...
Birbirine karışan kuş ve su seslerini, zarif çiçeklerin renk ve desenleri ile buluşturmaya özen gösteren ve bunları keyifle seyretmek için birbirinden güzel köşklere yer veren Osmanlı bahçelerinin tasviri, hayret ve hayranlık yaratmaktadır.
İstanbul'da çiçek yetiştirme ve çeşitlerini elde etme sanatı, şiir ve müzik gibi tutkulu, ince bir sanat olmuştu. Örneğin lalede 1585, gülde 1018 çeşidin isimleri ve yetiştirenleri kayıtlara geçmişti. Evliya Çelebi 17.yy'da İstanbul'da birkaç bin bahçe, bostan ve sur içerisinde seksen kadar çiçekçi dükkanı olduğunu belirterek, dönemin çiçek sevgisini dile getirmiştir.
"Bahçıvan " ve yeni bir çiçek çeşidi geliştirenlere verilen "Sahib-i tohum" unvanlarını almak hükümdarlar için bile iftihar vesilesi oluyordu. 1641 yılında "Bahçe Düzenleme ve Ağaç Geliştirme" adlı cemiyetin kurulması ve "Çiçekçibaşı" makamının oluşturulması, konuya verilen önemi ve kurumsallaşma çabasını göstermektedir.
Kısa bir zaman sonra bu cemiyet, adeta bir akademi gibi çalışan "Çiçek Meclisi" unvanını almış ve yeni çeşitlerin kabulü ve isim alabilmesi için tespit ettiği şartları uygulamaya başlamıştı. Bu kriterlerin sayısı, örneğin lale için 20, nergis için 22'ye ulaşmıştı.
"İstanbul'da Bahçe ve çiçek" Konulu Sergi - 03/Mays/2013
...İstanbul ve Anadolu’daki çiçek çeşitliliği ve bunların gündelik hayattaki yaygın kullanımı Avrupalı seyyah ve elçileri kendine hayran bırakıyordu.
Buradan Avrupa’ya giden tek çiçek lale değil. Çiğdem, siklamen, sümbül, zambak, şakayık, karanfil, farklı nergis ve iris türleri 1600’lerden önce Avrupa’ya ithal edilmiş.
Avrupa'dan Osmanlı geçti - Kitap Haberleri - Radikal
...Çiçek Açan Bir Kültür...
Güller, sümbüller, yaseminler, laleler, menekşeler, nergisler, karanfiller...... Zerrin , ful, katmer, arı çiçeği... Zülf-i nigar, susam, şakayık, şebboy, amberbuy, hüsnüyusuf, yonca ve de leylak... Daha neler neler...
Çiçeklerin kokusundan ve güzelliğinden daha çok sarhoş olmadan önümdeki hayat kaynağına, coşku kaynağına, değer kaynağına, yani önümdeki kitaba daha da dikkatli eğiliyorum:
Prof.Dr. Nurhan Atasoy’un “
Hasbahçe – Osmanlı Kültüründe bahçe ve çiçek” adlı eserine...
Çiçeklerin en hası bence hiç böbürlenmeyenidir, ağırlığı olmayandır. Hani kimi insanlar vardır, yaşam boyu çalışırlar, didinirler, gönül verdikleri, inandıkları işlerini, tutkuyla, ödün vermeden, yakınmadan, yorulmadan sürdürürler, şan şöhret alkış beklemezler... İşte
Nurhan Atasoy da böyle insanlardan. Ağırlığı değil, derinliği olan, emekçi karıncalardan biri.
Uzun yıllar süren bir çalışmanın, sonsuz bir birikimin, eşsiz bir araştırmanın çetin bir uğraşın ürünü bu kitap. Osmanlılar’da bahçe kültürünü, çiçek kültürünü bir bütün olarak ele alıyor. Saraylardan bahçelerde, tarihi kaynaklardan, Osmanlı Arşiv belgelerinden, dünya , kitaplıklarından, seyahatnamelerden ve gravürlerden geçerek bizlere sonsuz ayrıntılı bir döküm , bir yorum, bir sentez sunuyor. “Değişik iklim ve topraklara uyumda inanılmaz başarı gösteren Türklerin” yarattıkları bahçelerin, bahçe ve çiçek kültürünün etkilerini dile getiriyor.
Osmanlı Kültüründe yalnız bahçelerle, doğayla sınırlı değil çiçek. Halıda ve kilimde, minyatürde ve mimaride, İznik ve Kütahya çinilerinde, taşta ve ahşapta, kumaşta ve kağıtta , her şeye, her yere, hatta duygulara ve düşüncelere de, yaşamın ve sanatın her alanına da damgasını vuruyor çiçek. Evliya Çelebi’ye bakarsanız, Edirne Beyazid Han Bimarhanesi’nibn bahçesinde bahar gelince açan deveboynu, müş-ü Rumi, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lale , sümbül gibi çiçekler, akıl hastalarını tedavide bile kullanılıyor. Sunuş yazısında Talat Halman’ın dediği gibi: “ Fatih Sultan Mehmet, bir minyatür için poz verdiğinde, elinde kılıç yoktu, iktidarın görkemini sergilemiyordu ; çiçek kokluyordu.”
Çiçek Açan Bir Kültür - Zeynep Oral
Ben yukarıdaki alıntıladığım yazıları okudukça, bugünün teknolojik koşullarına rağmen Osmanlı dönemindeki çiçekçiliğe verilen önem ve değerden ne kadar uzak olduğunu anlayabiliyorum..
Bugün bu sahip olduğumuz tüm çeşit ve türler bize Hollanda gibi ülkelerden döviz ödeyerek geliyor ülkemize..Maalesef sahip olduğumuz değerlere sahip çıkmakta hiç te usta değiliz..
Geçmişimize göre çok gerilerdeyiz bu sektörde.
Şimdi ben düşünüyorum da, acaba benim geçen ve bu yıl edindiğim 14 kokulu, çoğu katmerli ve 1600'lü tarihlere tescilli nergislerim Osmanlı döneminde Batı'ya kaçırılan türler miydi ?