tumbleweed
07-06-2007, 13:25
Eskiden, benim doğduğum yerlerde (bir Anadolu şehrinin kıyısındaki mahallelerde) bahçeler farklıydı. Bahçe en az bir elli, yüz yıllık olurdu. Elli yıl en az müdahale ile yaratılan göz nuru bahçeler.
Bahçenin değeri ağaçların yaşından gelirdi, ululuğundan. Bahçenin doğallığından. Sulama dışında bir müdahale bilinmezdi, sevilmezdi. Ağaçlar doğal olarak büyür, mücadele eder, serpilir, altından bakınca tepesi gözükmeyen gizemli, saatlerce seyredilebilecek güzellikte olurdu.
Her bahçe farklıydı, her ağacın farklı olduğu gibi. Ağaçlar dikilirken herhangi bir kural gözetilmez, büyürken budanmaz, öylesine bırakıldı zamanın akışına. Ve biz küçüktük, alabildiğine esrarengizdi o bahçeler. Keşfederdik bahçelerin gizlerini.
Yaşlanmış, yarısına kadar bile çıkmaya kimsenin cesaret edemediği bir kiraza sarılmış üzümler olurdu, dev bir cevizin gölgesinde yaşamaya çalışan fideler, her bir dalı bir ağaç kadar haşmetli kaysılar, elmalar dutlar. Bahçelerin derinliği olurdu, derin bir gölgesi, serinliği, yüksekliği, tarihi, eskiliği, tenhalığı. Sizi dış dünyadan kopartıp kendi gizemine, kendi dünyasına götürürdü. Bahçeyi bahçe yapan, ağaçların yaşıydı, bahçenin özgünlüğü, ortalarında bir yerde ansızın sizi şaşırtan ıhlamur kokusunun beklenmezliği.
O yadigar ağaçlar fazla meyve vermezdi. Zaten meyvenin ticareti de yoktu o zamanlar. Mevlüt amcadan üzeri yapraklarla örtülmüş bir sepet kiraz gelirdi, uzaklarda bir yerlerde senelerdir görülmemiş bir tanıdığa bir sepet kaysı gönderilirdi şehirlerarası otobüslerde. Hepsi bu. Meyvenin toplanabileni toplanır, kalanlar kurur ağacın altına düşerdi. Eğer oturursanız o ağacın altına bir tane alır kemirirdiniz o kurudan, mevsimi geçmiş bir tad için. Ağaç yaşıyla başıyla değerliydi, meyvesinin çokluğuyla değil.
Sonraları ayrıldım oralardan. Arada bir gider oldum. O yıllar, ‘gelişmeci,’ ‘modern’ ‘ileriye gitmeci’ ‘atlamacı’ zıplamacı’ zihniyetin ülkeyi kasıp kavurduğu yıllardı. Bahçe getirdiği para kadar değerli olmuştu artık, ağaç verdiği meyve kadar. O eski bahçelerin sahipleri de birer ikişer ölüyorlardı zaten.
Yeni kuşaklar farklı bir anlayışa sahipti. Bahçe ‘istirahat’ edilecek yer değil, meyve alınacak bir işletmeydi. O yadigar, asırlık ağaçlar birer ikişer sökülmeye başlandı. Bu yeni ‘modern,’ ‘ziraii’ anlayışa göre, bahçenin boyutu, derinliği, yüksekliği, karmaşıklığı, gölgesi olmamalıydı. Ağaçlar iştimaya durmuş gibi sıra ile dikilmeli, aralarında mesafe olmalı, ‘düzen,’ ‘tertip’ önde gelmeliydi. Ağaçların altında değil, arasında yürür olmuştuk. Bahçenin bir ucundan öbür ucu gözükür olmuştu. İlginç değillerdi, tenha değil, gölge değil, bahçelerde kaybolmuyordunuz artık, sesleri perdelemiyorlardı. Ağaçların hepsi birbirine benziyordu. Hepsi bodurdu, dalları, görünümleri aynıydı ve bu bir ‘başarı’ ölçütü olmuştu.
On yıl geçti böyle. Memleketten tamamen ayrılmam gerekti. Başka bir ülkede yaşadım yedi yıl. İnternetteki gazetelerden memleketin daha da bir ‘geliştiği’ yazıyordu. Bir sabah şehirlerarası otobüsten indiğimde artık hiç tanıyamaz olmuştum bizim ‘mahalleyi’. Kavak, dışbudak gölgesinde kıvrıla kıvrıla uzanıp giden o cennet parçası sokağın yerinde dört şeritli bir yol vardı. ‘Kanaat’ bakkalı yoktu artık, ‘Süpermarket’ vardı. İki katlı ahşap evler bahçeleri ile birlikte ‘geliştirilmiş’ altı, yedi katlı beton yığınlarına dönüşmüştü. ‘Modernizm’ on iki ailenin yaşadığı o sokağa yüzlerce aileyi üst üste istifleme ‘gelişmesini’ göstermişti.
Çocukluk arkadaşımın balkonunda oturduk, eski günlerden, şeftali çaldığımız bahçelerden, ölmüş gitmiş insanlardan konuştuk. Apartmanın önünde bir arabası vardı, kiraya verdiği birkaç dairesi. ’Buralar gelişti,’ dedi, şu ‘arkadaki boş alana belediye park yapacak!’ Dönüp baktım, orada bir ceviz vardı, ‘park’ yerinden beş kat daha fazla bir alan kapatırdı dallları.
Bahçenin değeri ağaçların yaşından gelirdi, ululuğundan. Bahçenin doğallığından. Sulama dışında bir müdahale bilinmezdi, sevilmezdi. Ağaçlar doğal olarak büyür, mücadele eder, serpilir, altından bakınca tepesi gözükmeyen gizemli, saatlerce seyredilebilecek güzellikte olurdu.
Her bahçe farklıydı, her ağacın farklı olduğu gibi. Ağaçlar dikilirken herhangi bir kural gözetilmez, büyürken budanmaz, öylesine bırakıldı zamanın akışına. Ve biz küçüktük, alabildiğine esrarengizdi o bahçeler. Keşfederdik bahçelerin gizlerini.
Yaşlanmış, yarısına kadar bile çıkmaya kimsenin cesaret edemediği bir kiraza sarılmış üzümler olurdu, dev bir cevizin gölgesinde yaşamaya çalışan fideler, her bir dalı bir ağaç kadar haşmetli kaysılar, elmalar dutlar. Bahçelerin derinliği olurdu, derin bir gölgesi, serinliği, yüksekliği, tarihi, eskiliği, tenhalığı. Sizi dış dünyadan kopartıp kendi gizemine, kendi dünyasına götürürdü. Bahçeyi bahçe yapan, ağaçların yaşıydı, bahçenin özgünlüğü, ortalarında bir yerde ansızın sizi şaşırtan ıhlamur kokusunun beklenmezliği.
O yadigar ağaçlar fazla meyve vermezdi. Zaten meyvenin ticareti de yoktu o zamanlar. Mevlüt amcadan üzeri yapraklarla örtülmüş bir sepet kiraz gelirdi, uzaklarda bir yerlerde senelerdir görülmemiş bir tanıdığa bir sepet kaysı gönderilirdi şehirlerarası otobüslerde. Hepsi bu. Meyvenin toplanabileni toplanır, kalanlar kurur ağacın altına düşerdi. Eğer oturursanız o ağacın altına bir tane alır kemirirdiniz o kurudan, mevsimi geçmiş bir tad için. Ağaç yaşıyla başıyla değerliydi, meyvesinin çokluğuyla değil.
Sonraları ayrıldım oralardan. Arada bir gider oldum. O yıllar, ‘gelişmeci,’ ‘modern’ ‘ileriye gitmeci’ ‘atlamacı’ zıplamacı’ zihniyetin ülkeyi kasıp kavurduğu yıllardı. Bahçe getirdiği para kadar değerli olmuştu artık, ağaç verdiği meyve kadar. O eski bahçelerin sahipleri de birer ikişer ölüyorlardı zaten.
Yeni kuşaklar farklı bir anlayışa sahipti. Bahçe ‘istirahat’ edilecek yer değil, meyve alınacak bir işletmeydi. O yadigar, asırlık ağaçlar birer ikişer sökülmeye başlandı. Bu yeni ‘modern,’ ‘ziraii’ anlayışa göre, bahçenin boyutu, derinliği, yüksekliği, karmaşıklığı, gölgesi olmamalıydı. Ağaçlar iştimaya durmuş gibi sıra ile dikilmeli, aralarında mesafe olmalı, ‘düzen,’ ‘tertip’ önde gelmeliydi. Ağaçların altında değil, arasında yürür olmuştuk. Bahçenin bir ucundan öbür ucu gözükür olmuştu. İlginç değillerdi, tenha değil, gölge değil, bahçelerde kaybolmuyordunuz artık, sesleri perdelemiyorlardı. Ağaçların hepsi birbirine benziyordu. Hepsi bodurdu, dalları, görünümleri aynıydı ve bu bir ‘başarı’ ölçütü olmuştu.
On yıl geçti böyle. Memleketten tamamen ayrılmam gerekti. Başka bir ülkede yaşadım yedi yıl. İnternetteki gazetelerden memleketin daha da bir ‘geliştiği’ yazıyordu. Bir sabah şehirlerarası otobüsten indiğimde artık hiç tanıyamaz olmuştum bizim ‘mahalleyi’. Kavak, dışbudak gölgesinde kıvrıla kıvrıla uzanıp giden o cennet parçası sokağın yerinde dört şeritli bir yol vardı. ‘Kanaat’ bakkalı yoktu artık, ‘Süpermarket’ vardı. İki katlı ahşap evler bahçeleri ile birlikte ‘geliştirilmiş’ altı, yedi katlı beton yığınlarına dönüşmüştü. ‘Modernizm’ on iki ailenin yaşadığı o sokağa yüzlerce aileyi üst üste istifleme ‘gelişmesini’ göstermişti.
Çocukluk arkadaşımın balkonunda oturduk, eski günlerden, şeftali çaldığımız bahçelerden, ölmüş gitmiş insanlardan konuştuk. Apartmanın önünde bir arabası vardı, kiraya verdiği birkaç dairesi. ’Buralar gelişti,’ dedi, şu ‘arkadaki boş alana belediye park yapacak!’ Dönüp baktım, orada bir ceviz vardı, ‘park’ yerinden beş kat daha fazla bir alan kapatırdı dallları.