalkınmanın, refah bulmanın ve ekonomide süper güç olmanın da yolu nükleer enerji teknolojisine sahip olmaktır. Zira hassas ve ileri bir teknoloji olduğu için sanayinin her koluna yansıyacaktır.”

Ankara Ticaret Odası’nın nükleer enerji raporuna göre dünyada 31 ülkede 439 nükleer santral işletiliyor. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun resmi verilerine göre de dünya reaktör dağılımında 104 adet nükleer reaktöre sahip olan ABD’yi 59 reaktörle Fransa ve 54 reaktörle Japonya takip ediyor. Dünya elektrik talebinin yüzde 16’sı nükleer santrallerden karşılanıyor. Türkiye’nin fosil yakıtlara bağımlılığı ise yüzde 70’lere varmış durumda. Emin Özbaş nükleer santralin kurulmasıyla ağır sanayi hamlesini atlayarak ileri ve hassas teknolojiye geçeceğimizi ve özellikle uluslararası platformda ülke olarak sınıf atlayacağımızı ifade ediyor.

Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de hükümetler defalarca nükleer santral kurma kararı aldı. Ancak ya iç muhalefet yüzünden ihaleden dönüldü son anda, yahut da yönetimdeki hükümet değişiklikleri projeleri akim bıraktı. Bir zamanlar Greenpeace adlı çevre örgütünün başı çektiği çevreci muhalefet, Akkuyu’ya 40 otobüslük konvoylarla protesto gezileri düzenlemiş, kendilerini TEK’in kapısına zincirlemeye ve ölü taklidi yapmaya kadar her şeyi deneyerek, nükleer santrali engellemeye çalışmıştı. Benzer bir muhalefet AK Parti hükümetinin Sinop nükleer santrali ile ilgili kararına karşı örgütlenmiş görünüyor.

NÜKLEER ÇAĞIN ÇAĞ DIŞI MUHALİFLERİ

Nükleer karşıtları bilgi eksikliğinden kaynaklanan tepkilerle mi yaklaşıyor nükleere yoksa arkada Türkiye’nin önünü kesmeye yönelik organize bir faaliyet mi var? Profesör Emin Özbaş’a göre muhaliflerin çoğu konu hakkında yeterli bilgisi olmayan, nükleer karşıtlığında bir tür ‘entellik’ bulduğunu zanneden kişiler. Şöyle konuşuyor Özbaş: “Günümüz Türkiye’sinde entelektüel olmak için solcu olmak veya çevreci olmak moda haline geldi. Bakıyorsunuz, adam hukukçu ya da tıpçı, bu işle ilgisi yok, teknolojisiyle ilgili bilgisi yok ama nükleere karşı. Niye karşıdır dediğimiz zaman akla ilk olarak temelde bazı güçlerin, bazı devletlerin insanları dolaylı yoldan olumsuz manada etkilemek için giriştikleri birtakım oyunlar geliyor.”

Greenpeace kurucularından birine atfen Türkiye Greenpeace temsilcisinin başbakandan daha yüksek maaş aldığını söylüyor Özbaş. “O çevreci bir kuruluş, işini yapıyor, peki ya ötekiler?!... Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenler; Yunanlılar, Ermeniler.” diye de ekliyor. Profesör Emin Özbaş, Kanada hükümeti dışişleri komisyonunda bir milletvekili olan Ermeni asıllı Sarkis Assadourian’ın Kanada hükümetine verdiği dilekçeyi paylaşıyor Aksiyon okurlarıyla. Assadourian verdiği dilekçede Türkiye’ye bin bir türlü hakaret ederek hükümetinden Türkiye’ye nükleer reaktör satılmamasını talep ediyor.

Diğer yanda Yunanlılar var… Kanada’da kültür ataşesi olarak görev yapan bir Yunan diplomatın devletiyle yaptığı bir iç yazışmanın metnini gösteriyor Özbaş. Yurtdışında Türkiye aleyhine yapılan bu çalışmaların nedeni açık: Türkiye’nin uluslararası platformda güç sahibi olmasını engellemek. Yunan ataşesi iç yazışmada Kanada’da aydınlar ve sanatçılar arasında Türkiye’nin nükleer santrale sahip olmaması için ne gibi lobi faaliyetlerinde bulunduğunu ülkesine rapor ediyor. Özbaş, “Avrupa Birliği’nde Doğu Akdeniz belediyeler birliğinde resmen faaliyetlerde bulundular. Ve Türkiye’de de medya yoluyla üstü kapalı, niyet belli etmeden haber verir gibi nükleer karşıtı yayınlar yaptırdılar. Ülkesini sevdiğine inanan insanlar da nükleere karşı bu adamların kim olduğunu bilmeksizin onların yanında yer aldılar.” diyerek ülke içinde dış mihraklı güçlerin etki alanı bulduğunu ifade ediyor. Nükleere karşı çıkan insanların bir bilene danışmaksızın tepki göstermelerine anlam veremediğini söyleyen Özbaş, radyolarda, televizyonlarda nükleerle ilgili programlara bir nükleer uzmanının karşısına konuyu bilmeyen 8-10 kişinin çıkarıldığını ve konunun laf kalabalığı içerisinde boğulup kaybolduğunu belirtiyor.

SANTRAL YETMEZ, TEKNOLOJİSİ DE LAZIM

“Anahtar teslim” nükleer reaktör alımına özellikle karşı olduğunun altını çizen Emin Hoca, nükleer santral kurulurken amacın teknoloji transferi olması gerektiğini ifade ediyor. Zira bu durumda tasarımdan imalata dek tüm sahalarda yurdumuzun mühendisi, işçisi çalışacak ve yerli katkı sağlanırken teknoloji gelişecek. Özbaş, nükleerle birlikte edinilen hassas ve ileri teknolojinin üretimin her alanına yansıyacağını, bunun da Türkiye’yi küresel ölçekte bir güce dönüştüreceğini söylüyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda nükleer santral yapımında kullanılacak kalitede çimentonun, demirin üretilemediğini aktarıyor Özbaş. Eğer teknoloji transferi sağlanırsa Türkiye öncelikle bu kaliteyi yakalamış olacak. Bu da nükleerin dışında bir dizi alanda Türkiye’ye rekabet gücü kazandıracak.

Emin Özbaş, Sinop’ta kurulacak santralin sağlayacağı istihdam alanının büyüklüğü sebebiyle bölge halkının başına talih kuşunun konacağını düşünüyor. Ancak Sinop’un “yer lisansı” olmamasının zaman kaybına sebep olacağını da ifade ediyor. Bir nükleer santral kurulmadan evvel teknik araştırmalarla bölge jeolojik, sismolojik, demografik ve iklim koşulları itibarıyla inceleniyor. Hatta flora (bitki örtüsü) ve fauna (hayvan türleri) araştırmaları yapılıyor. Ve bu sürecin tamamlanması en az iki yıl tutuyor. Akkuyu’nun tüm bu işlemlerinin önceki hükümetler tarafından yaptırılmış olduğuna dikkat çeken Özbaş, buna rağmen hükümetin neden Sinop’u tercih ettiğini sorduğumuzda şöyle yanıt veriyor; “Sayın Başbakan’ın Mersin’in turistik merkez olması ve Sinop’un da işsizlik oranının yüksek olması nedeniyle Sinop’u tercih ettiğine dair bazı duyumlar aldık.”

Yıllar önce Türkiye’de nükleer santral kurma kararının alınmasından bugüne dek santralin nereye kurulacağına dair alternatifler hep deniz kıyısında yoğunlaştı; İğneada, Akkuyu, Sinop. Çünkü santrallerin bazı parçalarının 350-400 ton gibi ağırlıklara sahip olmaları karayoluyla taşınmalarını imkânsız kılıyor. Güvenliğin tehlikeye girmesi ve maliyetinin çok daha yüksek olması sebebiyle de adalar santral kurmak için alternatif olarak düşünülmüyor.

TARIMDAN SAĞLIĞA HER ALANDA NÜKLEER

Nükleer teknolojinin etki alanının tıptan endüstriye, hayvancılığa, madenciliğe kadar geniş bir saha teşkil ettiğini ifade eden Özbaş, “Hiçbir doktor kafasını hastanın içine sokamaz ama nükleer teknolojiyle hastanın içini görmek ve dolayısıyla hastalığa teşhis koymak mümkündür. Kanser, tümör teşhis ve tedavileri için tomografi makineleri, radyo-izotoplar ve radyasyon kullanılıyor.” Diğer yandan tarımda bir arazi için ne kadar gübre ihtiyacı olduğunu öğrenmenin nükleer tekniklerle mümkün olduğunu ifade eden Özbaş, “Radyasyonla bırakın tarıma zarar veren hayvanları yok etmeyi, onları kısırlaştırabilirsiniz, meyvelerin sebzelerin ömrünü uzatabilirsiniz.” diyor. Sağlık açısından herhangi bir tehlike olup olmayacağına dair sorduğumuz soruya ise şu cevabı veriyor: “Hayır, çürümenin nedeni ürünün içerisindeki doğal mikro-organizmaların meyve olgunlaştıkça çoğalmasıdır. Bunlar çoğaldıkça meyveyi çürütür. Radyasyon ise bunu önler.”

Emin Özbaş nükleer enerjinin sera gazı yayılımı olmayan, asit yağmurlarına sebep olan kükürt dioksit ve azot oksit içermeyen bir enerji olduğunu hatırlatıyor. Greenpeace’in kurucularından biri olan ve bugün bir nükleer enerji taraftarı olan Patrick Moore şöyle demiş mesela: “6 milyar insanın hayatını korumak amacıyla bilimsel ve mantıklı çevresel politikalar geliştirmek için çalıştım. Rüzgâr, jeotermal ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji örnekleri çözümün parçası. Fakat nükleer enerji küresel ihtiyaca cevap verirken fosil yakıtların yerini alabilecek tek sera gazı etkisi olmayan enerji çeşididir.” Bir kömür santrali yılda 400 tona yakın zehirli, kanserojen element atıyor dışarıya. Ve bunlar asla yok olmuyor. SANTRAL

ATIKLARININ DEPOLANMASI

1000 MW’lık bir santral için tipine göre değişkenlik gösterse de sadece 27 ile 35 ton arasında değişen uranyuma ihtiyaç var. Türkiye’nin uranyum rezervi 9000 ton. Dünya uranyum rezervinde 1. sırada olan ülke ise Kazakistan. Nükleer atıkların depolanması sürecinin işleyişi, güvenliği ise şöyle: Yanmış yakıt muazzam sıcaklığa ve basınca dayanıklı olan bir borunun içerisinde 10 seneye yakın bir süre havuzda muhafaza edilir ve radyoaktivitenin yüzde 99’u ölür. yüzde 1’lik plütonyum kalır geriye. Bunun yarı ömrü 24.000 yıldır. Emin Özbaş plütonyum için, “Bunu yeseniz büyük bir tehlike değil, ama solursanız; işte o vakit felaket!” diyor. Bu nedenle nükleer atığın depolama süreci ciddi ve titiz bir çalışma gerektiriyor.

Geriye kalan yüzde 1’lik plütonyum içerisinde yine yakıt olarak kullanılabilecek uranyum, bomba olarak kullanılabilecek plütonyum ve sanayide, tıpta kullanılabilecek radyo-izotoplar var. Eğer bu atık yakıtın ekonomik olarak değerlendirilmesi söz konusu değilse ara ve nihai depolama yöntemleriyle saklanması mümkün. Önce ara depolama sürecinde radyoaktif maddeler cam yahut seramik bilyalara konulur, ardından çelik bidonlara yerleştirilir ve ağızları lehimlenir. Nihai depolamada ise bu çelik bidonlar yerin en az 600 m aşağısındaki tuz yatakları gibi su baskınından korunaklı ve depreme dayanıklı, jeolojik deformasyona uğramış bölgelerde beton korunaklara tabut gibi yatırılır. Bunlar burada binlerce yıl kalabilir.

Nükleer atıkların okyanusa atılması fikrinin bir “cehalet” olduğunu ifade eden Emin Özbaş bu durumun çelik bidonda paslanmaya neden olduğunu ve zamanla radyoaktif maddenin açığa çıkabileceğini belirtiyor. 1960’larda İngiltere bunu yapmış ve uluslararası kamuoyundan büyük bir tepki almış.

ENERJİ POTANSİYELİMİZ VE BÜYÜYEN İHTİYAÇ

Emin Hoca 1000 MW’lık en az 15-20 tane nükleer santrale ihtiyacımız olduğunu belirtiyor. Raporlar ışığında değerlendirdiğimizde Türkiye bugün doğada bulunan gaz, kömür, petrol, uranyum, rüzgâr, güneş gibi birincil enerjide özellikle fosile dayalı kaynaklarda ürettiğinin 2,5 katını ithal ediyor. Bu rakam yıllara göre değişkenlik gösteriyor, çünkü Türkiye kalkınmakta olan bir ülke. Buna bağlı olarak enerji açığı büyüyor ve enerji ithalatı artıyor. Mevcut enerji kaynaklarına ve bu kaynakların enerji ihtiyacının ne kadarını karşıladığına göz atacak olursak Türkiye yeterli finansmanı bulsa ve bütün kaynaklarını devreye soksa dahi bir yılda barajlardan ancak 127 milyar kilowatsaatlik (kWh) enerji üretebiliyor. Kömürümüzden de 105 kWh’i linyitten ve 15 kWh’i taş kömüründen olmak üzere 120 milyar kWh’lik enerji üretilebilir. 30 milyar kilowatsaat de rüzgâr ve güneş enerjisi gibi hedeflenen yenilenebilir enerji payı bulunmakta. Toplamda yıllık 277 kWh enerji üretimi mümkün görünüyor. Ancak mevcut hükümetin yaptığı araştırmaya göre 2020’de enerji ihtiyacımız 499 kWh olacak. Aradaki bu açığı kapatmak ise iki alternatifle mümkün; ya yurtdışından hammadde getirebilir yahut da komşularımızdan elektrik ithal edebiliriz.

Komşularımız elektrik açısından çok da zengin olmadıklarından tek çözüm hammadde, yani doğalgaz veya kömür satın almak. Doğalgaz hem depolaması güç hem de maliyeti yüksek bir kaynak. Kömür de Avustralya, Arjantin, Güney Afrika veya Rusya’nın Sibirya taraflarından getiriliyor. Yani taşıma maliyeti yüksek. Dahası 1000 MW’lık bir enerji santrali için 2 milyon ton kömüre ihtiyaç duyulduğu göz önüne alındığında sonuç dağ yığınlarınca ifade edilebilecek kömür stokları. Bu çözüm seçeneklerinin ne kadar makul olduğunu sorduğumuzda Özbaş şöyle yanıt veriyor; “Vanası ve kaynağı başkasının elinde olduğu için her zaman bu durum büyük risktir.” Emin Hoca Ukrayna’nın Rusya ile yaşadığı doğalgaz krizini hatırlatıyor. Ona göre bu, barış zamanında çıkmış basit bir krizdi. Gazı satanlarla barış durumunda olamayacağımız bir siyasi kriz meydana geldiğinde gazı o devletten alamayacağımızı ifade eden Özbaş bu durumda, “Siz fabrikadaki işçinize evine ekmek götürme diyebilir misiniz? Fabrikaları kapatacak mısınız?” diye soruyor ve ekliyor, “Nükleer bizim fosil yakıtlarda dışa olan bağımlılığımızı azaltacak.”

Prof. Emin Özbaş nükleerin kaza riski ve çevreye zarar verdiği yönündeki iddiaların da kasıtlı veya cahilliğe bağlı abartılar olduğunu söylüyor. Bir nükleer reaktörde yakıt, 1 mm’lik çeliğin bile patlatılması mümkün değilken 25 cm kalınlığında çelik kazanda muhafaza ediliyor mesela. Dış güvenlikte ise 2.5 m kalınlığında öngerilimli bir betonarme yapı var ki bu intihar dalışlarına karşı bile dayanıklı. Bir benzetme yapan Özbaş nükleer santralin güvenliğini şu şekilde izah ediyor: “Araba ve uçaktaki güvenlik sistemlerine bakın; arabanız siz yoldayken bozulursa durup tamir edersiniz fakat uçakta böyle bir şansınız yoktur. Dolayısıyla daha gelişmiş güvenlik sistemlerine sahiptir, işte nükleer de böyledir.”

“REAKTÖRÜN DİBİNDE BU KADAR RADYASYON YOK!”

Maruz kalınan radyasyon konusunda da Emin Hoca’nın ilginç verileri var. Büroda, evde otururken dahi bir santralin çevresine yaydığından 460-470 misli daha fazla radyasyona maruz kaldığımızı ifade ederek, “Reaktörün dibine otursam bu kadar olmaz.” diyor. Zira uranyum dünyanın her tarafına dağılmış durumda. Az miktarda bile olsa her şeyde var. Zamanla bozuluyor ve açığa çıkıyor. Açığa çıkan maddelerden biri de radon gazı. Herhangi bir duvarın içinden sızabiliyor ve bizler oturduğumuz yerde radyasyona maruz kalıyoruz. Ayrıca kozmik ışınlardan gelen radyasyon bile bir nükleer reaktörden gelen radyasyondan 120 kat daha fazla.

Çeşitli resmî istatistiklere göre muhtelif iş kollarında yaşanan kazalardan ölenlerin tek bir yıllık dökümü dahi şimdiye kadarki tüm nükleer kazalarda ölenlerin sayısından fazla. Bu riskler olağan addedilirken, nükleer enerjiye karşı sert tepki gösterilmesi, kamuoyunun “toplumsal risk sıralaması”nda önyargılı hareket ettiğini gösteriyor. Bu önyargının bir nedeni, nükleer santrallerin nükleer silahları çağrıştırması, bir diğeri de, söz konusu radyasyon riskinin görünmez, neredeyse “mistik” bir tehlike olması. Hâlbuki bir nükleer santralin bir nükleer bomba gibi patlaması imkânsız. Hatta nükleer santraller, bir kaza durumunda ısınmaya başlayınca, kendi kendilerini kapatıp, zincirleme reaksiyonu durduracak şekilde tasarlanmış.

Tarihte bazı medeniyetler etrafta zaten yeterince enerji kaynağı olduğuna inandıklarından buldukları yeni enerji kaynaklarını devreye sokmamışlar. Örneğin M.Ö. 3. asırda İskenderiyeli Heron buhar makinesini keşfedip tasarımını dahi çizmiş, fakat bu buluş dönemin Mısır’ında bolca köle bulunduğundan hayata geçirilmemiş. Emin Hoca’ya göre suyumuz var, rüzgârımız esiyor, güneşimiz bol gibi komik bahanelerle nükleer enerjinin önünü kesmek tam da Heron’un düştüğü hataya düşmek olacak.


MUHTELİF İŞ KOLLARI VE ÖLÜM ORANLARI

1956’dan beri kullanılmakta olan nükleer santrallerde şimdiye kadar 2’si büyük olmak üzere 5 kaza olmuş, sadece 31 kişi anında olmak üzere yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetmiştir.

Halbuki 1923’ten bu yana dünyada 13 büyük hidroelektrik santral kazası olmuş ve yaklaşık olarak 5000 kişin ölmüştür. Sıvılaştırılmış gazın (LNG) depoda infilak etmesi nedeniyle meydana gelen Mexico City yangınında ise 2000 kişi hayatını kaybetmiştir.

1974 yılında, Hindistan’ın Bhopal eyaletinde, Union Carbide şirketine ait bir gübre fabrikasında yer alan siyanid gazı kaçağı, 3.400 insanın zehirli buhar soluyarak ölmesine yol açmış, fakat kimya endüstrisi bu nedenle kapanmamıştır.

Kömür madenlerinde her yıl yüzlerce, yalnız Türkiye’de ortalama olarak 60’ın üzerinde işçi ölmekte, hiç kimse kömür madenlerinin bu yüzden kapatılmasını istememektedir.

Keza trafik kazaları nedeniyle sadece Türkiye’de yılda 7.000’e yakın insan ölürken 60.000 kadarı sakat kalmaktadır. Fakat otomobil kullanımının yasaklanmasını isteyen yoktur.

Dünyada erişkin nüfusun 1/3’ü sigara içiyor. Sigaradan dolayı her yıl 4 milyon, her gün 11 bin insan hayatını kaybediyor. Sigara nedeniyle 20. yy’da 100 milyon ölüm gerçekleştiği biliniyor. Bu sayı 21. yy’da 1 milyara çıkabilir.


ÇERNOBİL’İN KARADENİZ’DEKİ KANSER ARTIŞIYLA İLİŞKİSİ VAR MI?

1986 yılında Sovyetler Birliği’nin Çernobil nükleer santralindeki ünitelerden birinde soğutucu kaybı sonucu reaktör kalbi eridi. Oluşan radyasyon bulutunun haftalarca, Türkiye dâhil Avrupa üzerinde dolaştığı, yağmurlarla birlikte besin zincirine ulaştığı hepimizce malum. Çernobil kazasıyla nükleer endüstrinin imajı ağır bir yara alırken, dünya kamuoyunun nükleer enerjiye güveni sarsıldı. Fakat dile getirilen endişelerde psikolojik boyut daha ağır basıyor. Geçtiğimiz hafta Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Çernobil kazasının yaygın inanışın aksine özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser vakalarında artışa neden olmadığını bildirdi. Bakan Akdağ, “Asıl Çernobil, cebinde sigara taşıyan her vatandaşın üzerinde.” diyor ve ekliyor: “Karadeniz bölgesindeki kanser vakaları diğer bölgelerimizden farklı bir artış göstermemekte. Ülkemizin tüm bölgelerinde görülen kanser sayılarındaki artış büyük ölçüde, kanser kayıtlarını çok daha titizlikle tutmamızla ilgili.”


DÜNYADAKİ MEVCUT NÜKLEER REAKTÖR SAYISI

ABD 104, Almanya 18, Arjantin 2, Belçika 7, Brezilya 2, Bulgaristan 4, Çek Cumhuriyeti 6, Çin 9, Ermenistan 1, Finlandiya 4, Fransa 59, Güney Afrika 2, Güney Kore 20, Hindistan 14, Hollanda 1, İran 0, İngiltere 23, İspanya 9, İsveç 11, İsviçre 5, Japonya 54, Kanada 17, Kuzey Kore 0, Litvanya 1, Macaristan 4, Meksika 2, Pakistan 2, Romanya 1, Rusya 31, Slovakya 6, Slovenya 1, Ukrayna 15.


TÜRKİYE NÜKLEER MÜHENDİS DEPOSU

Türkiye 1960’lardan bu yana 1800 nükleer mühendis yetiştirmiş. Fakat bunların çoğu kendi işlerini yapamadan farklı sektörlere yönelip emekli olmuş insanlar. Aralarında tuhafiye dükkânı açanlar, ticarete girenler, bankacılık yapanlar var. Bir kısmı ise Kanada, ABD, Almanya, Fransa ve İsviçre gibi ülkelere göç etmiş. Bir dönem İsveç dışişleri bakanlığı ve uluslararası TAEK başkanlığı yapmış olan Hans Blix durumumuzu şöyle özetlemiş: “Bu kadar eleman yetiştirdiği halde nükleer programı olmayan yegâne ülke Türkiye!”
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=25136

eskimo Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön