Yeni Üye
Giriş Tarihi: 10-10-2004
Şehir: Eskişehir
Mesajlar: 27
|
Ağaç - İnsan - Yılan
Bence hiç tartışmasız şekilde, yılan, diğer bütün yaratıklar arasında insan´a en uzak olan canlı türünü teşkil eder.
Çünkü zaten bu uzaklığı ifade edebilmesi amacıyla yaratılmıştır.
"Yılan fobisi" bir gerçektir. Fakat bu "yılandan korkmamak" kadar anormal değildir.
Benim gibi biri, "insan ruhu´nda yılanın yeri" dediğinde, bu, "bilim-sel değil" diyerek savsaklanabiliyor ve böylelikle ithal 3. dünya bilim-sel-liğine tek hamlede zafer kazandırılmış olunuyor. Fakat sonuçta çok geç kalmış durumdaki sınıflandırma faaliyetleri "yılan" konusunda da pekçok şeyi kapsayabilmektan uzak kalıyor.
Anadolu´nun şartlarında şekillenen insan kavrayışı / bilinci içinden ele alınmaya kalkıldığında "Yılan" konusunun çok örtülü durumda bulunduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
"Gerçeğin üstünün örtülmesine" dönük tipik sosyo / bürokratik Anadolu marifetlerine her alanda karşı çıkan biri olmama rağmen şu "yılan" konusunda ben dahi elimin kolumun bağlanmasına ses çıkarmaya yanaşamıyorum.
Ömrümün bir kısmı, köy yaşantılarında geçtiğinden, içinde yılanların cirit attığı pekçok hikaye dinledim. Mesela bunlardan bir kısmı, tipik, "biçerdöverciyi yılan sokması" tema´sı üstüne kuruludur. Hatta bir defasında biçerdöverci ansızın yılanla gözgöze geliyor. Yüzüne atlayan yılan öylesine güçlüdür ki, iki eliyle gövdesini kafasına yakın bir yerden kavradığı halde onu durdurmayı başaramaz. Tek çaresinin yılanın kafasını ısırarak öldürmek olduğunu anlamıştır. Bunda başarılı da olur. Fakat yılanın zehiri zaman içinde biçerdövercinin dişlerinin dökülmesine sebep olmuştur... Bilin bakalım buradaki yılanın türü nedir?
Anadolu yılanları konusunda da tıpkı diğer bütün alanlarda olduğu gibi, internet sayesinde, işin içyüzü ortaya çıkınca gerçekler birer "tahtakurusu salkımı" gibi ortaya dökülür oldu.
Mesela, Anglo-Sakson bilim geleneğinde "tasnifleme ve enformasyon"un zaten kimbilir kaç yüz yıllık bir yeri vardı (kolonilerden kalma "kelebek koleksiyonculuğu" hobileri de dahil). Onlar açısından İnternet, olsa olsa, çekmeceler dolusu bu muazzam birikimin enformasyonunda daha engin bir ortam kazanılması demektir. Ya Anadolu için?
Anadolu´da işte İnternet var. Fakat ortada hala bir-iki engerek kafatası illustrasyonundan başka birşey yok...
Aslında, diyar akademizmine bu konuda da veriştirdiğim uzunca bir yazı hazırlamıştım. Fakat son yıllarda neler olup bittiğine dair bir araştırma yaptığımda doğrudan "serpentolog" denebilecek birilerine denk gelmemiş olsam da genel olarak sürüngenler başlığı altında öne çıkan bir-iki ismin varlığını gördüm. Diğer taraftan siyasi birtakım çekişmelere rağmen sağlık bakanlığının "antivenom" konusunda işleri nisbeten sıkı tuttuğunu da gördüm. Ki, asıl teselli verici olan budur.
.....................................
Kara yılanı (şimdiki deyimiyle kara-sal yılan), ikindi güneşinde kızmış ininde isyan mı desem, sonsuz bir kin ve nefret mi desem, işte öyle o sıcağın tadını çıkarır. Eskiden (yazım olarak çok daha verimli olduğum yıllarda) o kin ve nefretin hazzını onlarla birlikte hissederdim. Çok sonraki yıllarda yılanların adeta beni ele geçirmekte olduklarını anlar olunca onlarla bağlarımı tamamen kestim.
Bunlar, Evliya Çelebi edebiyatıyla aynı kefede düşünülmeye kalkılabilir. O takdirde "pozitif"çeden şunları ilave edebilirim: Bence tabiatın tamamına olduğu gibi, o tabiat içinde yılanların diyarlarına da birtakım femino / sosyo humanizm fıçıları içinden gitmeye, daha da kötüsü, onlarla oynaşmaya kalkılmamalı. Çünkü bu iş sözümona geyik üretme çiftliğinde inekleştirilmiş koca boynuzlu geyikleri okşamaya benzemez. Hernekadar on-onbeş yıl öncesinden çok farklı olarak, sağlık bakanlığı, il merkezlerinde panzehir stoğu bulundurmakta ise de tipik 3. dünya dolaplarının bu konuda da her an dönebileceği yönünde ciddi bir önyargım var. (Mesela, şehrin göbeğinde tutulan panzehirin kime faydası olur ki?).
Yani, sıradan bir engereğin ısırması ardından yok ekstremite´yi yukarıdan bir yerden bağlayacaktım, yok emecektim ya da "yılanı bulup getirsinler de hele bir bakalım" gibisinden tipik ve çok muhtemel 3. dünya turnikeleri neticesinde pisi pisine ölmek işten bile değil.
İnsan yalın bir araştırmada dahi, konunun asıl yönünü "tıbbi uzmanlık"ın teşkil ettiğini çok kolayca görüyor. Elbette, "sözde pozitif tıp eğitimine dayalı ezberden peynir gemisi yürütme uzmanlığı"nı değil, "adamın suratına baktığında zehirin vücutta nerelere ulaşmış olduğunu anlayabilme" şeklinde o hayran olunası tecrübi / profesyonel uzmanlığı kastediyorum.
Konunun bir de şu yönü var: Mesela, TRT´nin yerli belgesellerinde metin yazarlarının metne lirik bir hava vereceğim derken işi iyice saçmalamaya vardırıp, "lirizm salyalamak" haline getirmelerine ne kadar antipati duyuyorsam, coğrafya, ekosistem vs genel başlıklar altında uzanan alanlara dair forumların şematik klişeler haline gelmesine de o derece antipati duyabiliyorum. Acaba "ağaçlar" başlıklı bir forum, "ağaç türlerinin sınıflandırılmasını" merkez mi almalıdır, yoksa o sınıflandırmalar daha esaslı çekirdekler etrafında tali / perifer alanları mı teşkil etmelidir?
Bence ikincisi.
Çünkü ilk tercihte diretilirse "yılan"ın "ağaç" ile olan bağını kurmak imkanı kalmıyor. Ne de olsa Anadolu´da ağaçta yaşayabilen bir yılan olmadığı gibi, "mamba"lar da "bonusunu sevenlerin gezegeni"nde o derece yaygın değiller.
Ekosistem filan mı? Yılanlar konusuna bununla da gelinemez. Çünkü o takdirde yol henüz tarla farelerinde biter. "Şöyle faydalılar - böyle faydalılar" ile de hiçbir yere varılamaz. Zaten en saçma kalanı da bu oportunism, yani, has türkçesi, menfaatperestlik´tir. Yani, gezegenin ayağı kaymak üzere. Fakat, maddecilik raconuna halel gelmesin diye işi hala faydacılık´a yaslamaya çalışmak. Bir tabiat insanı olarak bunu asla kabullenmeyeceğim: Yılanlar gezegen tabiatının tıpkı diğer türleri gibi birer parçasıdır. Yani bu işin faydası / tarla faresi filan yoktur.
Bence yılan konusunda "gerçek" (elbette Anadolu´da yılanlar konusu da dahil), insanın "tabiat hakkındaki birikimi" gözardı edilerek ortaya çıkartılamaz.
Bu birikim nerede?: Maziye gömülmüş durumda.
Neden gömüldü?: "İnsanın tabiatla olan bağlarını kesmek için"
İnsan´ın tabiat ile olan bağları neden kesilmiştir? ( İşte düğüm noktası hep burada ): İnsan´ın anti-pozitif kuruntu ve kurgularından kurtulup bilim çağına açılmak için mi, yoksa, "izole dişil / sosyal hayat mücavirlerinde özerk nüfus imalatı çiftlikleri" teşkil etmek için mi?
Bence yine ikincisi ( İlki ise neredeyse tamamen bahane).
Halbuki ağaç - yılan - insan üçlemesi arasındaki bağ, insan ruhunun derinliklerinde hiç bozulmaksızın duruyor: İnsan ile Yılan arasında bir uçurum var. Çünkü yılanın yüksek ağacın dalındaki gökyüzü huzurunda bir varlık olmaktan çıkartılıp kanatları koparılarak yerde sürünmeye mahkum edilmiş bir varlık haline getirilmesinde insan´ın sorumluluğu bulun-mak-tadır.
İnsan (Anadolu´da da), yılan ile karşı karşı karşıya geldiğinde, varlığının bütün ontik düşeyinde derinlemesine hakim durumdaki kozmik gerçeğin,
1- Derin "korku"
2- Derin "suçluluk"
halindeki tezahürlerini yaşayacaktır. Burada belki bu duyguların insan varoluşuna aslında "dün" gibisinden nasıl da yakın olduğu, kimilerinin pozitivizm, bendenizin ise "mücavir alan engizisyonu" dediğim yabancılaşmaya bel bağlanılarak anlaşılmak istenmeyebilir. Yani, "nasıl olsa "derinlerde kalmış" denebilir. Fakat trajikomik kaçan birtakım fobi ve özellikle yeni nesil modernite histerileri ve bunların homojenize sekanslarına baktığımda bana hiç de o kadar uzak gelmiyor: "Modernitenin sefil psikopatolojisi", aslında, "kökler"in, tabiattan izole hayat keselerine bel bağlanılarak bastırılmış olmasından ibaret.
"Gezegen Tabiatı*" ruhumuzda dün gibi yakın ("Gezegenini sevenlerin Bonusu" cinsinden bir laf da türettiler ya. Artık bu gibi ifadeleri kullanmaya sıkılır oldum).
Böyle olunca, bu tabiatın şaşmaz imajlarından biri durumundaki "Yılan" ile olan kader bağımız da daha dün kadar yakın. Çünkü aynı ağacın dalından beraber indirildik, oradan kovulup buraya beraber atıldık... (O ağaç, orada "Sidre" idi. Şimdiyse, o belki de, güneşin akşamüstü ışınları üzerine düştüğünde -anlayana- herşeyi anlatıveren ve iyi gelişmiş bir "kokarağaç". Bu arada sitede kokarağaç - Aylandız ile ilgili başlık göremedim).
İnsan: Varoluşu Yılan ile Kartal arasındaki kozmik gerilimle irkilip sarsılan varlık.
Kimi zaman kartalın gözlerinden gördüğünü sanır; fakat çoğu zaman ise, o kadar yüksekte olsa dahi aslında kartalın pençelerinde debelendiğini görür. Bunlar değişti ya da aşıldı mı acaba? Elbette hayır.
(Bütün bunlar dişil / sosyal mücavirlerdeki izole nüfus imalatı çiftlikleri ve bunların, adına "birey" denen seri imalat partiküllerinin vurdumduymaz mutluluk oyunları adına "unutturuldu").
Bir laboratuvardaki kobaylığın üstünü örtmek, yani, zekanın önünün açılmasını engellemek (varoluşun sır olmaktan çıkmasını engellemek) için baştan böyle bir sembol kurgusu kurulmuş olabilir. Bunun elbette farkındayız. Varoluş sır olmaktan çıkmasın ki, laboratuvarın tabiattan izole sosyal keseciklerindeki dolap dönmeye devam etsin...
Yılandan korkan biriyim. Fakat inkar edilemez gerçek şu: Bu oyuna baktığımda derinlerimden kaynayıp gelen kin ve nefretim ile yılanın ikindi sıcaklarında yanan ininde varettiği kin ve nefret arasında bir benzerlik var... Çünkü aslında onunla aynı kuyruk acısını paylaşıyorum.
(Gezegen tabiatından izole dişil / sosyal nüfus imalatı çiftliklerinin pozitivizm oyununa gelmiş sistematik felsefe, istediği kadar "insan ile tabiat arasında benzerlik kurmaya kalkmak hatalıdır" desin. Bunu artık hiçten önemsemiyorum).
Mesele şu ki, biz aslında herzaman uyanıktık. Fakat (inimize) bastırılmış olduğumuz için uykuda sanıldık.
(Bunları bilmeyen bir yeni yetmeye biyoloji - zooloji - herpetoloji - ve nihayet serpentoloji okutmak, düpedüz, bu işin bir ayağının daima çukurda kalması demek olacaktır. Daha açık ifadesiyle, "pozitif kültürsüzlük"...)
|