Bilgisayarımda, eski bir arkadaşımın bir yazısını buldum; Ziya Mete Demircan. Okumaktan hoşlanacağınızı düşünüyorum.
Dil ve Hayata Katkısı
Henüz bu yüzyılın başlarında Benjamin Lee Whorf isminde bir dilbilimci ortaya müthiş bir iddia atmıştı. Diyordu ki : Kişinin konuştuğu dilin yapısı, o dili konuşanı belli bir tarzda konuşmağa ve belli bir tarzda davranmağa zorlar.
İlk duyduğumuzda itiraz edilebilir bir fikir gibi gözükse de üzerinde biraz düşündüğümüz zaman gerçeğin böyle olmadığını anlamamız zor olmaz.
Her dilin belli bir yapısı vardır. Bu yapı genel olarak Özne, Yüklem, Tümleç, Zarf, Edat ve Harf-i Tarif gibi elemanların cümlenin neresinde ve nasıl bulunabileceğini tarif ediyor gibi görünse de aynı yapıda diller için bile farklı anlamlar sözkonusu olabilir. Örneğin Almanca ve İngilizce, cümle kuruluşu bakımından aynı genel yapıya sahip gibi gözüküyor olsa ve ikisi arasında sözlük tercümesi mümkün gibi gözükse bile gerçek böyle değildir. Almanca'nın zamanlara göre değişen harfi tarifleri (artikel), eklenerek genişleyen isimleri ve değişime uğrayan fiilleri İngilizce'de yoktur. Fransızca her iki dile akraba olsa bile bozulmuş Latince kökünden dolayı bambaşka bir yapı arzetmektedir ve bu dildeki telaffuz her ne kadar çok kibar gözükse de kimi kelimelerin yazılışı okunuşu görenleri hayrete düşürecek kadar değişik olabilir. Örneğin "Champs Elyessee" yazıldığını gören bir İngiliz "Çemps İlaysi" gibi bir okunuşa sahip olacağını, bir Alman "Çamps Elyese" diye okunacağını düşünebilir. Fakat bu örneğin gerçek telaffuzu bildiğiniz gibi "Şanzelize" şeklindedir.
Türkçe ile Batı dilleri arasındaki en büyük ayrım cümlenin diziliş (ve tabii düşünülüş) sırasındadır:
"Ben İstanbul'a gidiyorum" (ya da İstanbul'a gidiyorum) kelimesini ele alalım. Bunun İngilizce'deki karşılığı "I'm going to Istanbul" şeklinde olacaktır. Öznede bir sorun yok, o yerinde duruyor fakat fiilin yeri değişik. İki dildeki söylenişi gizli özne ile yazacak olursak
Türkçe'si : İstanbul'a gidiyorum
İngilizce'si : Gidiyorum a'İstanbul.
şeklinde meydana gelmektedir ve bu da tabii ki daha cümleyi düşünme aşamasından itibaren bizi etkileyecek ve bu etki davranışlarımızın sırasına kadar işin içine girecektir.
"Ne yapacağını önceden söylemek", yâni önce eylemi göstermek batı dillerindeki avantajlardan birisidir. Türkçe konuşurken bunu yapamayız. Çünkü eylemi en sona bırakıyoruz. Bu durumda Türkçe'de eylemi rahatlıkla değiştirebilir ve cümlenin ortasında, gitmekten vazgeçtiyseniz, bunu kimse farketmeden değiştirebilirsiniz: "İstanbul'a ... gitmiyorum.". Oysa aynı şeyi İngilizce konuşan birisi yapamaz, "I'm going to ... " bir yere gideceğini söylemiştir ve karar verilmiş durumdadır. Olsa olsa daha yakın bir yerle değiştirebilir. Meselâ İstanbul yerine Eve gitmeğe karar verebilir. "I'm going to ... Home". Türkçe'de eylem en sona kaldığı için, bol bol konuşup hiç bir şey yapmamak durumuna sıkça rastlanır. Bu yüzden cümlenin baş kısmını ayarlamağa çalışırken sondaki eylemi unutmak ve lafı bir türlü toparlayamamak da pek çok kişinin başının derdidir. Oysa eylem başta olsa, gerisini getirmek kolaydır. Devrik cümle ya da şiirimsi bir yapıya konuşursak eylemi başa getirebilir ve böylece Türkçe bir örnek verebiliriz:
Gideceğim, o güzel İstanbul'a,
Çay içeceğim boğaza karşı.
Ve seni düşüneceğim,
Martıların çığlıklarında.
Ama genellikle böyle düşünmeyiz. Bu yüzden de yaşama biçimimiz ve durumu idrak etmemiz genellikle değişik bir tarzda olur. Önce eylem gelmediğinden, "İstanbul" dediğimizde kafamız karışıp yapacağımız şeyi unutmak daha düşünmenin ilk aşamalarında mümkün! Oysa "Gideceğim" dediğimizde ardından aklımızdaki "nereye" sorusunun cevabı olan "İstanbul" zaten hazırdır. "Çay içeceğim" dediğimizde "nerede" sorusunun cevabı olan "Boğaza karşı bir yerde" cevabının hazır olduğu gibi.
Duygularımızı, çevremizi ve olayları tanımlamak için ne kadar çok sözcüğümüz varsa, çevre ile ilişkimiz de o denli doğru tanımlanmış ve ifade ediliyor olacaktır. Örneğin kutuplarda yaşayanların dillerinde "Kar" kelimesi için 150'den fazla sözcük vardır ve her biri içinde yaşadıkları ortamdaki küçük değişiklikleri tanımlamaya yöneliktir. Bir Eskimo'nun yazdığı bir yazıda, "kar"ın farklı şekilleri üzerine bazı anlatımlar yapılsa biz anlayamayacağız demektir. Çünkü çevirmek her defasında bu sözcüğü "Kar" olarak çevirmek zorunda kalacak ya da sağına soluna başka kelimeler koyarak tanımı genişletmeğe çalışacaktır.
Anlaşılan o ki bir şeyi tarif etmek için yeterli kelimemiz yoksa, ifademizin anlaşılır olmasını beklememiz biraz saflık olur. İşin daha enteresan kısmı, eğer zihinsel dünyamız yeterince gelişkin değil ve hayal gücümüz de zayıfsa bir süre sonra kelimeler duyguların ve hislerin yerine geçer ve artık biz hislerimizi ifade etmek için kelime kullanmak yerine, kelimeleri his yerine kullanmağa başlarız. Bunun korkunç yanı şudur: 1 kilo dediğimizde 1 tane Tartı kilosu aklımıza gelir. Hani şu demirden yapılmış olan ve çift kefeli terazilerde kullanılan ağırlık! Oysa o bir kilonun temsili bile değildir. Yalnızca 1 Kilo değerini ölçmek için kullanılan bir araçtır. Bunun yerine 1 kilo olduğu önceden tartılmış bir kum torbası bile kullanabilirdik. Demek ki "şeylere" kendi his ve anlamlarını değil de kelime anlamlarını verdiğimizde içimizdeki pek çok şey anlamını yitirip gidecektir.
BİR FARK OLUŞTURMAK:
• Sevgi için kaç çeşit tarifiniz var ve kaçını kullanıyorsunuz?
• Farkında olmadan çevrenizdekilerin özgürlüklerini ellerinden alıyor musunuz?
• Bir şeyi ifade ederken onu içinizde hissetiğinizden mi yoksa o ifade eskiden beri öyle söylenegeldiği için mi konuşuyorsunuz?
• Son günlerde kaç kişi size haber vermeden ilişkiyi beklemeye aldı?
• Size bir şey gösterildiğinde, tepki göstermeden hemen önce, karşı taraf için onun ne anlama geldiği hakkında kısacık da olsa düşünüyor musunuz?
Yukarıdakiler, yirmiye yakın test sorusundan yalnızca birkaçı. Bizim için bu soruların da onlara vereceğimiz cevapların da bir önemi yok aslında. Biz sorular oluşturulurken kurulan mantığa dikkat edeceğiz. Dikkat ederseniz "bir iç dünyadan, bir çevreden" şeklinde oluşturulmuş soru örgüsü. Ve sürekli olarak ilişkiler üzerinde duruyor. Bunun özünü kavradık mı benzer birçok soruyu kendi kendimize de sorabiliriz. Fakat aynen bu sıradaki gibi: "Bir iç dünyamız-dan, bir çevreden". Buna teknik terimiyle "Interleaving" deniyor. Araya ilave etmek, araya girmek gibi bir anlamı var.
Şöyle hayal edebiliriz. 4 iç soruyu, 4 dış soru ile harmanlıyoruz. Bunu yaparken, bir dişli gibi birbirinin arasına geçmesini sağlıyoruz. Fark oluşturmak-taki ana nokta da bu. Yalnız kendini dikkate almak yerine, çevreye de bakmak ve Yalnız çevreyi suçlamak yerine kendini de eleştirmek. Ve bunu belli bir sıra ile hiç birine tam gömülmeden yapmak. İki ayağını da sırayla kullanan bir patenci gibi.
Düşünme biçimimizi kontrol altına almak ta önemli noktalardan birisi. Yukarıdaki şiir gibi, eylemi ön sıraya alarak düşünme egsersizleri yapmak, kısa zamanda, gözle görülür bir fark meydana getirecektir. Çünkü eylemi önce düşününce söyleyince eyleme yönelik düşünmüş söze girilmiş oluyor. Kimi arkadaşlarınızda ya da tanıdıklarınızda belki rastlamışsınızdır. Garip bir konuşma şekli vardır onların:
"Gidiyorum... Arabanın bakımı gerek... 5.000 KM'yi geçti..."
"Ben çıkıyorum, Yemek yiyeceğim... Karnım acıktı..."
"Çarşıya gidelim mi, Ayakkabı bakacağım... Bu iyice eskidi artık..."
Yukarıdaki örnekler, eylemi öne ve sebebi sona alan konuşma ve düşünme biçimleridir. İfade açısından çok doğru durmasalar da kişinin eyleme yönelik çalıştığını gösterirler. Eğer siz de uzun uzun düşünüp, sonra biraz kaşınıp neticede yatıp uyumaktan sıkıldıysanız bu düşünce tarzını deneyin. Kendinizi olası sorunlarla başbaşa bulduğunuzda hemen eyleme yönelik düşünün. Farkı farkedeceksiniz.
Eyleme yönelik düşünmenin, kendimizle ve çevremizle ilgili sorular sormanın ve düşünce biçimimizi şekillendirmenin neticesinde elde edeceğimiz en büyük kazanç "sonuca katkıda bulunmak" ve "sonuç üzerinde etkili olmak" olacaktır.
|