agaclar.net

Geri Dön   agaclar.net > Doğaya ve Yaşamınıza Sahip Çıkın > Daha İyi Bir Yaşam İçin
(https)




Beğeni Düzeni8Beğeniler

Cevapla
 
Bookmark and Share Dış Bağlantılar Konu Araçları Mod Seç
Eski 14-12-2011, 15:40   #61
Ağaçsever
 
takorof's Avatar
 
Giriş Tarihi: 08-04-2011
Şehir: istanbul
Mesajlar: 34
Geçtiğimiz ay, hafta sonlarını geçirdiğim köyün bakkalına gittiğimde gözlerime inanamadım. Köyün bakkalında, yumurta, süt, damacana suyu, peynir, tereyağı vb... aklınıza ne gelirse hepsi vardı. Köye uzak olduğum için sık gitmediğimden, gördüğüm manzara karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Köylülerle sohbet ettiğimde ise, köy yerleşim bölesinde inek ve tavuk beslemenin yasak olduğunu, bu sebepten dolayı da, süt, yoğurt, peynir gibi ihtiyaçlarını, bakkaldan veya Altınova'daki marketlerden karşıladıklarını anlattılar.
Yani sizin anlayacağınız, köylerimiz köy olmaktan çıkmışlar (çıkartılmışlar), toplumsal tüketimin birer ferdi olarak, kapitalizme karşı görevlerini, bizlerle birlikte yerine getiriyorlar. Herşeye rağmen, Tavuk, koyun, İnek yetiştirmeye çalışan, son bir kaç köylünün de ürettikleri, ancak kendisine yetiyor. Buradan bakınca durum çok ümit vermiyor yani...

takorof Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 14-12-2011, 18:50   #62
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2009
Şehir: Balıkesir /Bandırma
Mesajlar: 336
Yanlışlık olmasın..

Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi takorof Mesajı Göster
..Köylülerle sohbet ettiğimde ise, köy yerleşim bölgesinde inek ve tavuk beslemenin yasak olduğunu...
Sn. takorof,
Bir yanlışlık olmasın. Genelde, belediye sınırları içine dahil edilerek köy vasfından çıkarılan ve mahalleye dönüştürülen yerler için bu dediğiniz olur.

Yakup Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 31-12-2011, 02:23   #63
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 06-01-2008
Şehir: -
Mesajlar: 3,601
Galeri: 44
yeni düzenleme

Okuduğum habere göre, yeni yapılacak düzenleme ile artık marketlerden açık süt almak mümkün olacakmış.

Pastorize sütün yüzde yüz faydalı olduğuna ben inanmıyorum açıkçası. Aslında pastorize ya da değil, sütün sade olarak tüketilmesinin insan sağlığı üzerinde faydalı mı, zararlı mı olduğu konusu sürekli gündemde olan bir polemik. Kişisel olarak Türkiye de sütün açıkta satılmasının, gerekli düzenlemeler yapılsa dahi, uzun müddet rayına oturacağına da inanmıyorum. Bunun denetimi bence çok zor. Söz konusu insan sağlığı evet, bir yandan sağlığımız için gerekli olan beslenme piramidinde ihtiyacımız olan süt gurubu besinleri tüketmeye özen gösterirken, diğer yandan pastorize süt güvenli mi, soğuk zinciri kırılmış mıdır, yoksa açık süt ve geleneksel metoda geri dönüş mü derken bence bir şekilde kaybediyoruz.

Ben süt yerine bir kaç yıldır düzenli olarak evimde mayaladığım kefir içeceğini tüketiyorum. Her ne kadar ''in vitro'' ve ''in vivo'' olarak elimdeki kefir mayasının testlerini bizzat yapmam mümkün değilse de, kefirin zamanla ekşiyen bir yapısının olması, doğal mikroorganizmaların varlığını, yani sağlığımız için faydasının göstergesidir. Naçizane tavsiyemdir.


Açık süt market raflarında haberi için:

Markette açık süt devri başlıyor - Lezzet- ntvmsnbc.com

kelebek çalısı Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 29-10-2012, 21:15   #64
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2006
Şehir: Ankara
Mesajlar: 9,099
Galeri: 25
Süt, bugüne kadar bana en çok sorulan gıdalardan biri oldu. Özellikle son dönemlerde sorular arttıkça arttı. “Sen biliyorsundur, Pınar” diye başlayan epostaları görmek tuhaf bir gurur verse de ben pek öyle başında akademik sıfatlar olan biri değilim; sadece, “İstanbul İşletme’den son sınıfta ayrılmak” gibi tuhaf bir akademik kariyerim vardır.

Benim ineklerim var. Kars’tan gelen köklerim sayesinde inek nedir, hayvancılık nedir biraz bilgim var; biraz da bir şeyler duyunca sağa sola soru sorma, pek çok insandan, üreticilerden olanı biteni dinleme gibi bir huyum var. Hepsi bu.

Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım soranlara. Sanırım daha iyisi kapsamlıca, biraz daha detaylı anlatmak süt konusunu…

İdeal süt çiğ süttür

“İdeal süt hangisidir?” diye soracak olursanız, çiğ süttür. Ancak önemli bir nokta var elbette. Bu çiğ sütün üreticisini tanımanız gerekir. Köydeki uzak bir akrabanız olabilir, elli yıldır mahallenizde olan mandıra olabilir, çocukluğunuzdan beri sokağınızda dolaşıp güğüm ile evinize süt getiren bir amca olabilir. Bunlar güvenilir kaynaklar… Sadece birkaç sorunun yanıtını biliyor olmanız lazım. İneklerin cinsi ne? Nerede otluyorlar? Ne ile besleniyorlar? Kaç yaşındalar?

İneklerin “süt makinesi” haline gelmiş, alaca renkli acayip hayvanlar değil, yerli sarı, yerli kara ya da yabancı bir cins olsa bile artık iyiden iyiye devşirilmiş montofon olması idealdir bana göre.

Yine bana göre tek ve ari bir ırk değil, birkaç cins bir arada bulunmalıdır. Şu cinsin şu faydası, bu cinsin bu faydası şeklinde bir melezleme en sağlıklısı. Lisedeki biyoloji derslerinden homozigotlaştırma konusunu anımsamak faydalı olabilir. Hani şu akraba evlilikleri…

Tohumlama veteriner tarafından değil, ailenin ya da köyün danası tarafından doğal yolla; yani çiftleşme ile yapılmalı. “Danaya çektirilmelidir” yani.

En önemlisi ise şu: Asla mısır slajı yemeyecek hayvanlar. Besin ihtiyacını meşe dalı, yonca, saman, fiy, arpa ezmesi, taze ot, kuru bahar otu, sebze artığı ile gidermeli çünkü slaj, mutlaka ama mutlaka GDO’ludur. Bu, hayvanın sütünden size geçecektir. Ancak maalesef ülkemizdeki besicilikte mısır slajı hâlâ en önemli besinlerden biri. Belki de sırf bu yüzden, son dönemde ineklerde kanser vakaları korkutucu boyutlarda arttı. Keza kısırlık oranı da… Gencecik ineklerin kesime gittiği sonu belirsiz bir döneme geldik. Bu durum köylerde değil, besi çiftliklerinde yaşanıyor. Köylerde on üçüncü, on dördüncü yaşında doğum yapan inekler var iken bir besi çiftliğinde bu yaşta inek bulamazsınız. En fazla altı, yedi yaşında kasabı boyluyor hayvancıklar. Tehlikenin kaynağı da aslında tam burada anlaşılıyor.

Aile işletmelerinden süt almak

Aile işletmelerinden şaşmayın. Genel olarak aile işletmelerinde inekler ari ırk falan değildir. Yerli sarı, montofon, yerli kara gibi Anadolu’nun kendi inekleri vardır. Bu inekler buzağılarını kendileri emzirir. Sağımdan önce annenin iki memesi buzağıya bırakılır, o doyduktan sonra diğer iki meme ile ailenin geçimi sağlanır.

Tohumlama doğal yolla, yani dananın çiftleşmesi ile gerçekleşir. İneklerin beslenmesi ailenin kendi diktiği yonca, fiy, buğday samanı, arpa ezmesi, kırlardan biçilen bahar otu, Orman Genel Müdürlüğü izni ile kesilen meşe çalısı, zamanına göre zeytin dalı, yine zamanına göre ailenin ekip biçtiği sebzelerin köküyle, sapıyla gerçekleşir.

En önemlisi bu inekler gezer… Dağ bayır geze geze dirençli hale gelirler. Bacak ve bileklerinde iltihaplanma neredeyse hiç görülmez. Böylece antibiyotik falan da almazlar.

“Verim Maksimizasyonu” gibi şeyleri esas alan bilgisayar programları ile takip edilmez bu inekler. Öyle çok büyük bir verim endişesi yoktur ailelerde. Günde on litre, inek dilden dile anlatılan “süper” bir hayvansa on beş litre süt yeterli görülmektedir.

On beş yaşını da rahatça görür bu inekler. Bu yaşa kadar hayvanlardan sağılan süt, aile tarafından yağı ve kaymağı ile doğrudan toptancıya satılır. Su katılması falan mümkün değil, anında kontrol edilir toplama merkezlerinde süt. Her sabah, her akşam köye giren ufak toptancılar büyük fabrikalara bu sütü aktarır. Yani şu markalı sütler…? Yanıtı kendiniz vereceksiniz zaten.

Ben size tam burada tehlikeyi anlatacağım: besi çiftliği sütlerini.

Tehlikeli madde: besi çiftliği sütleri

Köyde yaşayan bir akrabanıza, evinize yardıma gelen ablaya, işyerinizde köy ile bağlantısı olan birilerine besi çiftliği sütü içip içmediklerini sorduğunuzda alacağınız yanıt “Hayır” olacaktır. Sebeplerini de eklerler büyük ihtimalle…

Çünkü bir besi çiftliğinde inekler ari ırktır. Yani hepsi bircinsten hayvanlar; “siyah beyaz” diyelim mesela. Bu bircinsten olma durumu veterinerler ve suni tohumlama yolu ile daimi olarak korunur. Suni tohumlama belli bir düzende yapılır. Bu düzende kullanılan tohumların neredeyse tümü ithal tohumlardır. Genelde Amerika ve Kanada’dan geliyor. Dişiler, buzağılar ve danalar ayrı bölümlerde tutulur. Buzağılar özel bir karışım ile dışarıda beslenir. Biberon ile beslenen bir buzağı dışarından bakınca çok sempatik gözükebilir ancak bu, o hayvan için bir kâbustan farksızdır. Danalar zaten doğdukları andan kesildikleri ana kadar kâbusun içindedir. Boyunduruğa vurulur, hormon iğneleri ile hızla kilo aldırılır ve elden çıkarılırlar.

Hayvanların beslenmesi “süt besi sığır yemi”, muhakkak mısır slajı, yonca ve saman karışımı ile gerçekleşir. Süt besi sığır yemi denen şeyi ise biraz daha açmak gerekiyor sanırım. Bunun anlamı “o dönem ucuz olan protein kaynağı ne ise…” gibi bir şey. Fırınlarda toz haline getirilmiş mezbaha kan artıklarından (sanırım şu yakınlarda bu kalem yasaklandı), ayçiçek, kanola, soya gibi bitkisel yağ fabrikalarının atıkları; küspe, mezbahadan kemik unu, balık ve tavuk çiftliği atıkları, pamuk tohumu küspesi, buğday kırması… O anda piyasada protein kaynağı olarak ne bulunabiliyorsa… Sınır yok. Yumurta kabuğu tozu bile olabilir. Sizin için zararı son derece açık. İnek, ne yerse onu süzüp süt olarak veren bir hayvancık. Bu kadar basit.

Çok koyu bir hayvansever olarak bana göre en fenası hayvanların sürekli boyunduruk altında tutulması. “Açık alanımız var” deniyorsa bilin ki o açık alan ufacık bir alandan fazlası değildir. Oraya da kolay kolay bırakmazlar zaten. Günde en az on kilometre yürüyen, bacaklarını ve ağzını en doğru ve doğal şekilde kullanan köy inekleri yanında bu hayvanlar resmen kürek mahkûmu gibi yaşarlar. Ağzının hemen altında sürekli besi yemi olan bu zavallıların fotoğraflarına pek çok yerde rastlamış olabilirsiniz. Bir dahakinde hayvanın gözlerine iyi bakın; vahameti görebileceğinizi sanıyorum.

Yürümeyen hayvanda toynak hastalıkları, eklem iltihapları, süt kanallarının tıkanması, enfekte olması, denge bozuklukları, sindirim bozuklukları gibi onlarca hastalık çıkar. O kadar çok müdahale altında kalır, o kadar çok antibiyotik tedavisi görür ki bu hayvanların çiftliğin kendi bünyesinde bir ofiste çalışan veteriner hekimi falan olur. Her sabah o iğneden bu iğneye ilaç deposuna dönerler. Çünkü bu hayvanlar dirençli falan değillerdir. En ufak mikrop çiftliğe girdiğinde hepsini kırıp geçirir. Bu nedenle dışarıya çıkartmaktan korkar işletmeciler. Mikrop girdiğinde de ne olsun artık… Hepsi doğrudan kesime…

Bilgisayarlara kurulu gelişmiş bir program ile tüm hayvanların süt verimi takip edilir ve en önemli değer de hayvanın süt verimidir. Bu endişe ile seçilen, bu endişe ile beslenen hayvanlar günde otuz – kırk litre süt verebilirler. İdeal olan o hayvanın çok yaşaması, çok buzağı vermesi falan değil. Beş buzağı verse, yedi yaşına gelse ondan iyisi yok. Sonra hayvancağız bitik hale gelmiş olur zaten, doğru kesime…

Makine sağımı

Bir de makine sağımı var. Şu hijyenik, çok sağlıklı makine sağımı. Hayvanın ödünü patlatır. Zerre de hoşuna gitmez. Doğal şekilde, bakıcısının elinin sıcaklığına, dokunuşuna alışan bir inektense makine ile sağılan bir inek sütünün besin değeri daha düşüktür. Zaten önemli olan besin değeri değil çıkan litre miktarıdır burada. Çıkan sütün yağı üzerinden alınır, mandıralara ayrıca satılır, altta kalan elenmiş sıvı da süt diye tüketiciye ulaşır.

Lütfen süt konusunu çok araştırın, çok okuyun, çok dinleyin bu iş ile ilgisi olanlardan. Ben kendince bildiğini anlatan öylesine biriyim sadece. Daha bilimsel, daha içerikli ve oturaklı bilgiyi bulabileceğiniz pek çok yazışma grubu var internette. Hepsini takip etmeye çalışın. Çiğ süt üreticileri ile süt markalarının yazıştığı, çok da düzeyli, kaliteli tartışmaların döndüğü gruplar ile karşılaşacaksınız. Katılın. Yayınları takip edin. Kendi doğrunuzu bulun mutlaka.

Tanıdığınız, bildiğiniz gerçek bir sütçü bulmanızı öneririm. Mahallenizdeki mandıranın sahibi ile iki çay ısmarlayıp yarım saat kadar sohbet etmenizi, kafanıza yatarsa onu tercih etmenizi öneririm. Evinize gelen yardımcı abladan, ne bileyim işyerinizdeki temizlik görevlisinden; köy ile bağlantısı olan dürüst birilerinden süt göndermesini isteyin. Bunlar mümkün değilse büyük markaların günlük sütlerini öneririm. O sütler Anadolu’dan toplanır, gerçek hayvanlardan gelir, besin kaybı fazla olmaz.

Ne olur çocuklarınıza gerçek süt verin…

İDEAL SÜT HANGİSİ? « Kuraldışı Dergi

Kiraz, Gül Batur ve pria beğendi.
denizakvaryumu Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 29-10-2012, 21:23   #65
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2006
Şehir: Ankara
Mesajlar: 9,099
Galeri: 25
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi MeyveliTepe Mesajı Göster
Aslında maya almanıza gerek yok. Ne yapacağınızı tarif edeyim, büyük ihtimal siz de aynı operasyonu yapabilirsiniz.

Süzme yoğurt yaparken, yoğurt suyunu bir kaba süzün, içine yarım kesme şeker atıp bir gün kadar bekletin. Yeni yoğurdunuzu bu yoğurt suyu ile mayalayın. Bu işlemi sadece bir kez yapacaksınız, sonrasında her zamanki gibi. Bu işlem sırasında yoğurdu ekşiten bakteri kayboluyor bir daha da ortaya çıkmıyor.

Yoğurt mayalarken, 55 derecedeki süte mayayı büyük tencerede iyice karıştırıp, küçük, bir porsiyonluk kaselerde dökerek mayalanmaya bırakmak da çok pratik. 10 gün önce mayalanmış küçük kasedeki yoğurdun nefaseti neredeyse bekledikçe güzelleşiyor.

Kullanılan süt ve maya miktarına bağlı olarak yoğurdun tutması 2.5 saat ile 4 saat arasında gerçekleşiyor. Maya çok kullanıldı ise erken, az kullanıldı ise daha geç gibi. Tutar tutmaz hiç bekletmeden dolaba girmeli.
Önemli bir bilgi...

denizakvaryumu Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-11-2012, 11:05   #66
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2006
Şehir: Ankara
Mesajlar: 9,099
Galeri: 25
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Dizdar:

Mine ŞenocaklıSorun damacanalarda değil; belli ki su kaynağının kendisi bulaşık. Yani sorun daha vahim. Bugün dışkı, yarın ağır metal de çıkabilir bu sularda...

Bu yüzden suyu damacanadan da, pet şişeden de, cam şişeden de değil, musluktan için... Zira hâlâ en güvenilir su musluk suyu. Musluk suyunun kalite durumunu çok net bilmiyorum. Ama iyi denetlendiğini çok iyi biliyorum. İçinde bir kirlilik söz konusu değil. Tabii evinizdeki su deponuzun temizliğine güveniyorsanız...


Mehmet Ali Önel’in sunduğu haber programı Deşifre’de, İstanbul’da satılan 55 damacana sudan 41’inin sağlığa zararlı olduğu iddia edilmiş, Sağlık Bakanlığı da olaya el koymuştu. Ancak bakanlık önceki gün sadece 5 markayı sağlıksız diye teşhir etti. Testi geçemeyen bu damacana sularda başta ‘koliform’ gibi dışkı yoluyla bulaşan bakteriler olmak üzere sağlığa zararlı çok sayıda madde var... Ama hiç kimse bakanlığın bu açıklamasından tatmin olmadı. Benim size sormak istediğim şu; bu suları içersek ne olur? Ve tabii siz bu açıklamayı tatmin edici buldunuz mu?

Birkaç gün önce yapılan analizlerde 55 örnekten 41’inde dışkı var deniliyorsa, bu açıklama hiç de inandırıcı değil. Çünkü 55 markanın içinde teknik olarak bildik büyük markaların da olması gerekiyor. Sağlık Bakanlığı belli ki bütün markaları açıklamıyor, büyük olanları gizliyor... Ben bu adı açıklanan firmaların hiçbirini duymamıştım. Bunlar lokal, küçük firmalar. Asıl pazarı tutanlar bizim marketlerden aldığımız markalar. Demek ki bakanlık diğerlerini açıklamaya çekiniyor. Ama böyle yapmakla halk sağlığını büyük riske atıyor

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “En iyi içme suyu musluk suyu” demişti. Sizce de gerçekten öyle mi? Güvenip musluktan su içelim mi?

Şebeke suyunun kalite durumunu çok net bilmiyorum. Ama iyi denetlendiğini çok iyi biliyorum. Eskiden şöyle bir sıkıntı vardı; borulardaki kaçaklar nedeniyle dışarıdan şebeke suyunun içine bazı şeyler bulaşması söz konusu olabiliyordu. Ama alt yapının bir kısmı yenilendi, yenilendikten sonra da bildiğim kadarıyla bir kirlilik söz konusu değil. Ama suyun kalitesi nedir, tadı nasıldır, o tamamen ayrı bir mesele.

Musluk suyunu toprak bir kapta birkaç saat dinlendirip öyle için!

- Musluk suyunda da çok fazla klor var ama... Bunun sağlığa bir zararı yok mu?

Klor alınması faydalı bir şey değildir elbette. Suyla ilgili doğrudan söyleyebileceğim bir çalışma yok ama klor alınmasının kanserle ilişkili olduğunu söyleyen pek çok çalışma var. O zaman yapılacak şey şudur; klor uçucudur. Yani suyu üstü açık bir kabın içinde ya da toprak bir testide, küpte dinlendirirseniz, o klor uçar.

- Testi ya da küp dediniz. Peki ya cam?

Cam olmaz.

- Neden?

Klor camdan uçmaz. Testinin özelliği, üzerinde çok küçük gözenekler var. Gaz, o gözeneklerden dışarı doğru süzülüyor. Bu aynı zamanda suyu soğuk da tutuyor. Çünkü o su dışarıya doğru buharlaşırken suyun sıcaklığını da alıyor. Dolayısıyla testideki su serindir de... Ama aynı şey camda olmaz. Çünkü camın gözenekleri yoktur. Ama cam çok iyi bir saklama kabıdır...

- Bazı uzmanlar suyun şişede saklanmasını da önermiyor. Dibinde yosun tutuyor diye... Yosun tutmuş şişeden su içilse ne olur?

Suyun berrak, kokusuz ve beklememiş olması halinde bu suyu bir kere içmekten elbette bir şey olmaz. Mesela yavaş debisi olan bir derede taş yosun tutar. O dereden su içilmemesi diye bir şey söz konusu değildir. Nitekim doğaya bakıyorsunuz, hayvanlar bu suyu içiyorlar. Bu suyu içmelerindeki ana unsur şu; hayvanlar yeterince temiz suyu, o suya kimyasal karışıp karışmadığını ayırt edebiliyorlar, hissediyorlar ve o suyu içmiyorlar. Nasıl hissettiklerini bilmiyoruz. Dolayısıyla dibinde yosun tutmuş şişeden su içmemenin mantığı ancak şu olabilir; çünkü suyun yosun tutabilmesi için canlı birtakım organik moleküllerin suyun içinde bulunuyor olması gerekir.

- Anlayamadım, açar mısınız?

Saf suyun içinde yosunun olabilmesi için birtakım moleküllere ihtiyaç var. Bunlar aminoasitler olabilir, bitki kökenli maddeler olabilir. Dolayısıyla su yosun tutmuşsa eğer saf su değildir. Yeraltından gelen sular bu özelliği göstermiyor ama göletin, derenin kenarındaki su o nedenle yosun tutar. Kafa karışmasın; bu suyu bir kere içmekle bir şey olmaz. Ama su kaynağının tamamen saf, temiz olmadığını gösterir bu.

- Hayvanlar bir suyun kimyasallı olup olmadığını ayırt edebilir dediniz. Siz tam bir çevre felaketine dönüşen Ergene konusuyla da ilgileniyorsunuz. Ergene’de hayvanlar çevredeki fabrikaların zararlı atıklarını döktükleri o suyu içiyor ve ölüyor ama...

Maalesef onlar mecburen içiyor. Çünkü başka su kaynağı yok. O suyu içmek zorundalar. O zaman da ölüyorlar...

- Ergene’de şu andaki durum ne?

Hiçbir değişiklik yok. Başbakan da bir göndermede bulundu biliyorsunuz, konunun ele alınması için. Ben Ergene’ye gitmedim. Ama Gündöndü diye Ergene’yi anlatan bir belgesel hazırladı arkadaşımız Nejla Demirci. O belgeseli izledim. Deri fabrikalarından çıkan o atık suyun köpükler halinde Ergene’yi nasıl kirlettiğini can acıtıcı görüntülerle çok açık anlatıyor orada... Önce suyun çıkış yerini, kaynağını gösteriyor. Su zeminden fokur fokur çıkıyor. Pırıl pırıl, tertemiz. Her bir tarafta kuşlar, böcekler, balıklar var... Olağanüstü bir ortam. 40 kilometre ötede ise kirlenme başlıyor. Fabrikaların atık suları olduğu gibi Ergene’ye veriliyor. Suyun renginin nasıl döndüğünü görüyorsunuz. Canlılık birden yok oluyor. Ve işin daha acı yanı, o suyla siz çevredeki tarlaları sulamak zorundasınız. Çünkü başka su kaynağı yok. Tarlayı suladığınız zaman bitkiler bundan etkilenmiyor gibi görünüyor ama bünyelerine o sudaki ağır metalleri alıyorlar. Üç ürün yetişiyor orada. Pirinç, ayçekirdeği ve buğday... Kadmiyum ve kurşun analizlerini yaptırdık. İzin verilenden 2 ila 8 kat yüksek çıktı! Bu ürün nereye gitti, kim yedi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz.

- Peki bu pirinci, buğdayı, ayçiçeğini yiyen insanlara neler oluyor?

Vücutlarında bu ağır metal birikmeye başlıyor. Ağır metal bir süre sonra normal dokunun işlevini bozar. Ne olur? Kansızlık ortaya çıkabilir, zaman içersinde vücutta birikirse toksiktir, yani zehirlidir. Kansere yol açabilir. Zaten çiftçi geliyor Trakya’dan, Ergene’den, bizim hastamız, “Hocam” diyor, “15 sığırımız geçenlerde öldü. Daha önce de 15 tane ölmüştü zaten...” On beşer, on beşer ölüyor hayvanlar... Kendisi de kanserle boğuşuyor. Biliyor musunuz, eskiden Ergene’de yüzülebiliyormuş. Yüzenlerin mayolu fotoğrafları var. Hatta askılı erkek mayolarıyla çekilmiş çok eski fotoğraflar da var. Şu anda orada bırakın yüzmeyi, hayat bitiyor. Çocuklar suya giremiyorlar. Girerlerse önce çok ciddi cilt sorunları çıkıyor ortaya. Ama tarımda bu suyu mecburen kullanmak zorundalar. Hayvanlar da bu suyu içmek zorundalar. Başka kaynak yok. Bu suyun genel öyküsü. Bunun daha da ağırı var. Fabrikalara kuyu suyu kullanmaları için müsaade veriliyormuş. Kuyu sularının kullanılması izne tabi biliyorsunuz. Kuyu açmak da izne tabi. Fabrika kuyuyu açıyor, suyu çekiyor... Ondan sonra diyorlar ki, “Atık suyu, zehirli suyu kuyuya atalım!”

- Nasıl? Böyle bir şey olabilir mi!

Evet. İnanılır gibi değil ama bunu yapıyorlar. Atık suyu kuyuya pompalamak demek, damardan vücuda zehir enjekte etmek demek. Çünkü siz yeraltı suyuna doğrudan atık suyu verirseniz, o tüm çevreye yayılıyor.



- Nasıl böyle bir şey yapabiliyorlar? Bu kadar mı kafasız, vicdansız bu insanlar?

Kafasızlıktan ziyade hırslı insanlar. Para kazanmak istiyorlar. Ergene’deki fabrikalarda fok kürkü bile işliyorlar. Rusya’dan da geliyor diyorlar, Kanada’dan da...

- Yani kafalarına sopayla vurula vurula öldürülen yavru fokların kürklerinin işlendiği fabrikalar mı var Ergene’de?

Evet. Sonuçta bu para meselesi. Zaten bütün bu tartıştığımız sudaki dışkı konusu da tümüyle parayla ilintili. Sizin ne içtiğiniz, suyun içinde ne olduğu, dışkıyla mı kirlendiği, sizin kanser olup olmayacağınız bu insanların umurunda değil... Bakın, bütün uygarlıklar su çevresinde oluşuyor. Bunun nedeni de su elzem. Su olmadan hiçbir şey yapamıyorsunuz. Ama o bölgenin de su kaynaklarının taşıyacağı bir nüfus var. O nüfusun üzerine geçerseniz, bölgenin su kaynakları yetmiyor. İstanbul genelinde baktığınızda Sultanbeyli bilinen en iyi örneklerden biridir. Su havzasıdır. O bölgeye aslında konut yapım izni yoktur. Ama bu havzaların zaman içersinde gerek rant, gerek oy kaygısıyla doldurulduğunu görüyoruz. Gökyüzünden yağan suyun toprağa geçmesi için bu havzalar gerekli. Çünkü sizin su kaynağınız gökten geliyor. Bu havzaların üstünü bir şekilde betonla örttüğünüz zaman, sizin gökten gelecek su kaynaklarınız olduğu gibi denize akıyor kanalizasyonla. Bir kere siz bu sudan faydalanamıyorsunuz. İkincisi; o bölgeyi aşırı nüfuslandırdığınız zaman bunların atık sularının bu su havzalarına olumsuz katkıları oluyor. Bu yüzden de bugün geldiğimiz noktada şebeke suyunu çoğu insan kullanmak istemiyor.

- Bizim çocukluğumuzda doğrudan musluktan içerdik suyu... Sonra yeşil şişelerde su gelmeye başlamıştı...

Etrafı hasır, ağzı mühürlü... Sakalar taşırlardı... Sonra ne oldu? İstanbul’da mahallelerde su istasyonları açılmaya başladı hatırlarsanız... Ve su istasyonları bir noktaya geldikten sonra, bir gecede geçen bir kanunla, “Sular bundan sonra kaynağında mühürlenecek” diye bir sonuca varıldı. Bütün istasyonlar bir anda yok oldular. Ve kapalı ambalajlı su endüstrisi oluştu.

- Su istasyonları daha mı iyiydi?

Uygun şartlarda, doğru çalışanlarda hiçbir sorun yoktu. Gidip bidonla suyunuzu alıyordunuz. Bu kararla onlar su bayilerine dönüştüler. Su dışarıdan birilerinin kontrolü altında doldurulup gelmeye başladı. Peki gerekçe neydi? Sular kaynağında şişelenecek, kapatılacak ve bulaşıklık olmayacaktı. “Biz bu sulara arada sırada lağım suyunun karışmasını, tankın içinde bakteri üremesini engelliyoruz” dediler. Şu an gelinen noktada 55 örneğin 41’inde bakteri var. Bu bakteri de lağımda bulunabilecek bir bakteri.

Ergene’deki durum söz konusu olabilir!

- Bu bakteri ne tür hastalıklara yol açabilir peki?

Bu bakteri aslında bütün herkesin vücudunda var. Bazıları en hafifinden ishal yapabilir. Daha ağırından da çok fazla bir şey yapmasını beklemiyorum. Burada mesele, bakteri olup da hastalık yapması değil. Mesele ironi! Yani zamanında su istasyonlarının hijyen nedeniyle kapatılması öngörülmüşken, bugün vardığımız noktada, hakikaten beş yıldızlı tesislerde kaynağında kapattığımız suların 55’inden 41’inde bakteri olması! Rakam çok çarpıcı. Yani kaynak sularının dolumunda bulaşmıyor bu bakteriler, kaynağın kendisi bulaşık halde.

- Nasıl? Ergene’de olanın benzeri burada da mı olmuştur yani?

Evet. Aynen Ergene’de olan durum. Kaynağın kendisi artık bulaşık. Yoksa oralardaki tesislerde hakikaten şişeleme sırasında, ambalajlamada suya el değmiyor. Oradan bir bulaşma yok. İkincisi; su yaz aylarında çok aşırı miktarda talep edildiği için bunlar da kaynakların arkasına ya da çevre bölgeye kuyular kazıp oradan su alıyorlar. Kuyuyu kazdığınız yerin yakınında eğer arıtma sistemi olmayan bir fabrika varsa ya da nüfus yerleşimi mevcutsa kanalizasyon ister istemez o kaynağın içine karışır. Siz su havzalarının, su elde ettiğiniz yerin yakınına yerleşim merkezi kuramazsınız, orada hayvan barındıramazsınız. Aksi takdirde bu kirlenme olur. Ve ne yaparsanız yapın o kirlenmeyi bir yere kadar arıtmanız mümkündür, tümüyle arıtamazsınız.

- Peki bugün dışkı çıktı, yarın ağır metal çıkabilir mi bu sulardan?

Tabii... Zaten sorun o. Dışkıyla başlar, yarın orada kimyasal kirlenmeye neden olabilecek bir tesis kurarsanız, bir deri fabrikası gibi, bu sefer kimyasal kirlenme söz konusu olur.

- Hoş bu suların içinde kimyasal var mı yok mu onu da bilmiyoruz...

Tabii ki bilmiyoruz. Çünkü bakterinin bakılması kimyasal testlere göre nispeten daha kolay. Bildiğim kadarıyla kimyasal test yapılmamış. Bu yüzden Ergene’deki durum bu sular için de söz konusu olabilir. Bu olasılık yüksek. Bütün su dolum tesisleri için bunun sözünü edemeyiz tabii. Yani dağın başında doldurulan suda bu olasılık daha düşüktür. Ama etrafta yerleşim birimleri olan yerlerde doldurulan su örneklerinde kimyasal kirlenme olasılığı yüksektir. Hemen burnumuzun dibinden, Zekeriyaköy’den örnek vereyim. Hep anlatılır, bir yokuş varmış, “Oradan geçerken arabaların camları dıştan buharlanıyor” diyorlar. Orada oturan arkadaşlarımız bunun nedenini sorguladıkları zaman şu sonuca ulaşıyorlar; bölgede katı atık imha merkezi var. Oraya baktığınız zaman yakınında şu anda satılan bir su var, belediyenin de işlettiği... Yine oranın yakınında İstanbul’un su kaynakları var. Siz şimdi götürüp de katı atık imha merkezini şehrin göbeğinde bir yere kurarsanız, bunun etrafa etkisinin olmayacağını asla garanti edemezsiniz.

- Ne yapacağız o zaman biz? Paramızla içecek su bulamıyoruz neredeyse...

Beri yandan bir de işin felsefi boyutu var. Tüm canlıların su doğal hakkıdır. Aslında bu suyun parayla bile satılmaması lazım. Anadolu’da lokantaya gittiğinizde size suyu şişede getirmezler, sürahide getirirler. Bu, İstanbul’a ya da büyük şehirlere özel bir durumdur. Bu işin ayrı, biraz politik olan boyutu. Biraz çevresel boyutu. Fakat esas sorun şu an suyun kirlenmesi. Aynı şey suyun bu hidroelektrik santraller nedeniyle akışının bozulmasında da yaşanacak. Bir süre sonra onların etrafında da yapılaşma başlayacak. Oradan baraj göletine bir miktar karışma başlayacak ve su kirlenecek. Longoz ormanlarını gördünüz mü? İnanılmaz bir şey, gidin görün, Istırancalar’da... Kilometrelerce suyun içinde yürüyorsunuz... Pırıl pırıl su akıyor. Ağaçlar kışın muhtemelen iki metre falan gömülüyorlar suyun içine. Buna ‘longoz’ denilirmiş. Kendine ait bir eko sistem. Şimdi siz bu suyu alıp da ihtiyaç var diye İstanbul’a pompalarsanız orayı da bozuyorsunuz, bitiriyorsunuz. Aynı şeyi Ankara da yaptı mesela. Suyu getirdikleri yerdeki dengeyi bozdular. Ama bugünkü asıl sorun kaynağı kirlettiğiniz zaman bunun çıkışı yok.

- Çözüm ne? O zaman iki şehir daha kurmayacağız herhalde biri Anadolu yakasında, diğeri Silivri yakınlarında?

Asla kaldırmaz! Bir yerin doğal kaynakları o yeri kaldırabiliyorsa yaparsınız. Ama doğal kaynaklar kaldırmıyorsa mevcut şehri dahi idame ettiremezsiniz. Yapılmaya çalışılıyor fakat bunun olabilirliği yok. Bunun suyu nereden gelecek, bunun atık suyu nereye atılacak? Bunları sorgulamak zorundasınız. Sürdürülebilirliği olmayan bir sistemi yaratıyorsunuz. Bütün sorun bu.

- O zaman özetle şu an için ne yapalım, musluk suyu mu içelim?

Normal içme suyunu kaynatın öyle için demek mümkün olmuyor. Çoğu insan evine şimdi arıtma sistemi kuruyor. Bunu da söylemek çok fazla mümkün değil. O parayı verip arıtma sistemi kurmanızın bir alemi yok. Yemek yapmak için en güveniliri musluk suyudur. Görünen o ki içmek için de hâlâ en güvenilir su musluk suyu. Tabii evinizdeki su deponuzun temizliğine güveniyorsanız... Çünkü evlerin büyük bir kısmında depo var ve ağızları açık. Temizlikleri gerektiği gibi yapılmıyor, bu da sağlık açısından büyük bir risk getiriyor...

En gvenilir su musluk suyu! | GAZETE VATAN

denizakvaryumu Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-11-2012, 11:07   #67
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2006
Şehir: Ankara
Mesajlar: 9,099
Galeri: 25
Hangi su daha güvenli? Videosu - Gıda Hareketi

İzleyin ve kararınızı verin

şehnaz beğendi.
denizakvaryumu Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 07-11-2012, 08:57   #68
Ağaç Dostu
 
şehnaz's Avatar
 
Giriş Tarihi: 22-10-2009
Şehir: izmir
Mesajlar: 152
Çarşılarda dükkan önlerinde duran su sebillerine be oldu acaba ?

şehnaz Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Cevapla


Gönderme Kuralları
Yeni konu gönderemezsiniz
Konulara yanıt veremezsiniz
Ek dosya yükleyemezsiniz
Kendi gönderilerinizi düzenleyemezsiniz

BB code Açık
Smilies Açık
[IMG] Kodu Açık
HTML Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum saati Türkiye saatine göredir. GMT +2. Şu an saat: 10:26.
(Türkiye için GMT +2 seçilmelidir.)


Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024