agaclar.net

agaclar.net (https://www.agaclar.net/forum/)
-   Daha İyi Bir Yaşam İçin (https://www.agaclar.net/forum/daha-iyi-bir-yasam-icin/)
-   -   'Bir karşı fikir (Sütü sokaktan alın, suyu musluktan için)' (https://www.agaclar.net/forum/daha-iyi-bir-yasam-icin/2469.htm)

Oğuz Karsan 03-02-2010 12:54

Saklanan gerçekler mi?
 
Merhaba.


Çiğ süt tüketenlerden birisi olarak,

Elektronik posta yolu ile gelen mektubu sizlerle paylaşmak istedim.



Alıntı:

SÜT VE MEYVE SUYU KUTULARINDAKİ POLİETİLENİN SÜTE GEÇİŞİ

TETRA PAK’IN CEVAPLARINA CEVAPLARIMIZ

Öncelikle Tetrapak firmasına istenilen soruları bilinçli tüketiciliğin bir gereği olarak sormak zahmetine katlananlara, bana geri bildirimde bulunanlara teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Bu talebimizi 2-KUTU SÜT VE KUTU MEYVE SUYU İÇENLER OKUSUN başlığıyla yayınlanmasına müsade eden google gruplarının moderatörlerine de teşekkürlerimi sunuyorum.

Tetrapak ambalajlarında BPA’nın bulunmadığını ,BPA ‘nın Polikarbonat gibi polimerlerin üretiminde kullanılan bileşik olduğu cevabını verdi. Yazımızın sonunda tetrapakın cevabının orjinalini okuyabilirsiniz.!

Tüm Çiğ Süt Üreticileri grubuna gelen cevaplar satırı satırına ,kelimesi ,kelimesine aynı olduğunu bize gelen bildirimlerde görebiliyoruz.

Bu sorunumuza gelen cevaplamalarıyla tartışma bitmedi...

Kullanılan Polietilen (o da plastik türevlerinden olup ,halk arasında naylon denmektedir.) insan sağlığına uygun mu?

Tetrapak ‘ın kullanıyoruz dediği polietilen maddesi süte geçiyormu geçmiyormu ?

Eh ! Şimdi de tetrapak’a sorsak polietilen süte geçiyormu ? Bu soruyu onlara sormayacağız.

Biz cevaplayacağız.

Bu güne kadar televizyonlarda ‘’en sağlıklı süt kutu süt’’ reklamını artık tetrapak değiştirmelidir. Bu reklam tarzı çiğ süt üreticisini kutu sütçülere mahkum etmenin , en sağlıklı sütün çiğ süt ,pastörize süt olduğunun gölgelenmesinin reklamıdır. Bu reklam çocuklarımızın,annelerin, genç kız ve erkeklerin ninelerin dedelerin süt içmeleri gerektiğinin değil, gerçek besin olan çiğ sütün öldürülerek (UHT’leştirilerek ) polietilene ! konulmasının hikayesidir.

Tetrapak artık en sağlıklı süt kutu süt reklamı yerine ülkemizdeki insanlarımızın bilhassa çocukların günde iki bardak süt içmeleri gerektiğini öğretici reklamlar yayınlatmalılar.

Geçtiğimiz yıl çiğ süt 0,39 TL’lerde sürünür iken süt inekleri kasaba giderken Çiğ Süt Üreticisini o sokak sütçülerimiz kurtardı.

Ülkemizde süt ineği sayısı 1-3 arasında olan insan sayısı 900.000 kişidir. Büyük işletmeler zarar edip ineklerinin tamamını kasaba gönderirler ike işte bu aile işletmeleri ineklerini kasaba göndermedi. Gönderemezdi. Çünkü onun sütü, yoğurdu,peyniri ekmekten sonra ikinci besinleriydi. Bu 900.000 işletmeyi dörtle çarparsak 3.600.000 kişiye tekabül ediyordu. Süt tozu furyası bu işletmeleri yıkamadı.

Sütte % 50 -60 kayıt dışılık var deniyor ! Bu kayıtdışılığı işte bu süt ineği 1-3 sayısına sahip aileler oluşturuyor. Ey kayıtdışılığı önlemek isteyenler : Gözünüzü bu ailelere mi diktiniz ! Bu aileler ancak artan sütünü satıyor. Sütünden peynir ,tereyağ yapıp kasabada satıyor. Bu aileler de ineklerini kasaba gönderselerdi şimdi raflarımızda ithal kutu sütleri görür olacaktık. Gerçi süt ithal etmiyorlar da süt tozunu ithal edip yaptıkları sütü kutulandırıyorlar sevgili tetrapakımızın naylon ambalajlarında. AB tarım politikaları süt ineği işletmelerinden 1-3 sayıda olanları değil sayısı 50 olanları destekle demiş olmalılar ki bu yılki destekleme kararı ve geçmişteki süt ve hayvancılık destekleme kararları bunu gösteriyor. Çiğ Süt fiatları yine dibe vurduğu takdirde yine büyük işletmeler zarar görecek. 1-3 sayıya sahip olanların dayanma güçleri besledikleri süt ineklerinin ürününü tükettiklerinden gelmektedir. Büyük işletmeler para kazanmak için vardırlar. 1-3 sayısına sahip aileler için yaşam kaynaklarıdır.

Tarım bakanlığı geçmişte olduğu gibi 2 süt ineği X 50 kişi sosyal projelerine ağırlık vermeli asla vazgeçmemelidir.

Sütün hijyen bir şekilde tüketiciye ulaştırılması vb gerekçelerdir büyüklerin desteklenmesi.

Allah aşkına Ultura yüksek ısıda ,neredeyse metali eritecek ısıda işlem gören sütte ne mikrop ne yararlı prebiyotik kalıyor. Somatik hücremi kalıyor bu yüksek ısıda bir şey kalmıyor. Üstüne üstlük bir de kutu süt adı altında polietilenin içine konuluyor. Üç dayanıklı uht kutu sütümüz.!

Domuz gribinin tehlike olduğunu yine o kadar tehlikesiz olduğunu Avrupamızdan öğrendik. Neyin sağlıklı olduğunu ,neyin sağlıksız olduğunu onların kriterlerinden ,kalite değerlerinden mi öğreneceğiz.

Polietilen içmemiz yememiz zararlı mı zararsız mı?

Polietilen süte geçiyormu geçmiyormu ?

Hiç kimse geçmez demiyor ?

Evet uzmanlar tetrapak kutularındaki polietilen malzeme süte geçiyor diyor.

Ben de diyorum ki süte geçiyorsa neden izn veriyorsunuz ? Zararlı değil mi diye soruyorum.

Uzmanlar zararlı mı zararsız mı sorumu cevaplamıyorlar şu cevabı veriyorlar :

Süte geçen polietilen miktarı << Kabul edilebilir miktardır >>

Bu kabul edilebilirlik miktarını kim belirlemiş ?

Avrupa Birliği’ nin EN -1186-1-15 standartı belirlemiş ! Türkiye’de bu satandardı sorgulamaksızın kabul etmiş.

Evet uzmanlar diğer detay bilgiler sundular.

Şimdi benim yorumum ve sorularım: Süte geçen polietilen miktarı ’’ klinik araştırmalar ‘’ sonucunda mı insan sağlığına zararlı olmadığı tesbit edilmişte standarda girmiş yoksa Avrupa’nın süt ve meyve suyu ambalaj sanayicilerimi belirlemiş. Ülkemizde standartları ilgili sanayicilerin temsilcilerinden oluşan komiteler hazırlayıp ilgili standart kuruluşumuza kabul ettirip yayınlattırmaktalar.

Polietilenin alternatifi cam ambalajdır. Uzmanlarla konuşmamda saydam cam ambalajlarda malzeme geçişinin söz konusu olmadığını ,renkli cam ambalajlarda renk geçişi muayenesi yapıldığını ifade ettiler. Konuştuğum uzmanlar kamu görevlisi olmaları nedeniyle ve kendilerinden izin almamış olmam nedeniyle burada isimlerini zikretmekten kaçındığımı söylemek isterim. Bunun MİGRASYON testi olduğunu 3 ay sürelik UHT süt kutularının 10 güne tekabül ettiğinden + 40 santigrat derecede denendiğini, pastörize süt kutularının ise + 4 santigrat derecede 4 günlük teste tabi tutulduğunu izah ettiler.

En iyi ambalajın CAM AMBALAJ olduğuna bir kez daha inandım...!

Sağlıksız ve hiçbir besin değeri olmayan süt tozundan yapılan süt ve süt ürünlerinden yoğurt

Güya << Kabul edilebilir değerlerde >> bize yedirilen polietilen !

Acaba bu kabul edilebilir süte geçen polietilen kobay fareleri tarafından denenip sağlıklı oldukları isbat edilimiş mi ? Doğrusu bunu araştıracak ülkemizdeki Ülkemizdeki GIDA MÜHENDİSLİĞİ FAKÜLTELERİ’nin alanı sadece gıdanın uzun süreli –kısa süreli amabalajlanması ilmi ile uğraşırlarken fincancı katırlarını ürkütecek konulara girmeleri yasak mı ? Yoksa Avrupa’dan zorunlu ithal edilen gıda biliminin içinde polietilenin gıdaya << kabul edilebilir geçişi>> inin insan sağlığına uygunluğu TIP FAKÜLTELERİNİN sahası değilmidir. Gıda mühendisliği fakülteleri bu güne kadar bu polietilen geçişten haberdarlar iken Tıp Fakülteleri ile işbirliğine girip bunun insan sağlığına uygunluğunu Tıp fakültelerine bunu kobaylar üzerinde denettiremezlermiydiler ?

Büyük ilaç firmalarının ilaçlarını koşa koşa hastalar üzerinde deneyen doktorlarımız ,ambalajlardaki polietilenin << Kabul edilebilir >> seviyesinin insan sağlığına gerçekten zarar vermediğini bir de kendileri kobaylar üzerinde deneyemezlermiydiler bu güne kadar ?

Tıp Fakültelerimizde ilaç klinik araştırmalarında bulunan doktorlarımız bilmektedirler ki ; İlaçalar sağlığını kaybetmiş insanları sağlığına kavuşturmanın bir parçasıdır.

Sağlıklı gıda ise hastalıkları önceden önlemenin bir parçasıdır. Sağlıklı gıda konusu yabancı ülkelerin sanayicilerinin insaf ve merhametine bırakılamayacak kadar önemlidir. Ülkemizde şayet süt ve meyve suyu kutularında tetrapakın naylonlu ambalajı kullanılmaya devam edilecek ise << kabul edilebilir polietilen geçişi>> Türk tıb doktorlarımız tarafından da incelenip sonucu kamuoyuna açıklanmalıdır. Dünya’da ve ülkemizde ilaçların klinik araştırma sonuçlarında bile tartışmalar sürerken insan sağlığı için sağlıklı gıdanın ilaç kadar önemli olduğuza inanıyoruz.

Ülkemizde yeterince bilim adamı var. Artık EZBERLERİ BOZALIM. Avrupa Birliğinin EN vs. Standartlarını tercüme edip almadan veya almışken bunlar doğrumu diye sorgulayalım. Bunun bir zahmeti yoktur. Ha denilebilinirki Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bu yanlış. << Kabul edilebilir değerler >> de çıtayı yükseltmemize itiraz edemezler. GDO’ nun ilk çıktığında da değerler kabul edilebilirdi. Ama artık Dünya ve Türk kamouyunda da GDO’ya karşı bir bilinç oluştu ki reklamlarda GDO’SUZ nakaratları sevinçle duyabiliyoruz.

Sahi plastik yoğurt kablarında durum nedir ? Bunu uzmanlara sormayı unuttuk. Önümüzdeki günlerde onuda soracağız. Fakat o plastik yoğurt kablarının üreticisi binlerce ! Ama onda da yine kabul edilebilir bir malzeme geçişi var mı öğreneceğiz ve sizleri aydınlatacağım.



Sonuç olarak süt kutularının içindeki polietilen malzeme süte geçmektedir.





Saygılarımızla

Çiğ Süt Üreticileri grubu

Çapar Kanat

Saygılar

denizakvaryumu 03-02-2010 21:55

Aldığımız her üründe ısrarla "GDO yoktur" ibaresini arayalım.

Bardak mısırlar,soyalı ürünler, mısır nişastaları,mısır şuruplarına dikkat.

http://beslenmebulteni.com/besin/ind...gdo&Itemid=478

http://beslenmebulteni.com/bes/index...174&Itemid=279

Linkleri ve beslenme bülteni sitesini mutlaka takip edin derim.

Gözü Dönmüş Organizmalar, yeni dünyanın sömürü araçlarından biri...

Cumhur Tonba 03-02-2010 22:57

Güzel ve yararı bir bölüm. Tüm mesaj sahiplerine teşekkürler.

denizakvaryumu 04-02-2010 14:23

1 Eklenti(ler)
Eklenti 124132


Prof.Dr.Ahmet Aydın'ın

TAŞ DEVRİ DİYETİ adlı kitabı kitapçılarda 13 TL den satılmakta.

"Okuyun, hastalıklardan korunun ve kurtulun"

----------------------------------------------

Doğru bildiğimiz yanlışları korkusuzca açıkladığı ve hayatımda yeni bir sayfa açtığı için, Aydın Hocama teşekkürler.

Bu kitabı MUTLAKA çocuklarınıza, eşe-dosta tavsiye edin, hediye edin.

fskandemir 25-03-2010 10:12

Market raflarından aldığımız katkılı ürünlerde lezzet farklılığının olmamasını artık garipsemiyorum(z). Bunun yanında içerisinde katkı malzemesi katılmadığı belirtilen "Süt"' de her firmanın-markanın- kendine has bir lezzeti var. Her gün binlerce farklı inekten milyonlarca litre süt toplayan üretici acaba bu tek lezzeti nasıl elde edebiliyor?

denizakvaryumu 25-03-2010 10:28

1 Eklenti(ler)
Eklenti 131982

Beslenme bülteni okurlarını şaşırtan en önemli tavsiyelerimizden biri pastörize hele de UHT teknolojisi uygulanan sütleri tüketmemeleri. Bu tavsiyemiz bu konunun bazı uzmanlarının ve gıda sanayicilerinin aşırı tepkisini çekiyor. Bu çevreler ‘halk sağlığını tehlikeye attığımızı’ ima ediyorlar. Hakan Arabacıoğlu’nun tercüme ederek Vejetaryen Sitesinde yayınladığı bu yazı, gerçekte halkın sağlığını kimlerin tehlikeye attığını gözler önüne sermektedir.

PASTORİZE SÜT MÜ ÇİĞ SÜT MÜ?
Şimdi batı diyetinde en çok tartışmaya konu olmuş ve yanlış anlaşılmış kısma geldik. Doğulular ve Afrikalılar geleneksel olarak, müshil amaçlı kullanımı hariç sütten uzak durmuşlardır. Ama batı dünyasında insanlara hayatları boyunca her gün süt içmeleri söylenir.

Doğaya baktığımızda, yavruların diğer yiyeceklerle sütten kesildiği zamana kadar yalnızca sütle beslendiğini görürüz. Sütün sindirimini sağlayan laktaz enziminin, ergenliğe geçişle birlikte insan sisteminden kendiliğinden yok olması; yetişkin insanların süte besin olarak kaplanlardan ya da şempanzelerden daha fazla ihtiyacı olmadığını gösteriyor.

Süt, çiğ olarak tüketildiğinde tam protein besin olmasına rağmen yağ da içerdiği için kendinden başka bir besinle zor karışır. Buna rağmen günümüzde yetişkinler diğer yiyecekleri devamlı soğuk sütle "yıkarlar". Süt mideye girdiğinde hemen kesilir ve mevcut başka bir yiyecek varsa kesilmiş süt tanecikleri diğer yiyecek taneciklerinin etrafında pıhtılaşır, onları mide özsularından yalıtırak sindirimi geciktirir, çürüme başlangıcına ortam sağlar. Bu yüzden süt tüketimi ile ilgili ilk ve en önemli kural şudur: "Ya tek başına iç, ya da içme."

Bugün süt, içindeki doğal enzimleri yok eden ve nâzik proteinleri değiştiren pastörizasyonun her yerde uygulanması yüzünden, daha da sindirilemez hâle gelmiştir.

Çiğ süt, sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimlerine sahiptir. Canlılığını yitirmiş laktazı ve diğer aktif enzimleri içeren pastörize süt, yetişkin mideler tarafından gerektiği gibi sindirilemez.

Biberonla beslenen bebeklerin yaşadığı karın ağrısı, pişik, solunum rahatsızlıkla-rı, gaz ve diğer rahatsızlıkların da gösterdiği gibi çocuklar bile bu konuda sıkıntı çeker. Enzimlerin eksikliğinin ve hayâtî proteinlerin değişmesinin, sütteki kalsiyumu ve mineral elementleri erittiği de kuşku götürmez.

1930'larda Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin 10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan pastörize sütle beslendi.

Çiğ süt içen grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı, aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı, karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hâle geldi.

Ama Dr. Pottenger'in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü nesillere olanlardı. Pastörize sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi olan güçsüz kemiklerle doğdular.

Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi sağlıklı kaldı. Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak yavrularının birçoğu ölü doğarken, kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı. Çiğ sütle beslenen grup soyunu sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda kaldı.

Eğer bunlar pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı değilse, ticârî süt endüstrisinin kabul etmekten tiksindiği, kendi annelerinden alınan pastörize sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü gerçeğini dikkate alın.

Çiğ sütün lehinde, pastörize sütün aleyhinde bulunan bu gibi bilimsel kanıtlara ve yirminci yüzyılın başlarına kadar insan türünün çiğ sütle beslendiği gerçeğine rağmen bugün Amerika'da birkaç eyalet hariç çiğ süt satmak yasal değildir.

Doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış süt, insan ömrünü uzatmada hiçbir fayda göstermezken; sütü pastörize etmek raf ömrünü uzattığından süt endüstrisi için daha kârlıdır. Dahası, pastörizasyon hepsini olmasa da bazı tehlikeli mikropları öldürerek sıhhî olmayan mandıralardaki hasta ineklerden alınan sütü göreceli olarak "zararsız" hâle getirir ve bu da süt endüstrisinin mâliyetlerini azaltır.

Dr. Pottenger'in pastörize sütle beslenmiş kedilerinin kısırlaşması ve gücünü yitirmesi için yalnızca üç kuşak geçmesi yeterli olmuştur. Amerikalıların ve Avrupalıların neredeyse aynı sayıdaki kuşağı pastörize sütle beslenmiştir. Bugün, kısırlık Amerikan çiftleri için başta gelen sorunlardan biriyken; kalsiyum eksikliği de öyle yayılmıştır ki, Amerikalı çocukların yüzde doksanı kronik diş çürümesi sorunuyla karşı karşıyadır. İşin daha kötüsü, şimdilerde kaymağının ayrılmasını önlemek için süt "homojenize" ediliyor. Bu, yağ moleküllerinin sütün geri kalanından ayrılmayacağı noktaya kadar mayalanmasını ve öğütülmesini gerektiriyor. Ama aynı zamanda bu durum, süt yağının küçük parçacıklarının ince bağırsağın duvarından kolayca geçmesine izin vererek, doğal niteliğini kaybetmiş yağ ve kolesterolün vücut tarafından emilme miktarını büyük oranda arttırıyor.

Aslında homojenize sütten, saf kremadan aldığınızdan daha fazla süt yağı alırsınız! Kemik erimesi rahatsızlığı olan kadınların pastörize süt ürünleri ile ilgili gerçekleri dikkate almaları gerekir. Doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış bu süt, bu durumu önlemek için yeterince kalsiyum sağlamaz.

Büyük miktarlarda pastörize süt ürünleri tüketen Amerikalı kadınlar, dünyanın en yüksek sayıdaki kemik erimesi vakalarına sahiptirler. Örneğin, çiğ lahana; herhangi bir miktar pastörize süt, yoğurt, çiftlik peyniri veya doğal niteliği bozulmuş diğer süt ürünlerinden daha fazla kalsiyum sağlar.

Kuzey Dakota'nın Grand Folks şehrindeki İnsan Araştırma Merkezi'nde yapılan yeni çalışmalar gösteriyor ki, boron elementi kalsiyumun besinlerden emilmesinde ve kemik yapımında kullanılmasında temel bir role sahiptir.

Daha da dikkate değer bir nokta şudur: Yeterli miktarda boron verildiğinde kadınların kanındaki östrojen seviyesi, Batı'da kemik erimesine karşı genel bir geçici önlem olan östrojen yenileme terapisine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırarak, iki katından daha fazla arttı.

Boronu nereden bulabiliriz?
Özellikle elma, armut, üzüm, fındık, lahana ve diğer lifli sebzeler gibi kalsiyumu da bulduğumuz taze meyve ve sebzelerden. Doğa zaten ihtiyacımız olan hayâtî besin kaynaklarının tümünü birbirini tamamlayan şekilde bolca sağlamıştır ama insan onları öldürene kadar pişirmekte ve işlemekte ısrar eder ve sonra diyetinin neden "işe yaramadığını" düşünür durur.

Yetişkinler harika bir besin olan çiğ sütü temin edemedikleri sürece, günlük diyetlerinde yer alan sütü yeniden gözden geçirmelidirler.

Çocuklara "güçlü ve sağlıklı" büyüsünler diye pastörize sütü tıka basa içirtmek düpedüz deliliktir, çünkü en basitinden, bu sütler içlerindeki besin öğelerini sindiremezler. Aslında, doğal niteliğini yitirmiş süt ürünleri, bağırsakları tabaka tabaka balçık gibi çamurla tıkayarak organik besinlerin emilimine engel olduğundan erkekler, kadınlar ve çocuklar diyetlerindeki tüm pastörize süt ürünlerini çıkarmalıdırlar.

İnek sütü buzağılar içindir ve bebekler de sütten kesilene kadar anne sütüyle beslenmelidir. Doğa her iki tip sütü ve sindirim sistemini buna göre tasarlamıştır. Anne ineğin pastörize sütü ile beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü bilimsel olarak belgelenmiştir ki, bu da pastörize inek sütünün buzağı için olduğu gibi, insan için de sağlığa yararlı ve hayat veren bir besin olmadığını gösterir. Buna rağmen, yetişkin insanlar doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış bu salgıyı hem bebeklerine içirirler hem de kendileri tüketirler.

İnek sütü, insan sütünün 4 katı protein ve sadece yarısı kadar karbonhidrat içerir. Pastörizasyon, inek sütünün içinde bulunan yoğun proteinin sindirilmesini sağlayan doğal enzimleri yok eder. Böylece; bu fazla süt proteini, bağırsakları çamurla tıkayarak, insanın sindirim yolunda çürür.

Bu çamurun bir kısmı kana sızar. Süt ürünlerinin günlük tüketimleriyle bu kokuşmuş çamur biriktikçe, vücut çamurun bir kısmını deriden (sivilce, leke ile) ve ciğerlerden (nezle ile) dışarı atarken kalanı içeride iltihaplanır, enfeksiyonlara sebep olan mukoz oluşturur, alerjik tepkilere yol açar, eklemleri kalsiyum tortularıyla sertleştirir. Kronik astım, alerji, kulak enfeksiyonları ve sivilceler çoğu kez süt ürünlerini diyetten çıkarmakla kolayca iyileştirilebilir.

İnek sütü ürünleri özellikle kadınlar için zararlıdır. Süt kadınların vücudundan dışarı akmalıdır, içeri değil. Pastörize inek sütünün kadınları güçten düşüren etkileri, süt üretimini arttırmak için ineklere enjekte edilen sentetik hormonlarla daha da şiddetlenir. Bu kimyasallar titizlikle dengelenmiş dişi endokrin sistemine çok zarar verir. Besin ve İyileşme (Food and Healing) adlı kitabında besin terapisti Anne Marie Colbin süt ürünlerinin kadınlar için yarattığı felaketi şöyle açıklar: "Süt, peynir, yoğurt ve dondurma gibi süt ürünlerinin tüketimiyle; yumurtalık tümörünü ve kistlerini, vajinal akıntıları ve enfeksiyonları da kapsayan dişi üreme sistemindeki çeşitli hastalıklar kuvvetle bağlantılıdır. Bu bağlantının, süt ürünlerinin tüketimine son verdiklerinde problemlerin azaldığını veya yok olduğunu bildiren tanıdığım sayısız kadın tarafından defalarca doğrulandığını görüyorum.

Lifli tümörlerin geçtiğini veya dağıldığını, rahim kanserinin durduğunu, adet düzensizliklerinin düzeldiğini duyuyorum. Kısırlık bile bu yaklaşımla birkaç örnekte ortadan kalkmış görünüyor." Birçok kadın ve erkek, doktorları iyi bir kalsiyum kaynağı olduğunu söylediği için süt ürünleri tüketiyor. Bu bâtıl bir tavsiyedir. Doğrudur, 100 gramında 33 mg kalsiyum bulunan insan sütü ile karşılaştırıldığında, inek sütü her 100 gramında 118 mg kalsiyum içerir.

Ama ayrıca, inek sütü 100 gramında insan sütünde 18 mg bulunan fosfordan 97 mg içerir. Fosfor, sindirim yolunda kalsiyum ile birleşir ve aslında kalsiyumun emilimini önler. New York Devlet Üniversitesi tıp merkezinin pediatri bölüm başkanı Dr. Frank Oski şöyle diyor: "Yalnızca Kalsiyum-Fosfor oranı 2-1 olan besinler temel kalsiyum kaynağı olarak kullanılmalıdır. İnsan sütünün oranı 2.35'e 1, inek sütününki yalnızca 1.27'ye 1. İnek sütü ayrıca 100 gramında 16 mg sodyum içeren insan sütü ile karşılaştırıldığında 50 mg sodyum içerir, yani süt ürünleri muhtemelen modern batı dünyası diyetinin en yaygın aşırı sodyum kaynaklarından biridir."

Bununla beraber, inek sütü daha iyi sindirilen ve sağlığa yararlı olan diğer besinler kadar iyi bir kalsiyum deposu değildir. 100 gramında 118 mg kalsiyum bulunan inek sütünü diğer besinlerin 100 gramı ile karşılaştırın:

Badem (254 mg), brokoli (130 mg), kıvırcık lahana (187 mg), susam tohumu (1,160 mg), bir tür su yosunu olan kelp (1,093 mg) ve sardalya balığı (400mg). Kemik erimesine gelirsek, bunun daha çok beslenmedeki kalsiyum eksikliğinden değil, özelikle şeker gibi kemiklerden ve dişlerden kalsiyumu süzen beslenme etkenlerinden kaynaklandığını görürüz.

Şeker, et, rafine nişasta ve alkolün tümü, kanda sürekli bir asit ortamı yaratır ve asidik kanın kemiklerden kalsiyumu çözdüğü bilinir. Osteoporozu düzeltmek için en iyi yol, yukarıda belirtilen süt ürünü haricindeki kalsiyumca zengin besinleri tüketirken aynı zamanda kemiklerden kalsiyum çalan asit arttırıcıları diyetten çıkarmaktır. 3 mg boron minerali takviyesinin de kemiklerin kalsiyumu emmesine ve tutmasına yardım ettiği görülür.

Geleneksel Çin tıbbı açısından bakarsak, süt bir çeşit "cinsel öz"dür. İnsan türünün başka bir türün cinsel özünü içmesi özellikle kadınlar için sadece hastalığa yol açar, çünkü içerdiği hormonlar insanın endokrin sisteminin hassas dengesini bozar. Eğer süt ürünleri içmekte ısrarlıysanız, en iyi tercihiniz insan sütünün besinsel karışımına ve dengesine yaklaşan keçi sütü olmalıdır. İnek sütünden yapılmış yegane tehlikesiz ürünler sindirilebilen bir yağ olan taze tereyağı, laktobakteri tarafından sizin için önceden sindirilmiş taze mayalanmış yoğurttur. Ama bunlar bile mâkul ölçülerde ve mümkünse çiğ, pastörize olmayan sütten yapılmış olmalıdır.


Kaynaklar
www.hps-online.com --> Food & dieting --> The science of food combining

Milk and dairy www.hps-online.com --> Food & dieting --> Food profiles --> Dairy

Çeviren: Hakan Arabacıoğlu iletisim@arabacioglu.com
http://beslenmebulteni.com/bes/index...174&Itemid=279

denizakvaryumu 03-04-2010 22:46

Sütler ve yoğurtlar bozulmuyor, çünkü siz onları pastörize değil, "petrolize" ediyorsunuz sevgili süt endüstrim!

Yavuz DİZDAR

Dünya Gazetesi'nden Yavuz Dizdar, homojenize ve UHT'li süt ve yoğurtların pastorize değil petrolize edildiğini ve içilebilir olmaktan çıktığını iddia ederek süt sektörünü tartışmaya davet ediyor.

İşte süt sektöründe büyük tartışmalara yol açacak yazı;

Geçen hafta başladığımız "süt ve yoğurt bozulmama" deneyi (Yöntem), dediğim gibi 10. günde sonlandırıldı. Sonuç buzdolabına konanlar şöyle dursun, mutfak tezgahına konan süt ve yoğurtlarda da herhangi bir ekşime gerçekleşmedi, buna karşılık kontrol grubu beklendiği gibi ekşidi. Bu duruma bir açıklama (Tartışma) getirmem gerekiyor (biraz teknik olacak, okurlarımız bağışlasın). Lütfen dikkatle okuyun ve herkesle paylaşın, çünkü benim cevabım 'e' şıkkında, yani bilinmeyenin sınırlarındasınız.

Süt basit bir ürün değil, çok değerli biyolojik ve "canlı" bir sistemdir. Bunun en açık kanıtı da muhtaç yeni doğan için "verilmiş" olmasındadır.

Sütün (ve meyve suyu gibi benzeri ürünlerin) fermantasyon (indirgenme, "verilenin" geri döndürülüşü!) işlemi bu unsurların yıkılmasıyla sağlanır. Bu yıkım işleminde yoğurt yapımı sırasında Str. thermophilus ve Lactobacillus delbrueckii subsp. Bulgaricus bakterileri kullanılır. Bunlar yıkımı enzimleri sayesinde bir yere kadar getirirler (tatlı yoğurt), işlem sürdüğü zaman (ya da dışarıdan bulaşan mayalarla) ekşime meydana gelir (ama bizim sorunumuz ekşimeme!).

Ekşime günlük (pastörize) sütlerde olmakta, ancak UHT sütlerde olmamakta, normal (halis) yoğurtlarda olmakta, ancak homojenize yoğurtlarda olmamaktadır… Bu durumda meselenin cevabı homojenizasyon ve UHT'de (yani basınç ve sterilizasyon amaçlı 'ısıl' işlem!) yatmaktadır.

Biyolojik sistemler (ve akışkanlar) normal koşullar altında (NKA) dışarıdan gelen ısıl faktörlere (sıcaklıkla enerji girişi) karşı korumalıdır. Bunun en basit karşılığı insandaki terlemedir. Süt ısıtıldığında da enerji girişi "kaynamayla" karşılanır, yani su molekülleri buharlaşarak biyolojik yapıyı korumaya çalışır.

Homojenizasyon işlemi ise 5-20 bar (deniz seviyesi NKA'sının 5-20 katı) altında, UHT ise ortalama 135 derecede yapılır (NKA dışı!). Su bile 100 derecede kaynarken, su bazlı bir sistem olan süt nasıl 135 dereceye çıkabilir ki? Sütün 135 dereceye ısıtılması ancak basınç altında mümkündür.

Homojenizasyon ve UHT biyolojik sistemi "kullanılamaz" hale getirir Bu sıcaklık canlı her şeyi yok etmekle kalmaz, homojenizasyon basıncı ve UHT ile süte "NKA asla kabul etmeyeceği" bir enerji verilir.

Bu durumda süt verilen enerjiyi "koru'n'mak" amacıyla bünyesine katar (absorbsiyon, soğurma; "entalpi" yani kullanılamayan enerji artar!). Bunu da ancak sahip olduğu proteinlerin (ve diğer unsurların) yapılarını "doğada var olmayan" şekillere değiştirerek sağlayabilir (önce denatürasyon, sonra misnatürasyon, yanlış katlanmalar, 'misfolding', çapraz bağlanmaklar vb.) (1).

Süt 'biyolojik' bir sistemdir, gaz basıncı kanunları inert (ideal), yani etkileşemez gazlar için geçerlidir Prof. Dr. Sevgili Yaşar Kemal Erdem (enerji farkı için ise kalorimetri ister). Bu durumu "kağıdın dörde katlanması" ya da "buruşturulması" şeklinde gözünüzde canlandırın, hangisinin üstüne yazılamaz?

Bu yapısal değişiklikler ise mass spektrometri ile de saptanamaz, zira kütle aynı kalabilir, üç boyutlu yapı değişikliğini görmek için X-ışınları difraksiyon kristalografisi gerekir. Benzer şekilde, basınç altında "buruşan ya da 'doğa dışı' birleşmelere giden moleküller" fermantasyonun alt basamaklarında kullanılamaz! Çünkü entalpi, olasılıkla "en alt kademelerden, en az iç enerjisi olup en kolay katlanabilenlerden, geri yüklenir".

Yani bu durum fermantasyon sürecinin en alt kademesine yansır, bakteri, maya her ne ise, bunları kullanamaz. UHT süt ve homojenize yoğurt (ve olasılıkla UHT meyve suları) ekşimez, ekşiyemez! Ancak küflenebilir (başka bir "geri döndürme" biçimi!). Proteinlerdeki bu yapı değişikliği aslında 'apaçık delillerle' sunulmuştur!

Isıl işlem sütün Whey protein içeriğini (elbette sıcaklıkla orantılı olarak!) yüzde 50 düşürmektedir (2). Yani "bizim sevgili yerli inekler" proteinden çalmamakta, basınç altında ısıl işlem onların ürettikleri proteinleri saptanamaz ve kullanılamaz biçimde değiştirmektedir

Homojenize ve UHT süt ürünlerinin tüketilmesine "ŞERH" koyuyorum!

Bu durumda ben İstanbul Üniversitesi'nden aldığım "ilime" dayanarak ve Merhum Nezih Demirkent'in verdiği 'yetki' ile homojenize ve UHT süt ürünlerinin (ayran da dahil) tüketilmesine "DÜNYA genelinde" "şerh" koyuyorum!

Bu yazı lütfen süt endüstrisinden dostlarımız ve sevgili okurlarımız (tüketiciler) tarafından "konunun ehli" olduğu düşünülen (fizikçiler, biyologlar, doktorlar, ajanslar, yani süt ve yoğurtların eskisi gibi olmadığını bilen) bütün herkesle paylaşılıp tartışılsın.

Sınama yöntemi basittir, homojenizasyon basıncı ve UHT sıcaklığının daha da artırılması meseleyi açıklar (zaten UHT sütle yoğurt tutmadığı ya da bir garip olduğu da herkesin ortak gözlemidir).

1. Beslenmemiz açısından "bilinmeyenin sınırlarındayız".

(a) Homojenizasyon ve UHT ile ortaya çıkan "doğa dışı" maddelerin sağlık riskleri bilinmemektedir. Bu durum, miyelomlar, lenfomalar gibi "alışılmadıkla uyarılan" bağışıklık dokusu kanserleri, neden arttığı bulunamayan kalın bağırsak ve meme kanserleri ve merkezi sinir sistemi belirtileri de veren atipik alerjik durumlar için bir açıklama olabilir.

(b) Göründüğü kadarıyla entalpi (maddeye değil ama, süt gibi bir sisteme 'kalıcı' enerji yüklenmesi) mümkündür, sistemin iç enerji düzeyi en düşük bileşenlerine öncelikle yüklenir

(c) Petrolün basınç ve sıcaklık altında oluştuğu (miktara oranla organik kaynağı bilinemese de) olasılıkla doğrudur, mikroorganizmalar tarafından yıkılamayıp çevre kirlenmesi yaratmasının nedeni açıktır.

2. Codeks Alimentarus ASLA değiştirilemez, çünkü beslenme sadece ve sadece "gelenek" üstüne oturur. Güğüm sütünün "mutlaka hastalıklı" olduğu düşüncesi bir endüstriyel şehir efsanesidir. Buna karşılık esas homojenize ve UHT süt ve yoğurtların doğal sindirilebilirlikle ri ve besleyebilirlikleri tamamen tartışmalıdır (Prof. Dr. Ahmet Aydın kesinlikle haklıdır!).

3. Sevgili Tarım ve Köyişleri Bakanım bizim "yerli" ineklerden özür dilemelidir. Süt endüstrisi tesislerini ülke geneline dağıtarak "yerelleşmeli", zaten önem verdiği soğuk zinciri daha da geliştirmelidir.

4. Süte çektirilen bu ezanın "helal" boyutunu ise Diyanet İşleri Başkanlığı'na bırakıyorum.

Kaynaklar:

1. Hereman K ve ark. Protein structure and dynamics at high pressure. Biochem Biophys Acta. 1386; 1998: 353-370.

2. Carbonaro M. ve ark. Disulfide reactivty and in vitro protein digestibilyty of different thermal-treated milk samples and whey proteins. J Agric Food Chem 1997; 45: 95-100.

2. Entalpi, fermantasyon, 'misfolding' vb. için Google ile erişilebilen genel kaynaklar.

http://www.ekoayrinti.com/news_detail.php?id=40980

Sonul 04-04-2010 10:59

Ben de doğal süt tüketiminden yanayım. Çok ünlü bir firmanın ambalajlı yoğurdunu alıp buzdolabına koymuştum. Daha sonra dolaba yeni ürünler yerleştirirken yoğurt geriye düşmüş ve gözümden kaçmıştı. Altı ayı aşkın bir süre sonra farkettim. Nasıl ekşidiğini ve küflendiğini gözlemlemek isterken bir baktım ki herhangi bir küflenme ve bozulma yok. Plastik örtüyü kaldırıp küçük bir tatlı kaşığı ile değişmesini test etmeye kalktım. Şoke oldum.Yoğurt hiç tad değişikliğine uğramamıştı. 7 ayı aşkın bir süre hiç bozulmadan durması beni ürküttü. O tarihten başlayarak köylülerden günlük süt alıp kendi yoğurdumu kendin hem de üçtebir ederine üretiyorum ve gönül rahatlığıyla tüketiyorum. Doğaya dönmek, doğalı tüketmek, bence en doğrusu.

Lilinin bahcesi 04-04-2010 18:04

Sevgili arkadaslar, gercekten yediginize ictiginize onem veriyorsaniz bir nebze bile olsa fayda saglayacak yollardan biri gida icin market, supermarket, hipermarket alisverislerine son verin. Pazarlardan alisveris yapin. Bir derece dahi olsa daha saglikli urunlere ulasabilirsiniz. Ben market alisverisini bir yilda iki elin parmaklarinin sayisini gecmeyecek kadar yapiyorum. Genelde sadece bayramlar ve yilbasi oncesinde sadece. Bunun disinda gidayi sadece ve sadece pazardan aliyorum. Yillardir hammallar gibi elimde canta posetlerle pazardan gelirken beni goren dostlarim tanidiklarim marketi neden tercih etmedigimi ustelik otomobilinle kapisina kadar gidebiliyorsun diyorlar. Bense yuruyerek gidip geldigim pazar donusunde sadece tebessum ediyorum. Bazen paketlerin agirligidan ve yolun uzunlugundan tansiyonum bile dusuyor fakat arabami almiyorum ozellikle. Bir diger konuda benim yasadigim bu sehirde etide pazarda alma imkani var, gunluk kesim taze. Okuyanlar hijyen temizlik diyeceklerdir ama bence hijyen konusunu cok fazla asiriya goturmek de yersiz zira vucudumuzun eser miktarda bakterilere de ihtiyaci varir. Sut konusuna gelince, haftada iki defa 3 er litre olmak uzere toplam 6 litre gunluk sutu pazarda bir teyzeden aliyorum bazen yeni sagildigi icin sicak bile oluyor. Fakat ben dahil evimizde kimse sut olarak icmiyor bunu. Kokusu agir geliyor. Kizim ise sadece pastorize sut iciyor. Sutun tamamiyla yogurt yapip yogurt olarak yiyoruz.Bir diger konuda neslimin her zaman beslendigine yakin bir beslenme aliskanligi takip etmeye calisip, benzer gidalari tuketmeye calisiyorum. Tropik veya baska cografyanin meyve sebzelerini gunluk beslenmemizen uzak tutmaya calisiyorum. Peki bunlar kanserden ve diger hastaliklaran koruyabilecek mi , bildigim tek sey kanser bir piyango bileti gibi herkese cikabiliyor cinsiyete ve milliyete bakmadan.

denizakvaryumu 03-04-2011 23:44

http://www.youtube.com/watch?v=gx4dK...eature=related

misterno 23-04-2011 00:27

video yayindan kaldirilmis

MeyveliTepe 23-04-2011 00:42

Uzunca bir süredir sütümüz köydeki tanıdık bir inekten :) Hazır yem yemiyor. Dolayısıyla yoğurt ve terağımızı da bu sütten yapıyoruz.

Evde yapılan yoğurdun iki üç günde ekşidiği bilinir. Bu maya ile ilgili bir durum. Kullandığımız maya, en az 15 yıldır kullanılmakta olan bir maya. Geçen yıl bir dostumuzdan gelmişti. Bildiğimiz ev yoğurdu, üç gün sonra ekşiyor.

Böyle mayalar en az 6-7 çeşit lactobacillus içeriyor.

4-5 ay önce tesadüfi olarak yoğurdu ekşiten bakteriyi elimine ettik. Muhtemelen bir bakterisi eksik olarak aynı mayayı kullanıyoruz ve yaptığımız yoğurt bir ay bile dolapta kalsa eşimiyor :) Aksine bekledikçe daha güzel oluyor.

üzüm 23-04-2011 12:43

Sayın MeyveliTepe,
Yakın olsak hemen mayalık almaya gelirdim. :)

Yoğurtda mayalanma ve ekşime süreleri ters orantılı. Ne kadar çok sarılı tutarsanız ekşimeside daha çabuk oluyor. Yaz haricinde 5-6'den günden fazla ekşimeden yoğurdu saklayabiliyorum.

Ekşimesini geciktirmenin bir yoluda 1-2 günlük ihtiyacınıza karşılık gelen kavanozlarda mayalamak. Mayayı kattıktan sonra kapağını kapatıp mayalandırıyorum. Kapağını hiç açmadan dolaba kaldırıyorum. 3 hafta sonra bile ilk günkü gibi bir yoğurtla karşılaşıyorum. Bu yoğurdun ekşimesi daha çabuk olduğu için 1-2 günlük ihtiyacımızı karşılayacak kavanozlarda yapıyorum. Bu yöntem seyahat esnasında mayayı kaybetmemi de önlüyor.

Süzme yoğurt bizde çok tüketilir. Süzme işini dolapta yapıyorum; yoğurt oda sıcaklığında beklememiş oluyor. Süzme yoğurdu saklama kabına alırkende daha uzun süre dayansın diye az miktarda tuzluyorum. Tuz ekşimesini önlemiyor ama süzme yoğurt daha uzun süre dayanıyor.

Bir gün karşı karşıya gelirsek yoğurt mayasından isterim, vermesi size kalmış. :o

MeyveliTepe 23-04-2011 19:06

Aslında maya almanıza gerek yok. Ne yapacağınızı tarif edeyim, büyük ihtimal siz de aynı operasyonu yapabilirsiniz.

Süzme yoğurt yaparken, yoğurt suyunu bir kaba süzün, içine yarım kesme şeker atıp bir gün kadar bekletin. Yeni yoğurdunuzu bu yoğurt suyu ile mayalayın. Bu işlemi sadece bir kez yapacaksınız, sonrasında her zamanki gibi. Bu işlem sırasında yoğurdu ekşiten bakteri kayboluyor bir daha da ortaya çıkmıyor.

Yoğurt mayalarken, 55 derecedeki süte mayayı büyük tencerede iyice karıştırıp, küçük, bir porsiyonluk kaselerde dökerek mayalanmaya bırakmak da çok pratik. 10 gün önce mayalanmış küçük kasedeki yoğurdun nefaseti neredeyse bekledikçe güzelleşiyor.

Kullanılan süt ve maya miktarına bağlı olarak yoğurdun tutması 2.5 saat ile 4 saat arasında gerçekleşiyor. Maya çok kullanıldı ise erken, az kullanıldı ise daha geç gibi. Tutar tutmaz hiç bekletmeden dolaba girmeli.

memet 23-04-2011 19:31

Ekşime deince aklıma geldi on gündür dolapta unuttuğum yoğurda gidip baktım. Hazır yoğurtla doğal süte mayalamıştım. Hiç bir ekşime olmamış.
Karınca yumurtasıyla maya elde etme konusunda başarısız denemelerimi sürdürüyorum.

üzüm 23-04-2011 20:15

Sayın memet,

Karınca yumurtası yerine toprağını denediniz mi? Komşumla konuşurken karınca toprağı için bir açıklama yapmıştı.

Eğer hazır yoğurt maya olarak kullanılacaksa probiyotikleri öneririm. Hiç değilse yararlı bakteriler var.

misterno 23-04-2011 23:07

Bende yogurdu evimde yapiyorum ama internette yaptigim arastirmalar sonucunda yogurt mayalandiktan sonra ne kadar uzun sure kapali kapta tutulursa o kadar cok laktoz dan arindirilirmis.

Bende laktoz asiri sorun yaratmiyor ama laktoz sut ve peynirde cokca varolan ve yetiskinlerde bagirak emiliminde sorun yaratan bir madde. Bagirsak bu laktozu benim gibi bir cok yetiskinde ememedigi ve bunun sonucunda dogrudan kana karistigi icin demir eksikligi yaratiyor. Laktozlu urunleri biraktigimdan beri sagligimda inanilmaz iyiye gidis oldu.

Yogurdu mayaladiktan sonra en az 12 saat tutuyorum kapali kapta. Kimiler 16-20 saate kadar tutuyorlar. Ne kadar tutarsaniz o kadar laktoz azaliyor.

Supermarketten aldiginiz yogurtlarda ise mayalama yalnizca 3-4 saat ve icinde laktoz mevcut. Onlarin amaci para kazanmak bir an once yogurdun piyasaya surulmesi gerekiyor.

memet 24-04-2011 06:51

Karınca yumurtası işinde ne hata yaptığımı bulamadığım için takıntı yarattı. Bu sefer hem toprağını hem yumurta mayasını deneyeceğim.

denizakvaryumu 14-12-2011 13:38

CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK METABOLİZMA VE BESLENME BİLİM DALI BAŞKANI PROF. AHMET AYDIN:

Ben anne sütü dışında çocuklara süt içirilmesini doğru bulmuyorum.

En doğrusu ek gıdalara başlar başlamaz kendi yaptığınız yoğurdu, kefiri verin, ama sütü süt olarak içirmeyin. Sadece kutu sütleri değil, günlük sütleri de... Çünkü süt en alerjik gıdadır. Çocukta başta astım olmak üzere pek çok alerjik ve kronik hastalığa sebep olabilir...

* Hocam dünkü konuşmamızda, “Bol bol tereyağı yiyip, unu şekeri keserseniz kolesterolünüz düşer” demiştiniz. Bu kadar basit mi?
Unlu şekerli gıdalar diyorum. Bu basit bir cümle ama bir düşünün. Unlu şekerli her şey. Yani ekmek, makarna, pilav... Hele ki dışarıda yiyorsanız, yandınız! Börekler, çörekler, poğaçalar, simitler, hepsi çok tehlikeli. Bu arada meyvelerin çok tatlılarına da yanaşmayacağız...

* Peki baştan konuşalım mı o zaman? Nasıl beslenmemiz gerekiyor? Siz herhalde Taş Devri Diyeti’ni uyguluyorsunuzdur ama... Bize ne önerirsiniz? Nasıl vazgeçeceğiz unlu şekerli gıdalardan?
Bence Karatay Diyeti de, Taş Devri Diyeti de uygundur. Ben ikisine birden ‘Tabiat Ananın Diyeti’ diyorum. Kolayca uygulayabilirsiniz. Eğer unlu şekerli gıdalarla beslenirseniz metabolik sendrom olursunuz. Vücudunuzda, o dün söylediğimiz damarları tahrip eden, daraltan iltihap hücreleri artar.

* Metabolik sendrom nedir?
Metabolik sendrom diyabet öncesi durumdur. ‘Prediyabet’ diyoruz biz bu döneme. Birden bire diyabet olmuyorsunuz, çocukluğunuzda beslenme alışkanlığınıza bağlı olarak yavaş yavaş hastalanmaya başlıyorsunuz. Kan şekeriniz yükseliyor yükseliyor, 100-110’ları bulunca ‘Diyabet oldun’ diyorlar. Bu metabolik sendrom daha siz diyabet olmadan önce iltihap hücrelerini artırıyor vücudunuzda ve damar sertliği de çocukluktan itibaren başlıyor. Yoksa 30’lu, 40’lı yaşlarda değil... Unlu şekerli gıdaları fazla yediğiniz için hastalanıyorsunuz. Bu yüzden biz her türlü gazoz, meyve suyu, hatta doğal meyve sularına bile karşıyız.

* Yani meyveden sıkılmışına bile?
Evet. Meyvenin kendisini yiyin diyoruz. Çünkü lifli olduğu için geç emilir bağırsaklarda, damarlara o kadar zarar vermez. Ama çok tatlı meyveleri de çok yemeyin diyoruz.

* Üzüm gibi mi?
Evet. Tabii ki, makul miktarda yiyebilirsiniz. Ama üzüm yerine, kivi, vişne, kiraz ya da ekşi elmayı tercih edin diyoruz. Meyveye biraz kısıtlama getiriyoruz ama sebzede hiç kısıtlamamız yok.

* Mesela bugün benim yanımda iki mandalina ile küçük birer elma ve armut var. Bir gün için bu kadar meyve çok mu?
Armut çok tatlı değilse olabilir. Ama diğer üçünü yiyebilirsiniz.

* Peki ya kuru meyveler?
Kuru incirin içindeki şeker oranı korkunçtur, kuru kayısının da öyle...

* Ama günde bir incir ya da iki kayısı yeniyorsa?
O zaten günlük şeker limitinizi doldurur. Bir tane incir yiyeceğinize, dört tane mandalina yiyin daha iyi.

* Peki hocam, Karatay Hoca hiç ekmek önermiyor. Ama Taş Devri Diyeti’ni okurken dikkat ettim siz bir-iki dilim ekmeğe hayır demiyorsunuz...
Bizim görüşlerimizin yüzde 99’u aynıdır. Bence de hiç ekmek yenmese daha iyidir. Ben üzerine tereyağ sürmek için yiyorum. Tereyağ yemiyorsam o gün, ekmek de yemiyorum. Tereyağı, zeytinyağı bunları yediğiniz müddetçe sorun yok. Çünkü bunlar aynı zamanda tok da tutar insanı. Bizim derdimiz un ve şekerle. Çünkü insanlar bu iki gıda ucuz da olduğu için çok fazla tüketiyor.

* Meyvelerin çok tatlılarına yanaşmayacağız. Peki ya çikolata, bal, pekmez?
Biz sadece esmer çikolataysa ona biraz izin veriyoruz. Haftada iki gün bitter çikolataya... Balı ancak çok saf bir balsa yiyebilirsiniz. Ama maalesef piyasada fiyatı 10 lira olan bal gerçek bal değildir. Belki arı yapıyordur. Ama gerçek bal değildir. Önüne konan glikoz şurubundan yapıyordur. Bizim baldan istediğimiz şey ne? Arı gidip bir yığın çiçeği dolaşıyor, oradaki özleri, vitaminleri alıyor, o sizin vücudunuz için çok gerekli, bunun için de bu balı yiyin istiyoruz. Ama günde bir-iki çay kaşığı kadar.
Bir de ne istiyoruz, her mevsimin kendi sebzesini yiyin istiyoruz. Şimdi pırasa, ıspanak varsa onları, yazın da domates, salatalık yiyin diyoruz. Bunların mevsimi dışında yenmesini de istemiyoruz.

* Peki organikse salatalık ve domates?
Bu mevsimde organik salatalık, domates olmaz. Varsa serada yetiştirilmiştir. Onu da önermiyoruz. Dedeleriniz gibi, nineleriniz gibi beslenin. Eğer koroner kalp hastalığını önleyici tedbirler üzerinde duracaksak, diyoruz ki bir unlu şekerli gıdaları iyice çıkartacaksınız diyetinizden. İki, her mevsimin taze sebze ve meyvesini yiyeceksiniz. Meyvede aşırıya kaçmayacaksınız. Sebzeyi istediğiniz kadar yiyebilirsiniz. Et, yumurta gibi gıdaları serbestçe yiyebilirsiniz, ama bu et ya da yumurta mümkünse merada beslenen, özgürce dolaşan hayvanların eti ya da yumurtası olsun. Tabii bunları bulmak çok zor ama eğer talep yaratılırsa mutlaka karşılığı bulunur. Köylü de bir şeyler kazanmaya başlar.

Ben ayrıca D vitamini konusuna çok önem veriyorum. Ya iyi güneşleneceksiniz, ki bu şehir hayatında çok mümkün değil ya da mutlaka D vitamini alacaksınız. Pratikte erişkinler için söylüyorum, iki ayda bir, bir ampul D vitamini için. İğne olarak yaptırmanıza gerek yok. Tanesi 2 lira. Reçeteye bile yazdırmaya gerek yok. Herkesin ulaşabileceği kadar ucuz.

* Süt ürünleri dediniz. Ya süt? İçmeyecek miyiz?
Hayır, içmeyeceksiniz. Süt ürünlerini tüketeceksiniz. Peynir, yoğurt, kefir... Peynir, beyaz peynirse klasik Ezine peyniri olacak, kaşarsa Kars ya da Trakya’nın tekerlek peyniri olacak. Ya da Erzincan tulum peyniri.

* Ne kadar yiyebiliriz?
Peynirde sınır yok. İstediğiniz kadar yiyebilirsiniz.

Günde 5 yumurta bile yiyebilirsiniz, zararı yok!

* Bazı diyetisyenler peynir için zararlı diyor...
İstediğiniz kadar peynir, istediğiniz kadar yumurta yiyebilirsiniz...

* Nasıl? Yumurtayı da istediğimiz kadar yiyebilir miyiz? Bir zararı olmaz mı?
İsterseniz 5 tane bile yiyebilirsiniz. Bir de ağız tadınıza bakacaksınız. Yani biz demiyoruz ki, her gün illa 5 tane yiyin. Canınız istiyorsa, yiyebiliyorsanız yiyin ama ertesi gün isteseniz de 5 tane yiyemezsiniz... Ama 5 tane de yemenizin bir zararı yoktur. O yumurtadan 21 gün sonra bir civciv çıkıyor. Yumurtanın neresi kötü olacak? Tam tersine faydası var. Olağanüstü bir besin. Tam bir yiyecek. Hele de bu özgür dolaşan bir tavuğun yumurtasıysa, börtü böcek yiyorsa o tavuk... Ama börtü böcek yemiyorsa onun yumurtasının yerini tutmaz. O yumurtadan kolay kolay civciv de çıkmaz zaten. Çünkü Omega 3’ü falan yeteri kadar alamıyordur. Ben her sabah mutlaka tereyağına iki yumurta kırıyorum. Ama yüksek değil, kısık ateşte pişiriyorum. Hem gün içinde çok tok tutuyor, hem de çok besleyici...

* Peki hocam, neden süt içmeyin diyorsunuz?
Bir kere hangi sütü içeceksiniz? Bırakın kutu sütünü, sütü mandıradan alsanız bile kaynatıyorsunuz. Birçok özelliğini kaybediyor o süt, enzimleri kayboluyor... Bu yüzden bu sütü alıp ne yapacaksınız? Yoğurt haline getireceksiniz. Aslında bizim geleneğimizde de süt içmek yoktur. Yoğurt, peynir ya da kefir yenir. Tabii peyniri rahat bulabiliyorsunuz da, doğal yoğurt bulmak çok zor. Marketten aldığınız hiçbir yoğurt ekşimiyor. Ekşimeyen, sulanmayan yoğurdu yemeyeceksiniz. Çünkü içinde faydalı enzimleri yok. En güzeli evde kendiniz yapacaksınız. Bunun için de sütü ya mandradan almalısınız ya da günlük olanını kullanmalısınız. Yoğurt gibi, kefir de yapabilirsiniz. Hatta kefir yoğurda göre bir gömlek daha üsttedir. Kefir de yoğurt da ikisi de mayalandıkça, ekşidikçe değerleri artıyor. İçlerinde bir yığın faydalı mikrop oluşuyor. Faydalı mikroplar insanı başta alerji ve astım olmak üzere birçok kronik hastalığa karşı koruyor. İçindeki enzimler sindirimi kolaylaştırıyor.
Bu arada mutlaka Omega 3 takviyesi alınsın istiyoruz, her gün en az 2 gram kadar balıkyağı kapsülü alınmalı. Dün de belirttiğim gibi hem kandaki Omega 3’ü artırır hem de kanı sulandırır! Tabii bu arada mutlaka zeytinyağı, tereyağı ve hayvansal yağlar dışındaki ayçiçek yağı, mısır yağı, margarin gibi yağların diyetten çıkartılması gerekiyor. Pilavı makarnayı elbette önermiyoruz ancak bulgura biraz izin var. Tereyağlı bulgur içine domatesi katarsanız hem çok lezzetli hem de sağlıklı bir yiyecek olur.

Baklagilleri iki gün suda bekletin

* Hocam ben süt konusuna takılıp kaldım. Süt içmenin bir zararı var mı?
Var tabii. Bir numaralı alerjen süttür.

* Siz çocuklara kaç yaşından sonra süt önermiyorsunuz?
Ben anne sütü dışında süt verilsin istemiyorum, süt ürünleri verilsin diyorum. Yani yoğurt, peynir, kefir... Ek gıdalara başlar başlamaz, hemen. Zaten kefire alıştığı zaman tatlı şey de istemiyor çocuklar...

* Benim çevremde insanlar zorla süt içiriyorlar...
Kesinlikle yanlış. Bir kere sütü sıcak işlemden geçiriyorsunuz, içindeki vitaminler, enzimler kayboluyor. Sonra bizim ırkımız süt içmeye çok uygun değil. Sütün şekerini vücudumuz zor sindiriyor. Onun için birçok çocukta süt mide bulantısı yapabilir. Tabii bir de bağırsaklarda iyice parçalanmadığı için süt bir numaralı alerjik gıdadır. En fazla alerjik olan besinler evrimde insan diyetine en son giren gıdalardır. Bunların başında bebeğin annesinin sütünü değil, başka hayvanların sütünü içmesi gelir. İkincisi buğday glutenidir, üçüncüsü de baklagillerdir. Bu yüzden de baklagilleri, nohutu, kuru fasulyeyi iki gün suda bekletmek gerekir. 8 saatte bir suyunu değiştirerek... Çünkü içerisinde sindirimi bozacak maddeler bu sırada iyice azalır. Mercimeği de mutlaka suda bekletmelisiniz ama o kadar fazla değil.

* Baklagilleri de konuşalım istiyorum ama bebek hiç anne sütü almıyorsa ne yapacağız peki?
6 aya kadar mecburen mama vereceksiniz... Ama sonra yoğurt ya da kefir verebilirsiniz.

* Ne miktarda?
Belli bir miktarı yok. Alıştırmak için önce birkaç kaşıkla başlarsınız, sonra bir kase verebilirsiniz. Ama tabii çocuk başka ek gıdalar da alacak. Bu arada yoğurtta ya da kefirde kullanacağınız sütü mandıradan alırsanız daha iyi, günlük şişe süt de olabilir. Kefiri piyasadan da alabilirsiniz eğer meyveli değilse...

* Diyelim ki bebek köyde yaşıyor ve günlük süte ulaşmak mümkün. O zaman içirebilir miyiz?
Hayır. Ben anne sütü dışında süt içilmesini önermiyorum. O sütü de, keçi sütü bile olsa yoğurt yapsınlar. Çünkü dediğim gibi süt bir sürü ısıl işlemden geçiyor, içindeki sindirici enzimler özelliklerini kaybediyor, vitaminler azalıyor. Halbuki siz onu mayaladığınız zaman enzimler tekrar canlanıyor, sindirici enzimler oluşuyor. Günümüzde o kadar çok alerjik çocuk var ki! En büyük sebeplerden biri de süt.

* Siz kutu sütleri hiç önermiyorsunuz. Neden?
Çünkü çok yüksek ısıl işlemden geçiyorlar, süt molekülleri tahrip oluyor, sütün bütün molekül yapısı değişiyor, süt süt olmaktan çıkıyor, en büyük alerjen oluyor.

* Peki ama süt içmezseniz osteoporoz riskiniz artıyor deniyor?
En fazla süt içilen ülke Amerika’dır. En fazla osteoporoz de beyaz Ameriklılar’da görülür. Ama zencilerde, Latin Amerikalılarda ve Kızılderililerde süt tüketimi azdır. Çünkü onlar da tıpkı Türkler gibi süt şekerini (laktoz) sindiremezler. Bu nedenle süt tüketimleri azdır ve işin ilginci kemik erimesi da daha azdır onlarda. Sütün içinde kalsiyum yüksek ama bunun emilmesi çok büyük sorun. Bu yüzden bu görüş de yanlış. Bunun için yoğurt yiyin, kefir yiyin, çok daha iyi...

Nineleriniz dedeleriniz gibi beslenin

* Hocam bu söylediklerinizi yerine getirebilmemiz için bütün okullarda seferberlik başlatılması lazım bence.
Kim yapacak onu?
* İyi ama çocukların beslenme çantasına meyve suyu ve süt konulmasını istiyorlar... Anne babalar da marketten alıp koyuyor. Yanına yiyecek olarak da bisküvi, gofret veriyorlar üstelik... Sonuç ortada, ilkokula giden çocukların hepsi benden daha şişman. O kadar hareket etmelerine rağmen...
Size bir örnek vereyim, Marmara Adası’nda bizim bir tanıdığımız öğretmenlik yaptı. Bakıyor herkes kutu süt kullanıyor. Diyor ki, “Bakın sizin burada keçileriniz var. Tamamen doğal besleniyorlar, ağılları bile yok, yaz kış serbestler, çok güzel sütleri var. Bu UHT’li kutu sütleri almayın, çünkü o sütler sağlıklı değil, sizin zaten keçileriniz var, onların sütünü için, en sağlıklı süt o.” Ama kaymakamlık da sütlerin açıkta satılmasına izin vermiyor. Ertesi gün bir bakıyor ki geniş bir beyaz afiş asılmış, üzerinde ‘En sağlıklı süt ambalajlı süttür’ diye yazıyor... Kutu sütü konusunda bir sürü dava açıldı hakkımda. Onun için sanayi tipi sütçüleri düşmandırlar bana. Mandıra sütçüleri de tersine çok severler. Sanayi tipi tavuk üreticileriyle de aram iyi değil tabii...

* Tavuk yemek zaten günah bence... Hayvancağızları, bir an önce et yapsınlar diye dapdaracık yerlerde, kıpırdamalarına bile izin vermeden büyütüyorlar...
Ayağı yere değmeden tencereye düşüyor tavuk, güneş yüzü görmeden. Yumurta tavuklarının da gagaları kesiliyor, birbirlerine zarar vermesinler diye...

* Para kazanacağız diye nasıl da işkence ediyoruz bu hayvanlara böyle. Buna dur diyecek birileri olmalı mutlaka...
Bu kuş gribi gündemdeyken, “Tavuklara başlatılan haçlı seferlerine hayır” diye bir açıklama yaptım. Tavukçular Derneği Başkanı geldi, “İyi hocam da niye böyle yapıyorsunuz, biz insanlara ucuza tavuk üretiyoruz” dedi. “İyi de tam tersine siz insanları açlığa mahkum ediyorsunuz” dedim. Köylü 3 tane tavuğunu, 20 tane yumurtasını pazarda satıyordu, onları da yapamıyor artık. Üç tavuk 10 liradan 30 lira, 20 yumurta da 1 liradan 20 lira ediyordu. O 50 lirayla, birkaç metre Amerikan bezi, biraz un, biraz şeker alıyordu. Onunla geçiniyordu. Bir yandan da o tavuğun etini, yumurtasını yiyordu. Ama sen onun elinden tavukları aldın ne oldu birdenbire? Adamcağız İstanbul’a göç etti, çoğu iş bulamadı, ser sefil oldular.

* Eskiden tavuklar pazardan alınır, kestirilirdi, o tavukların lezzeti de farklı olurdu. Çok daha sağlıklı olduklarını ise artık hepimiz biliyoruz...
Bu tavukların kesimi kuş gribinden sonra yasaklandı biliyorsunuz. Biz de kuş gribine kadar pazardan alıp kestirirdik tavuğu. Şimdi yok artık.

* Beslenme konusunda eskiye dönüş olması ve vicdanlı üretim yapılması gerektiğini düşünüyorum. Ama nasıl olacak bu, hiç bilmiyorum...
Biz de onun için uğraşıyoruz işte. En azından ben şunu diyorum, “Şimdiye kadar ben bunu bilmiyordum” diyemezsiniz artık, ben bunu söyledim size, bitti. “Ben bunu duymamıştım” diyemezsiniz, şimdi duydunuz. Duyduysanız gereğini yapacaksınız!

ocuklarnza st iirmeyin! - GAZETEVATAN.COM

Yakup 14-12-2011 14:55

Ambalajlı gıdalar
 
Ben ambalajlı gıdaların, çoğunlukla (ve hatta genellikle) zararlı olduğu kanaatindeyim. (Bu yüzden arıcılığı da bırakamıyorum :o).
Çoğunlukla diyorum, çünkü bazı firmalar, bazı ambalajlı ürünlerini (artık) daha sağlıklı üretiyor. Örneğin, x marka çorbalarda katkı maddesi kullanılmıyor. Bunun sağlanması için, çorba muhteviyatının nem oranı %6 mertebelerine çekiliyor. Bu %6 oranının, ürünü yakmadan sağlanabilmesi için de, iki defa fırınlama gibi metodlar uygulanabiliyor.

Ancak bu örnek, işin belki milyonda biri bile değil. Genel olarak tüm ambalajlı gıdalar, doğal olarak (katkı maddesiz) ambalajlanırsa, nem ve ısı dolayısı ile bozulacaktır. Bu da, ekonomik anlamda "zarar" demektir. Süt toplayıcıları sütçülere, "kesilen sütünüzü de alırız, yeter ki ayrı kapta verin" diyorlarmış. Sütler kesilmesin diye içlerine hidrojen peroksit veya çamaşır suyu konulduğu söylenmekte. Gözümle görmedim, köylünün yalancısıyım.

Ülkemizde dondurulmuş gıda tüketimine yönelmek bir çözüm yolu. Nisbeten daha sağlıklı bir beslenme olduğu iddia edilmekte. (Eskiler kuruturlardı).
Sanırım daha önemlisi de, kendimizi terbiye edebilmek. Eskiler, hastalıkların en önemli nedenlerinden birisinin çok yemek olduğunu söylemekteler.
Plastik malzeme içerisinde depolanan sıvıları ise kullanmamaya çalışmak gerek.
Marketlerin önünde, güneşe maruz bırakılmış plastik kola şişelerini gördükçe, göz göre göre kendimize ettiklerimiz hakkında düşünüyorum. Aklıma "insanların kendi elleri ile yaptıklarından zarar gördüklerine/göreceklerine" dair ayetler geliyor. Yaradan boşuna demiyor, "insanoğlu çok zalim ve cahildir" diye.

takorof 14-12-2011 15:40

Geçtiğimiz ay, hafta sonlarını geçirdiğim köyün bakkalına gittiğimde gözlerime inanamadım. Köyün bakkalında, yumurta, süt, damacana suyu, peynir, tereyağı vb... aklınıza ne gelirse hepsi vardı. Köye uzak olduğum için sık gitmediğimden, gördüğüm manzara karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Köylülerle sohbet ettiğimde ise, köy yerleşim bölesinde inek ve tavuk beslemenin yasak olduğunu, bu sebepten dolayı da, süt, yoğurt, peynir gibi ihtiyaçlarını, bakkaldan veya Altınova'daki marketlerden karşıladıklarını anlattılar.
Yani sizin anlayacağınız, köylerimiz köy olmaktan çıkmışlar (çıkartılmışlar), toplumsal tüketimin birer ferdi olarak, kapitalizme karşı görevlerini, bizlerle birlikte yerine getiriyorlar. Herşeye rağmen, Tavuk, koyun, İnek yetiştirmeye çalışan, son bir kaç köylünün de ürettikleri, ancak kendisine yetiyor. Buradan bakınca durum çok ümit vermiyor yani...

Yakup 14-12-2011 18:50

Yanlışlık olmasın..
 
Alıntı:

Orijinal Mesaj Sahibi takorof (Mesaj 887914)
..Köylülerle sohbet ettiğimde ise, köy yerleşim bölgesinde inek ve tavuk beslemenin yasak olduğunu...

Sn. takorof,
Bir yanlışlık olmasın. Genelde, belediye sınırları içine dahil edilerek köy vasfından çıkarılan ve mahalleye dönüştürülen yerler için bu dediğiniz olur.

kelebek çalısı 31-12-2011 02:23

yeni düzenleme
 
Okuduğum habere göre, yeni yapılacak düzenleme ile artık marketlerden açık süt almak mümkün olacakmış.

Pastorize sütün yüzde yüz faydalı olduğuna ben inanmıyorum açıkçası. Aslında pastorize ya da değil, sütün sade olarak tüketilmesinin insan sağlığı üzerinde faydalı mı, zararlı mı olduğu konusu sürekli gündemde olan bir polemik. Kişisel olarak Türkiye de sütün açıkta satılmasının, gerekli düzenlemeler yapılsa dahi, uzun müddet rayına oturacağına da inanmıyorum. Bunun denetimi bence çok zor. Söz konusu insan sağlığı evet, bir yandan sağlığımız için gerekli olan beslenme piramidinde ihtiyacımız olan süt gurubu besinleri tüketmeye özen gösterirken, diğer yandan pastorize süt güvenli mi, soğuk zinciri kırılmış mıdır, yoksa açık süt ve geleneksel metoda geri dönüş mü derken bence bir şekilde kaybediyoruz.

Ben süt yerine bir kaç yıldır düzenli olarak evimde mayaladığım kefir içeceğini tüketiyorum. Her ne kadar ''in vitro'' ve ''in vivo'' olarak elimdeki kefir mayasının testlerini bizzat yapmam mümkün değilse de, kefirin zamanla ekşiyen bir yapısının olması, doğal mikroorganizmaların varlığını, yani sağlığımız için faydasının göstergesidir. Naçizane tavsiyemdir.


Açık süt market raflarında haberi için:

Markette açık süt devri başlıyor - Lezzet- ntvmsnbc.com

denizakvaryumu 29-10-2012 21:15

Süt, bugüne kadar bana en çok sorulan gıdalardan biri oldu. Özellikle son dönemlerde sorular arttıkça arttı. “Sen biliyorsundur, Pınar” diye başlayan epostaları görmek tuhaf bir gurur verse de ben pek öyle başında akademik sıfatlar olan biri değilim; sadece, “İstanbul İşletme’den son sınıfta ayrılmak” gibi tuhaf bir akademik kariyerim vardır.

Benim ineklerim var. Kars’tan gelen köklerim sayesinde inek nedir, hayvancılık nedir biraz bilgim var; biraz da bir şeyler duyunca sağa sola soru sorma, pek çok insandan, üreticilerden olanı biteni dinleme gibi bir huyum var. Hepsi bu.

Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım soranlara. Sanırım daha iyisi kapsamlıca, biraz daha detaylı anlatmak süt konusunu…

İdeal süt çiğ süttür

“İdeal süt hangisidir?” diye soracak olursanız, çiğ süttür. Ancak önemli bir nokta var elbette. Bu çiğ sütün üreticisini tanımanız gerekir. Köydeki uzak bir akrabanız olabilir, elli yıldır mahallenizde olan mandıra olabilir, çocukluğunuzdan beri sokağınızda dolaşıp güğüm ile evinize süt getiren bir amca olabilir. Bunlar güvenilir kaynaklar… Sadece birkaç sorunun yanıtını biliyor olmanız lazım. İneklerin cinsi ne? Nerede otluyorlar? Ne ile besleniyorlar? Kaç yaşındalar?

İneklerin “süt makinesi” haline gelmiş, alaca renkli acayip hayvanlar değil, yerli sarı, yerli kara ya da yabancı bir cins olsa bile artık iyiden iyiye devşirilmiş montofon olması idealdir bana göre.

Yine bana göre tek ve ari bir ırk değil, birkaç cins bir arada bulunmalıdır. Şu cinsin şu faydası, bu cinsin bu faydası şeklinde bir melezleme en sağlıklısı. Lisedeki biyoloji derslerinden homozigotlaştırma konusunu anımsamak faydalı olabilir. Hani şu akraba evlilikleri…

Tohumlama veteriner tarafından değil, ailenin ya da köyün danası tarafından doğal yolla; yani çiftleşme ile yapılmalı. “Danaya çektirilmelidir” yani.

En önemlisi ise şu: Asla mısır slajı yemeyecek hayvanlar. Besin ihtiyacını meşe dalı, yonca, saman, fiy, arpa ezmesi, taze ot, kuru bahar otu, sebze artığı ile gidermeli çünkü slaj, mutlaka ama mutlaka GDO’ludur. Bu, hayvanın sütünden size geçecektir. Ancak maalesef ülkemizdeki besicilikte mısır slajı hâlâ en önemli besinlerden biri. Belki de sırf bu yüzden, son dönemde ineklerde kanser vakaları korkutucu boyutlarda arttı. Keza kısırlık oranı da… Gencecik ineklerin kesime gittiği sonu belirsiz bir döneme geldik. Bu durum köylerde değil, besi çiftliklerinde yaşanıyor. Köylerde on üçüncü, on dördüncü yaşında doğum yapan inekler var iken bir besi çiftliğinde bu yaşta inek bulamazsınız. En fazla altı, yedi yaşında kasabı boyluyor hayvancıklar. Tehlikenin kaynağı da aslında tam burada anlaşılıyor.

Aile işletmelerinden süt almak

Aile işletmelerinden şaşmayın. Genel olarak aile işletmelerinde inekler ari ırk falan değildir. Yerli sarı, montofon, yerli kara gibi Anadolu’nun kendi inekleri vardır. Bu inekler buzağılarını kendileri emzirir. Sağımdan önce annenin iki memesi buzağıya bırakılır, o doyduktan sonra diğer iki meme ile ailenin geçimi sağlanır.

Tohumlama doğal yolla, yani dananın çiftleşmesi ile gerçekleşir. İneklerin beslenmesi ailenin kendi diktiği yonca, fiy, buğday samanı, arpa ezmesi, kırlardan biçilen bahar otu, Orman Genel Müdürlüğü izni ile kesilen meşe çalısı, zamanına göre zeytin dalı, yine zamanına göre ailenin ekip biçtiği sebzelerin köküyle, sapıyla gerçekleşir.

En önemlisi bu inekler gezer… Dağ bayır geze geze dirençli hale gelirler. Bacak ve bileklerinde iltihaplanma neredeyse hiç görülmez. Böylece antibiyotik falan da almazlar.

“Verim Maksimizasyonu” gibi şeyleri esas alan bilgisayar programları ile takip edilmez bu inekler. Öyle çok büyük bir verim endişesi yoktur ailelerde. Günde on litre, inek dilden dile anlatılan “süper” bir hayvansa on beş litre süt yeterli görülmektedir.

On beş yaşını da rahatça görür bu inekler. Bu yaşa kadar hayvanlardan sağılan süt, aile tarafından yağı ve kaymağı ile doğrudan toptancıya satılır. Su katılması falan mümkün değil, anında kontrol edilir toplama merkezlerinde süt. Her sabah, her akşam köye giren ufak toptancılar büyük fabrikalara bu sütü aktarır. Yani şu markalı sütler…? Yanıtı kendiniz vereceksiniz zaten.

Ben size tam burada tehlikeyi anlatacağım: besi çiftliği sütlerini.

Tehlikeli madde: besi çiftliği sütleri

Köyde yaşayan bir akrabanıza, evinize yardıma gelen ablaya, işyerinizde köy ile bağlantısı olan birilerine besi çiftliği sütü içip içmediklerini sorduğunuzda alacağınız yanıt “Hayır” olacaktır. Sebeplerini de eklerler büyük ihtimalle…

Çünkü bir besi çiftliğinde inekler ari ırktır. Yani hepsi bircinsten hayvanlar; “siyah beyaz” diyelim mesela. Bu bircinsten olma durumu veterinerler ve suni tohumlama yolu ile daimi olarak korunur. Suni tohumlama belli bir düzende yapılır. Bu düzende kullanılan tohumların neredeyse tümü ithal tohumlardır. Genelde Amerika ve Kanada’dan geliyor. Dişiler, buzağılar ve danalar ayrı bölümlerde tutulur. Buzağılar özel bir karışım ile dışarıda beslenir. Biberon ile beslenen bir buzağı dışarından bakınca çok sempatik gözükebilir ancak bu, o hayvan için bir kâbustan farksızdır. Danalar zaten doğdukları andan kesildikleri ana kadar kâbusun içindedir. Boyunduruğa vurulur, hormon iğneleri ile hızla kilo aldırılır ve elden çıkarılırlar.

Hayvanların beslenmesi “süt besi sığır yemi”, muhakkak mısır slajı, yonca ve saman karışımı ile gerçekleşir. Süt besi sığır yemi denen şeyi ise biraz daha açmak gerekiyor sanırım. Bunun anlamı “o dönem ucuz olan protein kaynağı ne ise…” gibi bir şey. Fırınlarda toz haline getirilmiş mezbaha kan artıklarından (sanırım şu yakınlarda bu kalem yasaklandı), ayçiçek, kanola, soya gibi bitkisel yağ fabrikalarının atıkları; küspe, mezbahadan kemik unu, balık ve tavuk çiftliği atıkları, pamuk tohumu küspesi, buğday kırması… O anda piyasada protein kaynağı olarak ne bulunabiliyorsa… Sınır yok. Yumurta kabuğu tozu bile olabilir. Sizin için zararı son derece açık. İnek, ne yerse onu süzüp süt olarak veren bir hayvancık. Bu kadar basit.

Çok koyu bir hayvansever olarak bana göre en fenası hayvanların sürekli boyunduruk altında tutulması. “Açık alanımız var” deniyorsa bilin ki o açık alan ufacık bir alandan fazlası değildir. Oraya da kolay kolay bırakmazlar zaten. Günde en az on kilometre yürüyen, bacaklarını ve ağzını en doğru ve doğal şekilde kullanan köy inekleri yanında bu hayvanlar resmen kürek mahkûmu gibi yaşarlar. Ağzının hemen altında sürekli besi yemi olan bu zavallıların fotoğraflarına pek çok yerde rastlamış olabilirsiniz. Bir dahakinde hayvanın gözlerine iyi bakın; vahameti görebileceğinizi sanıyorum.

Yürümeyen hayvanda toynak hastalıkları, eklem iltihapları, süt kanallarının tıkanması, enfekte olması, denge bozuklukları, sindirim bozuklukları gibi onlarca hastalık çıkar. O kadar çok müdahale altında kalır, o kadar çok antibiyotik tedavisi görür ki bu hayvanların çiftliğin kendi bünyesinde bir ofiste çalışan veteriner hekimi falan olur. Her sabah o iğneden bu iğneye ilaç deposuna dönerler. Çünkü bu hayvanlar dirençli falan değillerdir. En ufak mikrop çiftliğe girdiğinde hepsini kırıp geçirir. Bu nedenle dışarıya çıkartmaktan korkar işletmeciler. Mikrop girdiğinde de ne olsun artık… Hepsi doğrudan kesime…

Bilgisayarlara kurulu gelişmiş bir program ile tüm hayvanların süt verimi takip edilir ve en önemli değer de hayvanın süt verimidir. Bu endişe ile seçilen, bu endişe ile beslenen hayvanlar günde otuz – kırk litre süt verebilirler. İdeal olan o hayvanın çok yaşaması, çok buzağı vermesi falan değil. Beş buzağı verse, yedi yaşına gelse ondan iyisi yok. Sonra hayvancağız bitik hale gelmiş olur zaten, doğru kesime…

Makine sağımı

Bir de makine sağımı var. Şu hijyenik, çok sağlıklı makine sağımı. Hayvanın ödünü patlatır. Zerre de hoşuna gitmez. Doğal şekilde, bakıcısının elinin sıcaklığına, dokunuşuna alışan bir inektense makine ile sağılan bir inek sütünün besin değeri daha düşüktür. Zaten önemli olan besin değeri değil çıkan litre miktarıdır burada. Çıkan sütün yağı üzerinden alınır, mandıralara ayrıca satılır, altta kalan elenmiş sıvı da süt diye tüketiciye ulaşır.

Lütfen süt konusunu çok araştırın, çok okuyun, çok dinleyin bu iş ile ilgisi olanlardan. Ben kendince bildiğini anlatan öylesine biriyim sadece. Daha bilimsel, daha içerikli ve oturaklı bilgiyi bulabileceğiniz pek çok yazışma grubu var internette. Hepsini takip etmeye çalışın. Çiğ süt üreticileri ile süt markalarının yazıştığı, çok da düzeyli, kaliteli tartışmaların döndüğü gruplar ile karşılaşacaksınız. Katılın. Yayınları takip edin. Kendi doğrunuzu bulun mutlaka.

Tanıdığınız, bildiğiniz gerçek bir sütçü bulmanızı öneririm. Mahallenizdeki mandıranın sahibi ile iki çay ısmarlayıp yarım saat kadar sohbet etmenizi, kafanıza yatarsa onu tercih etmenizi öneririm. Evinize gelen yardımcı abladan, ne bileyim işyerinizdeki temizlik görevlisinden; köy ile bağlantısı olan dürüst birilerinden süt göndermesini isteyin. Bunlar mümkün değilse büyük markaların günlük sütlerini öneririm. O sütler Anadolu’dan toplanır, gerçek hayvanlardan gelir, besin kaybı fazla olmaz.

Ne olur çocuklarınıza gerçek süt verin…

İDEAL SÜT HANGİSİ? « Kuraldışı Dergi

denizakvaryumu 29-10-2012 21:23

Alıntı:

Orijinal Mesaj Sahibi MeyveliTepe (Mesaj 791117)
Aslında maya almanıza gerek yok. Ne yapacağınızı tarif edeyim, büyük ihtimal siz de aynı operasyonu yapabilirsiniz.

Süzme yoğurt yaparken, yoğurt suyunu bir kaba süzün, içine yarım kesme şeker atıp bir gün kadar bekletin. Yeni yoğurdunuzu bu yoğurt suyu ile mayalayın. Bu işlemi sadece bir kez yapacaksınız, sonrasında her zamanki gibi. Bu işlem sırasında yoğurdu ekşiten bakteri kayboluyor bir daha da ortaya çıkmıyor.

Yoğurt mayalarken, 55 derecedeki süte mayayı büyük tencerede iyice karıştırıp, küçük, bir porsiyonluk kaselerde dökerek mayalanmaya bırakmak da çok pratik. 10 gün önce mayalanmış küçük kasedeki yoğurdun nefaseti neredeyse bekledikçe güzelleşiyor.

Kullanılan süt ve maya miktarına bağlı olarak yoğurdun tutması 2.5 saat ile 4 saat arasında gerçekleşiyor. Maya çok kullanıldı ise erken, az kullanıldı ise daha geç gibi. Tutar tutmaz hiç bekletmeden dolaba girmeli.

Önemli bir bilgi...

denizakvaryumu 05-11-2012 11:05

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Dizdar:

Mine ŞenocaklıSorun damacanalarda değil; belli ki su kaynağının kendisi bulaşık. Yani sorun daha vahim. Bugün dışkı, yarın ağır metal de çıkabilir bu sularda...

Bu yüzden suyu damacanadan da, pet şişeden de, cam şişeden de değil, musluktan için... Zira hâlâ en güvenilir su musluk suyu. Musluk suyunun kalite durumunu çok net bilmiyorum. Ama iyi denetlendiğini çok iyi biliyorum. İçinde bir kirlilik söz konusu değil. Tabii evinizdeki su deponuzun temizliğine güveniyorsanız...


Mehmet Ali Önel’in sunduğu haber programı Deşifre’de, İstanbul’da satılan 55 damacana sudan 41’inin sağlığa zararlı olduğu iddia edilmiş, Sağlık Bakanlığı da olaya el koymuştu. Ancak bakanlık önceki gün sadece 5 markayı sağlıksız diye teşhir etti. Testi geçemeyen bu damacana sularda başta ‘koliform’ gibi dışkı yoluyla bulaşan bakteriler olmak üzere sağlığa zararlı çok sayıda madde var... Ama hiç kimse bakanlığın bu açıklamasından tatmin olmadı. Benim size sormak istediğim şu; bu suları içersek ne olur? Ve tabii siz bu açıklamayı tatmin edici buldunuz mu?

Birkaç gün önce yapılan analizlerde 55 örnekten 41’inde dışkı var deniliyorsa, bu açıklama hiç de inandırıcı değil. Çünkü 55 markanın içinde teknik olarak bildik büyük markaların da olması gerekiyor. Sağlık Bakanlığı belli ki bütün markaları açıklamıyor, büyük olanları gizliyor... Ben bu adı açıklanan firmaların hiçbirini duymamıştım. Bunlar lokal, küçük firmalar. Asıl pazarı tutanlar bizim marketlerden aldığımız markalar. Demek ki bakanlık diğerlerini açıklamaya çekiniyor. Ama böyle yapmakla halk sağlığını büyük riske atıyor

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “En iyi içme suyu musluk suyu” demişti. Sizce de gerçekten öyle mi? Güvenip musluktan su içelim mi?

Şebeke suyunun kalite durumunu çok net bilmiyorum. Ama iyi denetlendiğini çok iyi biliyorum. Eskiden şöyle bir sıkıntı vardı; borulardaki kaçaklar nedeniyle dışarıdan şebeke suyunun içine bazı şeyler bulaşması söz konusu olabiliyordu. Ama alt yapının bir kısmı yenilendi, yenilendikten sonra da bildiğim kadarıyla bir kirlilik söz konusu değil. Ama suyun kalitesi nedir, tadı nasıldır, o tamamen ayrı bir mesele.

Musluk suyunu toprak bir kapta birkaç saat dinlendirip öyle için!

- Musluk suyunda da çok fazla klor var ama... Bunun sağlığa bir zararı yok mu?

Klor alınması faydalı bir şey değildir elbette. Suyla ilgili doğrudan söyleyebileceğim bir çalışma yok ama klor alınmasının kanserle ilişkili olduğunu söyleyen pek çok çalışma var. O zaman yapılacak şey şudur; klor uçucudur. Yani suyu üstü açık bir kabın içinde ya da toprak bir testide, küpte dinlendirirseniz, o klor uçar.

- Testi ya da küp dediniz. Peki ya cam?

Cam olmaz.

- Neden?

Klor camdan uçmaz. Testinin özelliği, üzerinde çok küçük gözenekler var. Gaz, o gözeneklerden dışarı doğru süzülüyor. Bu aynı zamanda suyu soğuk da tutuyor. Çünkü o su dışarıya doğru buharlaşırken suyun sıcaklığını da alıyor. Dolayısıyla testideki su serindir de... Ama aynı şey camda olmaz. Çünkü camın gözenekleri yoktur. Ama cam çok iyi bir saklama kabıdır...

- Bazı uzmanlar suyun şişede saklanmasını da önermiyor. Dibinde yosun tutuyor diye... Yosun tutmuş şişeden su içilse ne olur?

Suyun berrak, kokusuz ve beklememiş olması halinde bu suyu bir kere içmekten elbette bir şey olmaz. Mesela yavaş debisi olan bir derede taş yosun tutar. O dereden su içilmemesi diye bir şey söz konusu değildir. Nitekim doğaya bakıyorsunuz, hayvanlar bu suyu içiyorlar. Bu suyu içmelerindeki ana unsur şu; hayvanlar yeterince temiz suyu, o suya kimyasal karışıp karışmadığını ayırt edebiliyorlar, hissediyorlar ve o suyu içmiyorlar. Nasıl hissettiklerini bilmiyoruz. Dolayısıyla dibinde yosun tutmuş şişeden su içmemenin mantığı ancak şu olabilir; çünkü suyun yosun tutabilmesi için canlı birtakım organik moleküllerin suyun içinde bulunuyor olması gerekir.

- Anlayamadım, açar mısınız?

Saf suyun içinde yosunun olabilmesi için birtakım moleküllere ihtiyaç var. Bunlar aminoasitler olabilir, bitki kökenli maddeler olabilir. Dolayısıyla su yosun tutmuşsa eğer saf su değildir. Yeraltından gelen sular bu özelliği göstermiyor ama göletin, derenin kenarındaki su o nedenle yosun tutar. Kafa karışmasın; bu suyu bir kere içmekle bir şey olmaz. Ama su kaynağının tamamen saf, temiz olmadığını gösterir bu.

- Hayvanlar bir suyun kimyasallı olup olmadığını ayırt edebilir dediniz. Siz tam bir çevre felaketine dönüşen Ergene konusuyla da ilgileniyorsunuz. Ergene’de hayvanlar çevredeki fabrikaların zararlı atıklarını döktükleri o suyu içiyor ve ölüyor ama...

Maalesef onlar mecburen içiyor. Çünkü başka su kaynağı yok. O suyu içmek zorundalar. O zaman da ölüyorlar...

- Ergene’de şu andaki durum ne?

Hiçbir değişiklik yok. Başbakan da bir göndermede bulundu biliyorsunuz, konunun ele alınması için. Ben Ergene’ye gitmedim. Ama Gündöndü diye Ergene’yi anlatan bir belgesel hazırladı arkadaşımız Nejla Demirci. O belgeseli izledim. Deri fabrikalarından çıkan o atık suyun köpükler halinde Ergene’yi nasıl kirlettiğini can acıtıcı görüntülerle çok açık anlatıyor orada... Önce suyun çıkış yerini, kaynağını gösteriyor. Su zeminden fokur fokur çıkıyor. Pırıl pırıl, tertemiz. Her bir tarafta kuşlar, böcekler, balıklar var... Olağanüstü bir ortam. 40 kilometre ötede ise kirlenme başlıyor. Fabrikaların atık suları olduğu gibi Ergene’ye veriliyor. Suyun renginin nasıl döndüğünü görüyorsunuz. Canlılık birden yok oluyor. Ve işin daha acı yanı, o suyla siz çevredeki tarlaları sulamak zorundasınız. Çünkü başka su kaynağı yok. Tarlayı suladığınız zaman bitkiler bundan etkilenmiyor gibi görünüyor ama bünyelerine o sudaki ağır metalleri alıyorlar. Üç ürün yetişiyor orada. Pirinç, ayçekirdeği ve buğday... Kadmiyum ve kurşun analizlerini yaptırdık. İzin verilenden 2 ila 8 kat yüksek çıktı! Bu ürün nereye gitti, kim yedi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz.

- Peki bu pirinci, buğdayı, ayçiçeğini yiyen insanlara neler oluyor?

Vücutlarında bu ağır metal birikmeye başlıyor. Ağır metal bir süre sonra normal dokunun işlevini bozar. Ne olur? Kansızlık ortaya çıkabilir, zaman içersinde vücutta birikirse toksiktir, yani zehirlidir. Kansere yol açabilir. Zaten çiftçi geliyor Trakya’dan, Ergene’den, bizim hastamız, “Hocam” diyor, “15 sığırımız geçenlerde öldü. Daha önce de 15 tane ölmüştü zaten...” On beşer, on beşer ölüyor hayvanlar... Kendisi de kanserle boğuşuyor. Biliyor musunuz, eskiden Ergene’de yüzülebiliyormuş. Yüzenlerin mayolu fotoğrafları var. Hatta askılı erkek mayolarıyla çekilmiş çok eski fotoğraflar da var. Şu anda orada bırakın yüzmeyi, hayat bitiyor. Çocuklar suya giremiyorlar. Girerlerse önce çok ciddi cilt sorunları çıkıyor ortaya. Ama tarımda bu suyu mecburen kullanmak zorundalar. Hayvanlar da bu suyu içmek zorundalar. Başka kaynak yok. Bu suyun genel öyküsü. Bunun daha da ağırı var. Fabrikalara kuyu suyu kullanmaları için müsaade veriliyormuş. Kuyu sularının kullanılması izne tabi biliyorsunuz. Kuyu açmak da izne tabi. Fabrika kuyuyu açıyor, suyu çekiyor... Ondan sonra diyorlar ki, “Atık suyu, zehirli suyu kuyuya atalım!”

- Nasıl? Böyle bir şey olabilir mi!

Evet. İnanılır gibi değil ama bunu yapıyorlar. Atık suyu kuyuya pompalamak demek, damardan vücuda zehir enjekte etmek demek. Çünkü siz yeraltı suyuna doğrudan atık suyu verirseniz, o tüm çevreye yayılıyor.



- Nasıl böyle bir şey yapabiliyorlar? Bu kadar mı kafasız, vicdansız bu insanlar?

Kafasızlıktan ziyade hırslı insanlar. Para kazanmak istiyorlar. Ergene’deki fabrikalarda fok kürkü bile işliyorlar. Rusya’dan da geliyor diyorlar, Kanada’dan da...

- Yani kafalarına sopayla vurula vurula öldürülen yavru fokların kürklerinin işlendiği fabrikalar mı var Ergene’de?

Evet. Sonuçta bu para meselesi. Zaten bütün bu tartıştığımız sudaki dışkı konusu da tümüyle parayla ilintili. Sizin ne içtiğiniz, suyun içinde ne olduğu, dışkıyla mı kirlendiği, sizin kanser olup olmayacağınız bu insanların umurunda değil... Bakın, bütün uygarlıklar su çevresinde oluşuyor. Bunun nedeni de su elzem. Su olmadan hiçbir şey yapamıyorsunuz. Ama o bölgenin de su kaynaklarının taşıyacağı bir nüfus var. O nüfusun üzerine geçerseniz, bölgenin su kaynakları yetmiyor. İstanbul genelinde baktığınızda Sultanbeyli bilinen en iyi örneklerden biridir. Su havzasıdır. O bölgeye aslında konut yapım izni yoktur. Ama bu havzaların zaman içersinde gerek rant, gerek oy kaygısıyla doldurulduğunu görüyoruz. Gökyüzünden yağan suyun toprağa geçmesi için bu havzalar gerekli. Çünkü sizin su kaynağınız gökten geliyor. Bu havzaların üstünü bir şekilde betonla örttüğünüz zaman, sizin gökten gelecek su kaynaklarınız olduğu gibi denize akıyor kanalizasyonla. Bir kere siz bu sudan faydalanamıyorsunuz. İkincisi; o bölgeyi aşırı nüfuslandırdığınız zaman bunların atık sularının bu su havzalarına olumsuz katkıları oluyor. Bu yüzden de bugün geldiğimiz noktada şebeke suyunu çoğu insan kullanmak istemiyor.

- Bizim çocukluğumuzda doğrudan musluktan içerdik suyu... Sonra yeşil şişelerde su gelmeye başlamıştı...

Etrafı hasır, ağzı mühürlü... Sakalar taşırlardı... Sonra ne oldu? İstanbul’da mahallelerde su istasyonları açılmaya başladı hatırlarsanız... Ve su istasyonları bir noktaya geldikten sonra, bir gecede geçen bir kanunla, “Sular bundan sonra kaynağında mühürlenecek” diye bir sonuca varıldı. Bütün istasyonlar bir anda yok oldular. Ve kapalı ambalajlı su endüstrisi oluştu.

- Su istasyonları daha mı iyiydi?

Uygun şartlarda, doğru çalışanlarda hiçbir sorun yoktu. Gidip bidonla suyunuzu alıyordunuz. Bu kararla onlar su bayilerine dönüştüler. Su dışarıdan birilerinin kontrolü altında doldurulup gelmeye başladı. Peki gerekçe neydi? Sular kaynağında şişelenecek, kapatılacak ve bulaşıklık olmayacaktı. “Biz bu sulara arada sırada lağım suyunun karışmasını, tankın içinde bakteri üremesini engelliyoruz” dediler. Şu an gelinen noktada 55 örneğin 41’inde bakteri var. Bu bakteri de lağımda bulunabilecek bir bakteri.

Ergene’deki durum söz konusu olabilir!

- Bu bakteri ne tür hastalıklara yol açabilir peki?

Bu bakteri aslında bütün herkesin vücudunda var. Bazıları en hafifinden ishal yapabilir. Daha ağırından da çok fazla bir şey yapmasını beklemiyorum. Burada mesele, bakteri olup da hastalık yapması değil. Mesele ironi! Yani zamanında su istasyonlarının hijyen nedeniyle kapatılması öngörülmüşken, bugün vardığımız noktada, hakikaten beş yıldızlı tesislerde kaynağında kapattığımız suların 55’inden 41’inde bakteri olması! Rakam çok çarpıcı. Yani kaynak sularının dolumunda bulaşmıyor bu bakteriler, kaynağın kendisi bulaşık halde.

- Nasıl? Ergene’de olanın benzeri burada da mı olmuştur yani?

Evet. Aynen Ergene’de olan durum. Kaynağın kendisi artık bulaşık. Yoksa oralardaki tesislerde hakikaten şişeleme sırasında, ambalajlamada suya el değmiyor. Oradan bir bulaşma yok. İkincisi; su yaz aylarında çok aşırı miktarda talep edildiği için bunlar da kaynakların arkasına ya da çevre bölgeye kuyular kazıp oradan su alıyorlar. Kuyuyu kazdığınız yerin yakınında eğer arıtma sistemi olmayan bir fabrika varsa ya da nüfus yerleşimi mevcutsa kanalizasyon ister istemez o kaynağın içine karışır. Siz su havzalarının, su elde ettiğiniz yerin yakınına yerleşim merkezi kuramazsınız, orada hayvan barındıramazsınız. Aksi takdirde bu kirlenme olur. Ve ne yaparsanız yapın o kirlenmeyi bir yere kadar arıtmanız mümkündür, tümüyle arıtamazsınız.

- Peki bugün dışkı çıktı, yarın ağır metal çıkabilir mi bu sulardan?

Tabii... Zaten sorun o. Dışkıyla başlar, yarın orada kimyasal kirlenmeye neden olabilecek bir tesis kurarsanız, bir deri fabrikası gibi, bu sefer kimyasal kirlenme söz konusu olur.

- Hoş bu suların içinde kimyasal var mı yok mu onu da bilmiyoruz...

Tabii ki bilmiyoruz. Çünkü bakterinin bakılması kimyasal testlere göre nispeten daha kolay. Bildiğim kadarıyla kimyasal test yapılmamış. Bu yüzden Ergene’deki durum bu sular için de söz konusu olabilir. Bu olasılık yüksek. Bütün su dolum tesisleri için bunun sözünü edemeyiz tabii. Yani dağın başında doldurulan suda bu olasılık daha düşüktür. Ama etrafta yerleşim birimleri olan yerlerde doldurulan su örneklerinde kimyasal kirlenme olasılığı yüksektir. Hemen burnumuzun dibinden, Zekeriyaköy’den örnek vereyim. Hep anlatılır, bir yokuş varmış, “Oradan geçerken arabaların camları dıştan buharlanıyor” diyorlar. Orada oturan arkadaşlarımız bunun nedenini sorguladıkları zaman şu sonuca ulaşıyorlar; bölgede katı atık imha merkezi var. Oraya baktığınız zaman yakınında şu anda satılan bir su var, belediyenin de işlettiği... Yine oranın yakınında İstanbul’un su kaynakları var. Siz şimdi götürüp de katı atık imha merkezini şehrin göbeğinde bir yere kurarsanız, bunun etrafa etkisinin olmayacağını asla garanti edemezsiniz.

- Ne yapacağız o zaman biz? Paramızla içecek su bulamıyoruz neredeyse...

Beri yandan bir de işin felsefi boyutu var. Tüm canlıların su doğal hakkıdır. Aslında bu suyun parayla bile satılmaması lazım. Anadolu’da lokantaya gittiğinizde size suyu şişede getirmezler, sürahide getirirler. Bu, İstanbul’a ya da büyük şehirlere özel bir durumdur. Bu işin ayrı, biraz politik olan boyutu. Biraz çevresel boyutu. Fakat esas sorun şu an suyun kirlenmesi. Aynı şey suyun bu hidroelektrik santraller nedeniyle akışının bozulmasında da yaşanacak. Bir süre sonra onların etrafında da yapılaşma başlayacak. Oradan baraj göletine bir miktar karışma başlayacak ve su kirlenecek. Longoz ormanlarını gördünüz mü? İnanılmaz bir şey, gidin görün, Istırancalar’da... Kilometrelerce suyun içinde yürüyorsunuz... Pırıl pırıl su akıyor. Ağaçlar kışın muhtemelen iki metre falan gömülüyorlar suyun içine. Buna ‘longoz’ denilirmiş. Kendine ait bir eko sistem. Şimdi siz bu suyu alıp da ihtiyaç var diye İstanbul’a pompalarsanız orayı da bozuyorsunuz, bitiriyorsunuz. Aynı şeyi Ankara da yaptı mesela. Suyu getirdikleri yerdeki dengeyi bozdular. Ama bugünkü asıl sorun kaynağı kirlettiğiniz zaman bunun çıkışı yok.

- Çözüm ne? O zaman iki şehir daha kurmayacağız herhalde biri Anadolu yakasında, diğeri Silivri yakınlarında?

Asla kaldırmaz! Bir yerin doğal kaynakları o yeri kaldırabiliyorsa yaparsınız. Ama doğal kaynaklar kaldırmıyorsa mevcut şehri dahi idame ettiremezsiniz. Yapılmaya çalışılıyor fakat bunun olabilirliği yok. Bunun suyu nereden gelecek, bunun atık suyu nereye atılacak? Bunları sorgulamak zorundasınız. Sürdürülebilirliği olmayan bir sistemi yaratıyorsunuz. Bütün sorun bu.

- O zaman özetle şu an için ne yapalım, musluk suyu mu içelim?

Normal içme suyunu kaynatın öyle için demek mümkün olmuyor. Çoğu insan evine şimdi arıtma sistemi kuruyor. Bunu da söylemek çok fazla mümkün değil. O parayı verip arıtma sistemi kurmanızın bir alemi yok. Yemek yapmak için en güveniliri musluk suyudur. Görünen o ki içmek için de hâlâ en güvenilir su musluk suyu. Tabii evinizdeki su deponuzun temizliğine güveniyorsanız... Çünkü evlerin büyük bir kısmında depo var ve ağızları açık. Temizlikleri gerektiği gibi yapılmıyor, bu da sağlık açısından büyük bir risk getiriyor...

En gvenilir su musluk suyu! | GAZETE VATAN

denizakvaryumu 05-11-2012 11:07

Hangi su daha güvenli? Videosu - Gıda Hareketi

İzleyin ve kararınızı verin :)

şehnaz 07-11-2012 08:57

Çarşılarda dükkan önlerinde duran su sebillerine be oldu acaba ?


Forum saati Türkiye saatine göredir. GMT +2. Şu an saat: 00:24.
(Türkiye için GMT +2 seçilmelidir.)

Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2025