bragfor
23-10-2010, 14:30
forma yazılanları şöyle bir okudum. baktım ki meraklı, belki de büyük yatırım düşünen arkadaşların bazı şeyler etrafında dönüp dolaşıp aynı noktaya geldiğini gördüm.
size türü ne olursa olsun ağaç yetiştirmenin neden gerekli olduğunu ortaya koyan tezler sunacağım. bu bildiriyi okumadan önce kereste arz sıkıntısının nerelerde olduğunu size fotoğraflamak istiyorum.
yıl 2005:
ince çaplı odun materyali arzı 2 milyon m3, Türkiye'de sektörün ihtiyacı 8 milyon m3. aradaki 6milyon m3 arz açığı. nasıl kapatılır? işte hızlı gelişen tür plantasyonları,
özel ağaçlandırmalarla. özellikle paulownia türleri ile yapılacak plantasyonların önemi büyük çünkü bu ağaç aynı alan üzerinde kombine ürün(çoklu ürün) desenlerine müsade ediyor.kerestesi önemli özelliklere kullanım alanlarına sahip. sık dikim kısa idare süreleri ile pazarın arz açığını kapatmaya aday. çünkü orman endüstri -odun endüstrisi sektörü mısır sapı, buğday çüpü, vb. atıklarla,asıl üründen sonra tarlada kalması gereken organik maddeyi de çalarak bunları sıkıştırıp insan sağlığına zararlı kimyasallarla(en başta tutkal) bezeyip insanlığın önüne suni ahşabı dayatıyor. insanoğlu masif ahşabı haketmiyor mu? ağacı sadece odun hammaddesi olarak düşünmeyin yaprakları besleyici son derece faydalı bir hayvan yemi hammaddesi hayvanlar güvenle yiyebilir. hiç bir toksik kimyasal içermediği, zararlı alerjik polen içerrmediği için park bahçelerde son derece kullanışlı. lütfen nereye satarım diye düşünmeyin. yapraklarının atmosferi temizleyen filtreler olduğunu can damarlarımız olduğunu unutmayın. toprağı tuttuğunu erozyonu önlediğini, ulusal savunmada faydalarını unutmayın ormanların özel plantasyonların. paulownia ağaçları sürdürülebilir ekolojik çevre için çok önemli. bir tesisle aynı kütükten 80 yaşlarına kadar verimli bir şekilde gövdeler elde edilebilmesi çok önemli. bunları çağrılı bildiriden önce vermeyi belki bildiriden sıkılırsınız bunları okumazsınız diye öncelikle yazdım.
ÇAĞRILI BİLDİRİ
Division 2 Joint Conference:
Low input breeding and genetic
conservation of forest tree species
Gelecek 30 Yıl*
William J. Libby
Zobel Forestry Associates, Cary, NC., USA
(Emekli Profesör, Kaliforniya Üniv., Doğal Kaynaklar Fakültesi, Berkeley, Ca., ABD)
Özet
Bu sunuda, orman ve odun ihtiyaçlarının geleceği üzerine 3 senaryo ele alınmaktadır:
(1) Dünyadaki insan nüfusunun bugünkünden daha az olması; (2) Yaklaşık 10 milyar
dolayında seyreden durağan bir dünya nüfusu; (3) Devamlı artan bir nüfus. Şu anda
gelecekteki insan nüfusunun ne olacağını ve ayrıca gelecekte gerek duyulan odun miktarının
kişi başına ne kadar olacağını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak, sağlam gerekçeleri olan bazı
senaryolara dayanarak, gelecekteki odun ihtiyacının, günümüzde yılda üretilen 3,6 milyar
m3’lük miktarın çok daha üzerinde olacağına ilişkin tahminler yapılmaktadır.
Ayrıca, ilerdeki yıllarda genel eğilim, daha fazla miktarda alanın yaban hayatı, milli parklar
ve koruma alanları olarak ayrılacağı yönündedir. Hem bugünkü ihtiyaçlarımız için hem de
muhtemel iklim değişikliğine karşı, ikincil türleri ıslah etmemiz ve ona göre yönetmemiz
gerekmektedir. Bu yaklaşım, bu türlerin değişen koşullara devamlı adaptasyon
yapabilmelerini sağlayacaktır. Ayrıca, bu türlerin ıslah ve yönetim planlarında, hem doğal
yolla hem de yapay olarak göç edebilme olanakları dikkate alınmalıdır.
Hem odun üretiminde önemli yeri olan birincil (asli) türlerde, hem de odun üretimine katkı
yapan ikincil türlerde, önümüzdeki dönemlerde kesim yaşı (idare süresi), bugünkü durumun
tersine dönerek, daha ileri yaşlara kayabilir
Bildiride, hem ana amacı ormanlardan odun üretme olan kişi ve kurumlardan, hem de dünya
ormanlarının daha geniş bir bölümünün yaban hayatı, milli park ve koruma alanı olarak
ayrılmasını isteyen kişilerden, orman alanlarını bu her iki kullanım şekline de tahsis edilmesi
hususunda karşılıklı anlaşma ve işbirliği sağlamaları talep edilmektedir.
Anahtar kelimeler: İklim değişikliği, Gen kaynakları koruması, Ekolojik hizmetler, İdare
süresi, Odun üretimi.
* Antalya- Belekte, 9-13 Ekim 2006 tarihleri arasında yapılan IUFRO toplantısında
“çağrılı bildiri” olarak sunulmuştur. Konuşmanın Türkçe’ye Çevirisi Yardımcı Doç Dr
Nevzat Gürlevik, redüksiyonu da Prof Dr Kani Işık tarafından yapılmıştır.
Zaman
Bu konferansta önemli fikirleri tartışıyor olacağız. Bu fikirlerimiz gerçekleşse de
gerçekleşmese de, dünyanın gelecek birkaç on yılda veya gelecek yüzyılda nasıl olacağını
düşünmemiz yerinde olacaktır sanırım.
Günler ve yıllar, bizzat yaşanılabilen doğal birimlerdir. Binyıllar ise değil. Bu binyıllardan
birini beş-altı yıl önce geride bıraktık. Bu bizim kuşak için bir tesadüftü. Ve bu durum,
gelecek hakkında faydalı olabilecek bazı görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasında katalizör
etkisi yapmıştır. FAO, 1990’ların sonunda bir çalıştay toplantısı düzenledi. O çalıştaya ben
de katıldım ve bazı değerlendirmeler yaptık. Toplantıda, “gelecek binyıl”daki ilk 50 ya da 60
yıl sonunda ormanlarımızın ve odun ihtiyacımızın ne olacağı tartışıldı.
Geçmişte pek çok kez, küresel düzeyde odun sıkıntısı ve hatta odun yokluğu olacağına dair
tahminler yapılmıştır. Bu tür sıkıntılar yerel olarak yaşanmış olsa bile piyasa güçleri ve nüfus
dinamikleri, genellikle odun üretimini odun talebi ile dengeye getirmişlerdir. Böylece, dünya
insanı bu kıtlıklardan genellikle çok fazla etkilenmemiştir. Bugünkü karar-vericiler, geçmişte
yaşanan bu durumu örnek göstererek, gelecekteki ormanlar ve odun ürünleri konusunda
iyimser bir havaya girebilirler. Ancak, bu iyimserlik bizi yanlış yola götürebilir. Çünkü yakın
bir gelecekte, mevcut ormanların karşılama gücünden çok daha fazla odun ihtiyacı ve orman
alanı (ekolojik hizmet) talebi ile karşı karşıya gelebiliriz.
FAO çalıştayı, gelecekteki 50 veya daha fazla yıl için durum tespiti yapmaya odaklanırken,
gelecekteki ihtiyaçları karşılayacak ormanların kurulması bu ihtiyaçların ortaya çıkmasından
çok daha önce başarılmış olmalıdır. Dolayısıyla, konuşmamın başlığında “Gelecek 30 Yıl”
derken, 30 yıl sonrasının ormanlarının şu anda çoktan kurulmuş olması ve halihazırda
büyüyor olması gerekir.
2050 ve Ötesinde Orman ve Oduna Olan Gereksinimler – Üç Senaryo
İnsan nüfusunun gelecek yıllarda ne kadar olacağı konusu, genellikle ihmal edilen bir
konudur. Özellikle politikacılar, halka hitap ederken buna hiç değinmezler. İnsan nüfusunun
gelecekteki büyüklüğü ve bu büyüklüğe ulaşmada etkili olan koşullar, insanın kaynaklara
olan ihtiyacını ve ona ulaşılabilirliğini önemli ölçüde etkilemektedir.
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir: İnsan nüfusunun gelecekteki büyüklüğünün ne olacağı,
bu nüfusun kaynakları nasıl ve ne kadar kullanacağı üzerinde önemli belirsizlikler ve
anlaşmazlıklar vardır. FAO çalıştayında ve diğer yerlerde ele alınan bütün farklı
projeksiyonları veya benim favorimi seçip sunmaktansa, birbiriyle çelişen fakat her üçünün
de inandırıcı yönleri olan üç farklı senaryoyu ve bunların nasıl ortaya çıktığını sunacağım.
Siz de, kendi görüşlerinizi ve kendi rakamlarınızı bu senaryolardan biri veya diğeri içine
koyarak, geleceğin nasıl bir şekil alacağı konusunda öngörüde bulunabilirsiniz.
Dünyada, 1900 yılında yaklaşık 1,5 milyar insan yaşıyordu. Aynı yüzyılın ortalarına kadar
toplam nüfus yaklaşık 3 milyar oldu, ve 1999’a kadar bir kez daha katlanarak 6 milyara
ulaştı. Senaryo 1 insan nüfusundaki artışın 20. yüzyılda olduğu gibi devam edeceğini, iki kez
daha katlanarak 2099’da dünyada 24 milyar insanın yaşamakta olacağını varsaymaktadır.
Senaryo 2 toplam insan nüfusunun yakın bir gelecekte yaklaşık 4 milyara düşeceğini
belirtmektedir. Nitekim bir çok düşünür, dünyanın taşıma kapasitesinin sınırlı olduğunu;
yerkürenin, yerküreyi insanlarla birlikte paylaşan diğer canlılara ek olarak, ancak 4 milyar
insanı taşıyabileceğini belirtmektedir. Bu şaşırtıcı senaryonun dayandığı nokta, İtalya,
Almanya ve Japonya gibi ülkelerde görülen doğum oranlarındaki düşüştür ve başka bir çok
ülkedeki nüfus artışının da bu eğilime gireceğini belirtmektedir.
Senaryo 3 insan populasyonunu 2050 yılına kadar 9 -10 milyar seviyelerinde sabitleneceğini
belirtmektedir. Nüfusları halen artmakta olan kültürlerde veya politik birimlerde böyle bir
sabitlenmenin gerçekleşmesine yol açabilecek iki gelişme olmaktadır. Birincisi kadınların
eğitimi, bilgi ve yetki sahibi kılınması, ki bu önemli bir konu olmasına rağmen bu
konuşmada daha fazla işlenmeyecektir. İkincisi yaşam standartlarındaki artıştır. Ki bu, ele
aldığımız konu için oldukça önemli bir etkendir.
Günümüzde Dünya nüfusu yaklaşık 6 milyar kişidir ve bu nüfus yılda yaklaşık 3,6 milyar m3
odun tüketmektedir. Bunun anlamı, yılda kişi başına 0.6 m3 odun tüketimi var demektir.
Gelecekteki odun ihtiyacı hakkında bir öngörü yapılmak istenirse, kişi başına düşen miktarı
toplam insan nüfusu ile çarpmak gerekir. Ama, hesap, o kadar da basit değildir.
Jacques Cousteau’nun 1992’de Rio Toplantısında kaynak kullanımı üzerine yaptığı
konuşmasında da belirttiği gibi, Senaryo 1’deki 24 milyar insanın pek çoğu, muhtemelen
tıpkı fareler gibi yaşıyor olacaklardır. Fareler gibi yaşayan insanlar, o kadar fazla odun
kullanmazlar. Dolayısıyla, 21. yüzyıldaki populasyon artışı 20. yüzyıldaki gibi olursa, 2099
yılındaki odun kullanımı muhtemelen şu anki 3,6 milyar m3/yıl’dan daha az olacaktır, çünkü
etrafta kullanılabilecek fazla bir orman kalmayacaktır.
Senaryo 2’de, eğer tahmin edilen 4 milyar insanın büyük çoğunluğu bugünkü Amerikalıların
sahip olduğu yaşam standartlarına ulaşabilirse, kişi başına odun tüketimi güncel Amerikan
kişi başına kullanımı olan 2 m3/yıl’a yakın veya üzerinde olur. O takdirde, 8 milyar
m3/yıl’dan fazla oduna ihtiyaç duyulacaktır. Aradaki fark (yaklaşık 5 milyar m3/yıl) nereden
sağlanacaktır?
Pek çok ülkeden gelen veriler göstermektedir ki, yaşam standartları yükseldikçe doğum
oranları genellikle düşmüştür, ancak kişi başına düşen odun kullanımı da artmıştır. Eğer
Senaryo 3’deki gibi, kısmen de yaşam standartlarındaki artıştan dolayı dünya nüfusu yaklaşık
10 milyar insanda sabitlenirse, kişi başı ortalama 1,5 m3/yıl’lık odun kullanımı ile birlikte,
yaklaşık 15 milyar m3/yıl’lık odun hasadı gerekecektir. Bugünkü kullanılan miktar ile
karşılaştırılırsa, aradaki fark oldukça büyük bir farktır.
Odunun Alternatifleri
Diğer materyaller devamlı artarak odunun yerine geçebilirler mi? Büyümesi, üretilmesi ve
işlenmesi sırasında, odun, günümüzdeki diğer tüm alternatiflerine oranla daha az enerji
gerektirir ve dışarıya daha az zehirli kimyasal ve daha az fosil karbon salar. Eğer enerji daha
bol ve daha ucuz olursa, odunun yerine geçebilecek çok sayıda alternatif hammadde kaynağı
vardır. İşte o zaman bu alternatifler odunun yerini alabilir ve böylece kişi başına düşen odun
ihtiyacı azalır. Böyle bir durum muhtemelen hiç istenmeyen, daha sıcak ve daha zehirli bir
dünyaya yol açacaktır. Şu var ki, eldeki sağlam verilere göre gelecek yıllarda enerjinin bol ve
ucuz değil, bilakis kıt ve daha pahalı olacağı tahmin edilmektedir. Ayrıca, yenilenemeyen
doğal hammadde kaynakları gittikçe azalmakta ve tükenmektedir. Bu durumda, odun,
gittikçe artan ölçüde diğer alternatiflerin yerini alacak ve kişi başına odun kullanımı daha da
yükselecektir. Belki de biraz önce belirttiğimiz odun talebi tahminlerini de aşacaktır. Daha
çok zehir ve karbon salınmasına yol açan alternatif hammaddelerin kullanılmasının
azalmasıyla, dünyamız daha serin ve daha az zehirli olacaktır.
Doğal Ormanlar mı? Plantasyonlar mı?
Ormanların değişik kullanım alanlarına göre işletilmesine gelince; gerek küresel ölçekte
gerekse ülkeler bazında, yeterince yabanıl alanlara, milli parklara ve doğa koruma alanlarına
sahip olmadığımızı düşünüyorum. Bizler gelecekte bu doğal alanlardan, bugün olduğundan
çok daha fazlasına sahip olmalıyız. Ayrıca, şunu ısrarla vurgulamak isterim: Bu gün
yerkürede ormanlarımızın büyük bir bölümü odun üretimi için yoğun olarak işletilmektedir.
Bu işlem, bir yandan doğal ormanlardaki tür kompozisyonunun değişmesine, bir yandan da
ekonomik önemde olan türlerin kayırılmasına (ikincil türlerin elenmesine) yol açmaktadır.
Bu değişimden, yabanıl alanlar ve doğal ormanlar büyük zarar görmektedir
Bununla ilgili olarak, FAO çalıştayına katılanların üzerinde anlaştıkları tek konu, yakın bir
gelecekteki odun ihtiyacımızın daha büyük oranda, yoğun olarak (intensif) işletilen
plantasyonlardan karşılanması gerektiği konusu olmuştur. Bu kısa sunuda ben sadece şuna
işaret etmek isterim: Evet, ormanlardan odun elde edelim; ama buna ek olarak, değişik
türlerle çeşitli plantasyonlar kurarak, ormanların diğer pek çok önemli ekolojik ve ekosistem
hizmetlerini de değişik derecelerde yerine getirmelerine olanak sağlayalım.
Ya İklim Değişikliği?
Son zamanlara kadar, ilerisi hakkında plan yapma yetkisi olanların ve halkın büyük bir
bölümü bugünkü iklim koşullarının durağan olduğunu ve gelecekte de iklimin aynı şekilde
devam edeceğini varsaymış ve bunu öyle kabul etmişlerdir. Oysa bugün, bilim adamları ve
planlamacılar atmosferdeki sera gazları oranının gittikçe arttığını ve bunun da küresel
ısınmaya yol açtığını anlamışlardır. Küresel ısınmanın en ciddi etkisini deniz seviyesine
yakın ekosistemlerde göstereceği, diğer ekosistemlerde ise değişik yönlerde etkilere sahip
olacağı anlaşılmaktadır. Buna karşın, jeolojik süreçlere bakınca dünyanın genel bir soğuma
evresinde olduğu ve bunun, sera gazının yol açtığı ısınma tarafından maskelendiği veya
dengelendiği ihtimali de ortaya çıkmıştır.
Yerkürede, geçmiş 2,6 milyon yıl içerisinde buzul çağı denilen ve kısa aralıklarla tekrarlanan
çok sayıda buzul dönemi ve buna bağlı olarak iklim değişmeleri olmuştur. Şu anda ise bizler,
bir sonraki buzul çağının ilk dönemlerini yaşamamız gerekirken, onun başlamasına biraz geç
kalmış durumdayız. Geçen 4000 yıl içerisinde yerkürede olması gereken soğuma eğilimini,
bazı doğal olayların engelleyip engellemediğini, ya da bu eğilimi geriye çevirip
çevirmediğini tam olarak bilmiyoruz. Ama şunu kesin olarak biliyoruz: Yaygın
ormansızlaşma, sulak alanlarda pirinç tarımı, fosil yakıtların yakılıp tüketilmesi, çimento
üretimi, ve geniş alanların (ısıyı emen) koyu renkli maddelerle kaplanmış veya boyanmış
olması (kentler, yollar vb…) gibi insan kaynaklı (antropojenik) etkiler, dünyayı olması
gerekenden daha sıcak tutmaktadır. Bu gibi antropojenik girdilerin, gelmesi beklenen bir
sonraki buzul çağını ne derece geciktirebileceği veya önleyebileceği tam olarak
bilinmemektedir.
Geleceğe yönelik çalışmalarımızda, yerkürede görülen hem kısa-süreli ısınmayı, hem de
uzun-süreli soğumayı dikkate almak zorundayız. Şu açıktır ki; şu anda nesillerini hala devam
ettirebilen orman ağacı türleri geçmiş 2,6 milyon yılda görülen tekrarlı (soğuyup-ısınan)
iklim döngülerine dayanabilmişlerdir. Soğuk ve ılıman bölgelerde bugün hala yaşayabilen
ağaç türleri, hem göç ederek ve hem de değişen gün uzunlukları gibi çevresel uyarılara uyum
sağlayarak (adapte olarak) hayatta kalmışlardır. Bu durumda dikkate alınması gereken üç
önemli soru vardır. (1) Yerkürede insan yapısı olan kentler, çiftlikler, yollar ve değiştirilmiş
benzeri alanlar orman populasyonlarının göçünü, türlerin yok olmasına yol açacak ölçüde
engelleyebilir mi? Bu insan yapısı değiştirilmiş alanlar olmasaydı, türlerin göçü ve nesillerini
sürdürmesi daha kolay olmaz mıydı? Bu sorunun cevabı “evet” ise, bizler (yani insanoğlu)
etik açıdan, bitkilerin doğal göçünü engelleyen antropojenik (insan yapısı) engelleri
düzeltmek zorundayız. (2) İkinci soru şudur: Örneğin, 10 milyarlık insan nüfusuna odun ve
diğer orman ürün ve hizmetlerini sunabilmek için, orman ağacı türlerinin göçleri doğal
göçlerden daha hızlı, daha büyük ve daha etkin olmak durumunda mıdır? Bu soruya cevap
“belki” bile olsa, bizler (insanoğlu), bu orman göçünü nasıl hızlandıracağımız konusunda
ciddi olarak düşünmeliyiz. (3) Ormanları genetik bakımdan ıslah etme ve ormanları işletme
ile ilgili planlarımızda, ilgili ağaç türlerinin evrimini (yani, değişen koşullara uyum
yeteneklerini) destekleyecek ölçüde, bu türlerin yeterli genetik çeşitliliğe (varyasyona) sahip
olmasını sağlayabiliyor muyuz? Eğer sağlayamıyorsak, bunun sonu ne olacaktır?
İdare Süresi (Kesim Yaşı) Uzunluğu
Son yıllarda, bir yandan sermayenin hızla geri kazanılması için yapılan ekonomik baskılar,
bir yandan da oduna duyulan acil ihtiyaç nedeniyle kesim yaşının (idare süresinin)
kısaltılması yönünde bir eğilim vardır. Bu durum, önümüzdeki dönemlerde değişebilir.
Çelik, alüminyum, tuğla ve çimento gibi maddelerin üretimi, çok yüksek enerji harcandığı
için, gelecek yıllarda daha pahalı olacaktır. Bunların yerine, özellikle inşaat işlerinde odun
kullanılacaktır. Ancak bu amaçlara uyan kaliteli odun, genç ağaçlardan değil, kesim yaşı
(idare müddeti) daha ileri yaşlarda olan, yaşlı ağaçlardan elde edilebilir. Sunta, yonga levha
ve benzeri parça-bileşimli odun, son yarım yüzyılda önemli ölçüde kullanılmaktaydı. Ancak,
son yıllarda yükselen enerji maliyetleri nedeniyle, parça-bileşimli odun yerine, daha az enerji
gerektiren doğal odunun tercih edilmesi eğilimi görülebilir. Wink Sutton tarafından önerilen
bir senaryoya göre, yüksek kaliteli odunun çoğu öncelikle masif odun (yani bütün parça, ya
da inşaat odunu) olarak kullanılacaktır. Geri kalan odunun bir kısmı enerji üretmek için
elektrik santrallerinde, bir kısmı da ligno-kimya endüstrisinde, plastik ve benzeri
petrokimyasalların yerine geçerek şekilde hammadde olarak kullanılacaktır (dünya çapında
enerji maliyetleri yükseldikçe, kağıt üretiminde, yiyecek pişirmede ve ısınmada kullanılan
oduna olan talep, muhtemelen aynen devam edecek, hatta artacaktır. Bu tip odun
muhtemelen aralama kesimlerinden, kesim sırasında ortaya çıkan atıklardan, düşük kaliteli
plantasyonlardan veya doğal ormanlardan, ağacı tamamı kullanılarak ve hızar atölyesi
artıklarından sağlanacaktır).
Eğer “karbon kredileri” yaygınlaşır ve güven verici şekilde kullanılabilirse, bu krediler,
orman işletmeciliğinde başlıca iki ana seçeneğin gelişmesini sağlayacaktır. (1) Karbon
kredileri mevcut plantasyonlarda ve doğal ormanlarda idare sürelerinin (kesim yaşının)
uzamasını sağlayacaktır. Karbon kredisi, uzun idare süresini ekonomik olarak
ödüllendirmekle, beklenmedik faydalı etkiler ortaya çıkarabilir. Örneğin, plantasyonlar, hasat
yaşına kadar arazide daha uzun süre kalacak ve böylece (erken yaşlarda kesilmediği için)
ağaçların verimliliği artacaktır. Ayrıca, plantasyon veya doğal ormanlardan, daha ileri
yaşlarda hasat edilen odunun kalitesi ve dolayısıyla değeri artacaktır. (2) Karbon kredisi
ayrıca şu anda orman olmayan arazilerde yeni ormanların ve plantasyonların kurulmasını
özendirebilir. Bu seçenek işletmecinin orta-yaş dönemi bakım çalışmalarında harcayacağı
(gübreleme, aralama ve budama gibi hem verimliliği hem de odun kalitesini arttırıcı etki
yapan) erken para akışı sağlayacaktır.
İkincil Türlerin Yeri
İkincil türlerin, tanımları gereği, geniş alanlarda plantasyonlar kurmak için kullanılmaları
muhtemel görünmüyor. Bu konferansta bu türlerin ıslahına ya da onların adaptasyonuna
yönelik birçok sunu dinleyeceksiniz. Ayrıca bu türlerin insan ihtiyaçlarını karşılamada ve
çeşitli ekosistem fonksiyonlarını yerine getirmede önemlerini arttırmaya yönelik birçok güzel
görüşler dinleyeceksiniz. Burada, ben sadece onların genetik kaynak olarak korunması
üzerine iki stratejiyi ve onların önemi ve yönetimi üzerinde bazı düşünceleri sunacağım.
Koruma stratejilerinden biri ex-situ korumadır. Bu koruma şekli, basit ya da ileri teknolojiler
kullanılarak gerçekleştirilebilir. Örneğin, gen kaynakları tohum bankaları ve özel kurulmuş
klon plantasyonları aracılığıyla ex-situ korunabildiği gibi, dondurulmuş dokular ve/veya
DNA molekülleri saklanarak da korunabilir. Bu seçeneklerden her birinin maliyeti farklıdır
ve her biri, dikkatli ve sürekli kayıt tutma, bakım ve yönetim işlemleri gerektirir. Bu
seçenekler, öncelikle önemli populasyonlarını kaybetmek üzere olan veya yok olma
tehlikesiyle yüz yüze olan türler için kullanılır. Ex-situ yöntemlerde karşılaşılan başlıca
sorunlardan biri, saklandığı süre içinde evrimin ve özellikle de değişen koşullara
adaptasyonun sağlanamamasıdır.
Yabanıl alanlar, milli parklar ve özel doğa koruma alanları, ikincil derecedeki türlerin in-situ
korunması için en uygun ve en başarı vaat eden alanlardır. Ayrıca, entansif (teknik ve yoğun)
bir şekilde işletilen ormanlarda pek çok ikincil tür bulunur ve bunların bazıları bu
ormanlardan yapılan odun üretimine de katkı yaparlar. İkincil türlerin sayısı birincil türlerin
sayısından çok daha fazladır ve yakın bir gelecekte, entansif işletilen plantasyonlarda bu
türler birincil türlerden daha fazla alan kaplayacaklardır. Dolayısıyla, ikincil türlerin, yoğun
olarak işletilen ormanlarda, doğa koruma alanlarında, milli parklarda ve yaban alanlarında
ormanların sağladığı ekosistem hizmetleri açısından çok önemli görevleri ve rolleri vardır.
Bu türler üzerinde genetik ıslah çalışmaları yaparken, onları işletilirken veya onlar hakkında
genetik koruma çalışmaları yaparken, onların sağladığı ekolojik hizmetleri de daima akılda
tutmalıyız. Muhtemel küresel iklim değişikliği de dikkate alınınca, bu ikinci türlerin doğal
göç koşulları ve gerekirse insan destekli göç koşulları da sağlanmalıdır.
Çatışma ya da İşbirliği: Odun Üretimine Yönelik Genetik Islah mı Yoksa Koruma mı?
Bu konferansta bulunan araştırmacılara bir göz atarsak, üç grup insan görürüz: Bir kısmımız,
yoğun olarak işletilen plantasyonlarla ilgilenmekte, bir veya daha fazla sayıda birincil orman
ağacı türünü, odun üretimi için etkin bir şekilde ıslah edip yetiştirmektedir. Başka bir
kısmımız, ikincil türlerin korunması ve/veya ıslahı ile ilgilenmektedir. Bazılarımız da, aynı
anda hem birincil hem de ikincil türleri içeren programlarla uğraşmaktadır. Yakın geçmişte,
çoğu kez, hem odun üretimi yapmayı hem de genetik kaynak korumasını birlikte ele alıp
yürütemedik. Çoğu kez uygulamada, bu iki yaklaşım arasında çatışmalar ortaya çıktı.
Kuşkusuz, hepimiz açısından bu iyi bir strateji değildi. Bu gün daha iyi ve sağlıklı bir
stratejiye ihtiyacımız vardır.
Bu stratejilere bir örnek olarak Yeni Zelanda Orman Anlaşması gösterilebilir. Bu ülkede,
ormanlardan odun üretimi yapılmasına öncelik veren insanlar (işletmeciler) olduğu gibi,
ormanların sadece ekolojik hizmetler için kullanılmasına öncelik veren insanlar (çevreciler)
vardır. Bu iki grubun birbirlerine karşı çatışma içinde olmaları her iki tarafın da boşu boşuna
enerji harcamalarına neden olmaktaydı. Yapılan anlaşmaya göre, bu her iki grup insan, ortak
bir noktada anlaşmışlardır. Buna göre, orman alanlarının bir bölümü koruma amaçlı, bir
bölümü de entansif odun üretimi amaçlı olarak yönetilecektir. İşletmeciler ve çevreciler, bu
ortak çerçeve içinde birbirlerini desteklemektedir, veya en azından anlaşmaya sadık kalındığı
sürece birbirlerine karşı gelmemektedirler. Yeni Zelanda Orman Anlaşmasında, eksik olan
şey, odun üretiminin çok geniş alanlarda yaygın bir şekilde yapılamamasıdır. Ki, dünya
ormanlarının büyük bir bölümünde de bu durum gözlenir.
Yeni Zelanda örneğine benzeyen ve daha geniş kapsamlı bir oluşum, henüz geniş oranda
yaygın olmamakla birlikte, 20. yüzyılın son on yılı içinde, ABD’nin Maine eyaletinde de
uygulanmaya başlanmıştır.
Odun ve benzeri maddelerin üretimi için, üç tip arazi kullanımı söz konusu olmaktadır. (1)
yüksek seviyede odun üretiminin gerçekleştiği ve entansif (yoğun) olarak işletilen plantasyon
ekosistemleri, (2) Mütevazi miktarda odun üretimi gerçekleşirken, çeşitli ekolojik değerlerin
de dikkatlice korunduğu, yaygın (extansif) alanda işletilen ve değişik derecelerde
değiştirilmiş ekosistemler, ve (3) Hiç odun üretimi yapılmayan ve devamlı korunan
ekosistemler. Doğal ormanların plantasyonlara dönüştürülmesi sırasında biyoçeşitliliğin
kaybolması söz konusu olduğu için, çevrecilerin çoğu plantasyon ekosistemlerine pek taraftar
olmazlar. Yukarıdaki ikinci arazi kullanım tipi, belli miktardaki odunun geniş alanlara
yayılan arazide derlenip toparlanmasını gerektirir. Ancak bazı durumlarda, geniş ve yaygın
alanlardan bu şekilde odun üretmek yerine, plantasyon ekosistemlerindeki entansif üretim
uygulaması daha mantıklıdır. Böylece daha fazla arazi yaban alanına, milli parklara ve
koruma alanlarına ayrılabilir.
Bu üçlü uygulamaya Maine ormanları iyi bir örnek teşkil eder. 1990’a kadar Maine orman
alanlarının yalnızca % 2’si doğal orman (yaban alanı, milli park ve koruma alanı) olarak
ayrılmıştı. Yaklaşık %92’si yaygın alanda odun üretimi için, geri kalan % 6’sı da plantasyon
ormanları için kullanılmaktaydı. Maine’deki plantasyonlardan, yaygın alanda işletilen
ormanlara kıyasla, yıllık olarak hektarda yaklaşık üç kat daha fazla odun üretilmektedir.
Dolayısıyla, odun üretiminde net bir kayıp olmadan, yaygın alan işletmeciliğinden entansif
(yoğun) işletmeciliğe (yani plantasyonlara) dönüştürülen her bir hektar orman için, 2 hektar
orman, yaban alanlarına, milli parklara ve koruma alanlarına ayrılabilir. Bu durum dikkate
alınınca, Maine Eyaleti ormanlarının yaban alanları, milli park ve koruma alanları oranını
%2’den % 10’a çıkarmak mümkündür. Koruma amacına tahsisi yapılacak olan bu % 8’lik
kısım, yaygın işletilen orman alanlarından alınır. Alınan bu % 8’lik kısımda üretilen odun
miktarını telafi etmek için de yaygın işletilen ormanlardan % 4’lük bir kısım, plantasyon
ormanı (yoğun) işletmesine tahsis edilebilir. Böylece, odun üretiminde hiçbir kayıp olmadan,
koruma alanları %2’den % 10’a ve plantasyon alanları % 6’dan % 10’a çıkarılmakta; yaygın
işletilen orman alanları ise % 92’den %80’e inmektedir (Ayrıca, yaygın işletilen Maine
ormanlarının % 2’lik bir kısmının daha entansif (yoğun) plantasyon ormancılığına tahsisi ile,
Maine artık net odun ithalatçısı olmayacak, yeterli ormanı olmayan bölgelere, yeniden net
odun ihracatı yapar hale gelecektir).
Sonuç olarak, şunu belirtebilirim: Orman alanları ile ilgili olarak 21. yüzyılda iki grup
görüyoruz. Bunlardan birisi arazide yoğun odun üretimi isteyen kuruluşlar; diğeri de çevreci
kuruluşlardır. Bu iki grup, şu konularda etkin ve verimli olabilirler. (1) Anlaşabilecekleri
ortak noktaları bulmalıdırlar; (2) Maine triosu (üçlüsü) örneğinde olduğu gibi, orman
alanlarını, mantıklı bir şekilde, uygun işletme şekillerine tahsis etmelidirler; (3) Birbirini
tamamlayan bu çabalarında birbirlerini karşılıklı bir anlayış içinde desteklemelidirler; (4) 20.
yüzyılın sonunda sıklıkla görülen, ayrıca zaman ve para kaybına yol açan entelektüel ve
fiziksel nitelikli kavgalardan kaçınmalıdırlar.
Antalya’da, böyle karşılıklı destek için ortak bir taban bulacağımızı öneriyor ve umut
ediyorum.
size türü ne olursa olsun ağaç yetiştirmenin neden gerekli olduğunu ortaya koyan tezler sunacağım. bu bildiriyi okumadan önce kereste arz sıkıntısının nerelerde olduğunu size fotoğraflamak istiyorum.
yıl 2005:
ince çaplı odun materyali arzı 2 milyon m3, Türkiye'de sektörün ihtiyacı 8 milyon m3. aradaki 6milyon m3 arz açığı. nasıl kapatılır? işte hızlı gelişen tür plantasyonları,
özel ağaçlandırmalarla. özellikle paulownia türleri ile yapılacak plantasyonların önemi büyük çünkü bu ağaç aynı alan üzerinde kombine ürün(çoklu ürün) desenlerine müsade ediyor.kerestesi önemli özelliklere kullanım alanlarına sahip. sık dikim kısa idare süreleri ile pazarın arz açığını kapatmaya aday. çünkü orman endüstri -odun endüstrisi sektörü mısır sapı, buğday çüpü, vb. atıklarla,asıl üründen sonra tarlada kalması gereken organik maddeyi de çalarak bunları sıkıştırıp insan sağlığına zararlı kimyasallarla(en başta tutkal) bezeyip insanlığın önüne suni ahşabı dayatıyor. insanoğlu masif ahşabı haketmiyor mu? ağacı sadece odun hammaddesi olarak düşünmeyin yaprakları besleyici son derece faydalı bir hayvan yemi hammaddesi hayvanlar güvenle yiyebilir. hiç bir toksik kimyasal içermediği, zararlı alerjik polen içerrmediği için park bahçelerde son derece kullanışlı. lütfen nereye satarım diye düşünmeyin. yapraklarının atmosferi temizleyen filtreler olduğunu can damarlarımız olduğunu unutmayın. toprağı tuttuğunu erozyonu önlediğini, ulusal savunmada faydalarını unutmayın ormanların özel plantasyonların. paulownia ağaçları sürdürülebilir ekolojik çevre için çok önemli. bir tesisle aynı kütükten 80 yaşlarına kadar verimli bir şekilde gövdeler elde edilebilmesi çok önemli. bunları çağrılı bildiriden önce vermeyi belki bildiriden sıkılırsınız bunları okumazsınız diye öncelikle yazdım.
ÇAĞRILI BİLDİRİ
Division 2 Joint Conference:
Low input breeding and genetic
conservation of forest tree species
Gelecek 30 Yıl*
William J. Libby
Zobel Forestry Associates, Cary, NC., USA
(Emekli Profesör, Kaliforniya Üniv., Doğal Kaynaklar Fakültesi, Berkeley, Ca., ABD)
Özet
Bu sunuda, orman ve odun ihtiyaçlarının geleceği üzerine 3 senaryo ele alınmaktadır:
(1) Dünyadaki insan nüfusunun bugünkünden daha az olması; (2) Yaklaşık 10 milyar
dolayında seyreden durağan bir dünya nüfusu; (3) Devamlı artan bir nüfus. Şu anda
gelecekteki insan nüfusunun ne olacağını ve ayrıca gelecekte gerek duyulan odun miktarının
kişi başına ne kadar olacağını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak, sağlam gerekçeleri olan bazı
senaryolara dayanarak, gelecekteki odun ihtiyacının, günümüzde yılda üretilen 3,6 milyar
m3’lük miktarın çok daha üzerinde olacağına ilişkin tahminler yapılmaktadır.
Ayrıca, ilerdeki yıllarda genel eğilim, daha fazla miktarda alanın yaban hayatı, milli parklar
ve koruma alanları olarak ayrılacağı yönündedir. Hem bugünkü ihtiyaçlarımız için hem de
muhtemel iklim değişikliğine karşı, ikincil türleri ıslah etmemiz ve ona göre yönetmemiz
gerekmektedir. Bu yaklaşım, bu türlerin değişen koşullara devamlı adaptasyon
yapabilmelerini sağlayacaktır. Ayrıca, bu türlerin ıslah ve yönetim planlarında, hem doğal
yolla hem de yapay olarak göç edebilme olanakları dikkate alınmalıdır.
Hem odun üretiminde önemli yeri olan birincil (asli) türlerde, hem de odun üretimine katkı
yapan ikincil türlerde, önümüzdeki dönemlerde kesim yaşı (idare süresi), bugünkü durumun
tersine dönerek, daha ileri yaşlara kayabilir
Bildiride, hem ana amacı ormanlardan odun üretme olan kişi ve kurumlardan, hem de dünya
ormanlarının daha geniş bir bölümünün yaban hayatı, milli park ve koruma alanı olarak
ayrılmasını isteyen kişilerden, orman alanlarını bu her iki kullanım şekline de tahsis edilmesi
hususunda karşılıklı anlaşma ve işbirliği sağlamaları talep edilmektedir.
Anahtar kelimeler: İklim değişikliği, Gen kaynakları koruması, Ekolojik hizmetler, İdare
süresi, Odun üretimi.
* Antalya- Belekte, 9-13 Ekim 2006 tarihleri arasında yapılan IUFRO toplantısında
“çağrılı bildiri” olarak sunulmuştur. Konuşmanın Türkçe’ye Çevirisi Yardımcı Doç Dr
Nevzat Gürlevik, redüksiyonu da Prof Dr Kani Işık tarafından yapılmıştır.
Zaman
Bu konferansta önemli fikirleri tartışıyor olacağız. Bu fikirlerimiz gerçekleşse de
gerçekleşmese de, dünyanın gelecek birkaç on yılda veya gelecek yüzyılda nasıl olacağını
düşünmemiz yerinde olacaktır sanırım.
Günler ve yıllar, bizzat yaşanılabilen doğal birimlerdir. Binyıllar ise değil. Bu binyıllardan
birini beş-altı yıl önce geride bıraktık. Bu bizim kuşak için bir tesadüftü. Ve bu durum,
gelecek hakkında faydalı olabilecek bazı görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasında katalizör
etkisi yapmıştır. FAO, 1990’ların sonunda bir çalıştay toplantısı düzenledi. O çalıştaya ben
de katıldım ve bazı değerlendirmeler yaptık. Toplantıda, “gelecek binyıl”daki ilk 50 ya da 60
yıl sonunda ormanlarımızın ve odun ihtiyacımızın ne olacağı tartışıldı.
Geçmişte pek çok kez, küresel düzeyde odun sıkıntısı ve hatta odun yokluğu olacağına dair
tahminler yapılmıştır. Bu tür sıkıntılar yerel olarak yaşanmış olsa bile piyasa güçleri ve nüfus
dinamikleri, genellikle odun üretimini odun talebi ile dengeye getirmişlerdir. Böylece, dünya
insanı bu kıtlıklardan genellikle çok fazla etkilenmemiştir. Bugünkü karar-vericiler, geçmişte
yaşanan bu durumu örnek göstererek, gelecekteki ormanlar ve odun ürünleri konusunda
iyimser bir havaya girebilirler. Ancak, bu iyimserlik bizi yanlış yola götürebilir. Çünkü yakın
bir gelecekte, mevcut ormanların karşılama gücünden çok daha fazla odun ihtiyacı ve orman
alanı (ekolojik hizmet) talebi ile karşı karşıya gelebiliriz.
FAO çalıştayı, gelecekteki 50 veya daha fazla yıl için durum tespiti yapmaya odaklanırken,
gelecekteki ihtiyaçları karşılayacak ormanların kurulması bu ihtiyaçların ortaya çıkmasından
çok daha önce başarılmış olmalıdır. Dolayısıyla, konuşmamın başlığında “Gelecek 30 Yıl”
derken, 30 yıl sonrasının ormanlarının şu anda çoktan kurulmuş olması ve halihazırda
büyüyor olması gerekir.
2050 ve Ötesinde Orman ve Oduna Olan Gereksinimler – Üç Senaryo
İnsan nüfusunun gelecek yıllarda ne kadar olacağı konusu, genellikle ihmal edilen bir
konudur. Özellikle politikacılar, halka hitap ederken buna hiç değinmezler. İnsan nüfusunun
gelecekteki büyüklüğü ve bu büyüklüğe ulaşmada etkili olan koşullar, insanın kaynaklara
olan ihtiyacını ve ona ulaşılabilirliğini önemli ölçüde etkilemektedir.
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir: İnsan nüfusunun gelecekteki büyüklüğünün ne olacağı,
bu nüfusun kaynakları nasıl ve ne kadar kullanacağı üzerinde önemli belirsizlikler ve
anlaşmazlıklar vardır. FAO çalıştayında ve diğer yerlerde ele alınan bütün farklı
projeksiyonları veya benim favorimi seçip sunmaktansa, birbiriyle çelişen fakat her üçünün
de inandırıcı yönleri olan üç farklı senaryoyu ve bunların nasıl ortaya çıktığını sunacağım.
Siz de, kendi görüşlerinizi ve kendi rakamlarınızı bu senaryolardan biri veya diğeri içine
koyarak, geleceğin nasıl bir şekil alacağı konusunda öngörüde bulunabilirsiniz.
Dünyada, 1900 yılında yaklaşık 1,5 milyar insan yaşıyordu. Aynı yüzyılın ortalarına kadar
toplam nüfus yaklaşık 3 milyar oldu, ve 1999’a kadar bir kez daha katlanarak 6 milyara
ulaştı. Senaryo 1 insan nüfusundaki artışın 20. yüzyılda olduğu gibi devam edeceğini, iki kez
daha katlanarak 2099’da dünyada 24 milyar insanın yaşamakta olacağını varsaymaktadır.
Senaryo 2 toplam insan nüfusunun yakın bir gelecekte yaklaşık 4 milyara düşeceğini
belirtmektedir. Nitekim bir çok düşünür, dünyanın taşıma kapasitesinin sınırlı olduğunu;
yerkürenin, yerküreyi insanlarla birlikte paylaşan diğer canlılara ek olarak, ancak 4 milyar
insanı taşıyabileceğini belirtmektedir. Bu şaşırtıcı senaryonun dayandığı nokta, İtalya,
Almanya ve Japonya gibi ülkelerde görülen doğum oranlarındaki düşüştür ve başka bir çok
ülkedeki nüfus artışının da bu eğilime gireceğini belirtmektedir.
Senaryo 3 insan populasyonunu 2050 yılına kadar 9 -10 milyar seviyelerinde sabitleneceğini
belirtmektedir. Nüfusları halen artmakta olan kültürlerde veya politik birimlerde böyle bir
sabitlenmenin gerçekleşmesine yol açabilecek iki gelişme olmaktadır. Birincisi kadınların
eğitimi, bilgi ve yetki sahibi kılınması, ki bu önemli bir konu olmasına rağmen bu
konuşmada daha fazla işlenmeyecektir. İkincisi yaşam standartlarındaki artıştır. Ki bu, ele
aldığımız konu için oldukça önemli bir etkendir.
Günümüzde Dünya nüfusu yaklaşık 6 milyar kişidir ve bu nüfus yılda yaklaşık 3,6 milyar m3
odun tüketmektedir. Bunun anlamı, yılda kişi başına 0.6 m3 odun tüketimi var demektir.
Gelecekteki odun ihtiyacı hakkında bir öngörü yapılmak istenirse, kişi başına düşen miktarı
toplam insan nüfusu ile çarpmak gerekir. Ama, hesap, o kadar da basit değildir.
Jacques Cousteau’nun 1992’de Rio Toplantısında kaynak kullanımı üzerine yaptığı
konuşmasında da belirttiği gibi, Senaryo 1’deki 24 milyar insanın pek çoğu, muhtemelen
tıpkı fareler gibi yaşıyor olacaklardır. Fareler gibi yaşayan insanlar, o kadar fazla odun
kullanmazlar. Dolayısıyla, 21. yüzyıldaki populasyon artışı 20. yüzyıldaki gibi olursa, 2099
yılındaki odun kullanımı muhtemelen şu anki 3,6 milyar m3/yıl’dan daha az olacaktır, çünkü
etrafta kullanılabilecek fazla bir orman kalmayacaktır.
Senaryo 2’de, eğer tahmin edilen 4 milyar insanın büyük çoğunluğu bugünkü Amerikalıların
sahip olduğu yaşam standartlarına ulaşabilirse, kişi başına odun tüketimi güncel Amerikan
kişi başına kullanımı olan 2 m3/yıl’a yakın veya üzerinde olur. O takdirde, 8 milyar
m3/yıl’dan fazla oduna ihtiyaç duyulacaktır. Aradaki fark (yaklaşık 5 milyar m3/yıl) nereden
sağlanacaktır?
Pek çok ülkeden gelen veriler göstermektedir ki, yaşam standartları yükseldikçe doğum
oranları genellikle düşmüştür, ancak kişi başına düşen odun kullanımı da artmıştır. Eğer
Senaryo 3’deki gibi, kısmen de yaşam standartlarındaki artıştan dolayı dünya nüfusu yaklaşık
10 milyar insanda sabitlenirse, kişi başı ortalama 1,5 m3/yıl’lık odun kullanımı ile birlikte,
yaklaşık 15 milyar m3/yıl’lık odun hasadı gerekecektir. Bugünkü kullanılan miktar ile
karşılaştırılırsa, aradaki fark oldukça büyük bir farktır.
Odunun Alternatifleri
Diğer materyaller devamlı artarak odunun yerine geçebilirler mi? Büyümesi, üretilmesi ve
işlenmesi sırasında, odun, günümüzdeki diğer tüm alternatiflerine oranla daha az enerji
gerektirir ve dışarıya daha az zehirli kimyasal ve daha az fosil karbon salar. Eğer enerji daha
bol ve daha ucuz olursa, odunun yerine geçebilecek çok sayıda alternatif hammadde kaynağı
vardır. İşte o zaman bu alternatifler odunun yerini alabilir ve böylece kişi başına düşen odun
ihtiyacı azalır. Böyle bir durum muhtemelen hiç istenmeyen, daha sıcak ve daha zehirli bir
dünyaya yol açacaktır. Şu var ki, eldeki sağlam verilere göre gelecek yıllarda enerjinin bol ve
ucuz değil, bilakis kıt ve daha pahalı olacağı tahmin edilmektedir. Ayrıca, yenilenemeyen
doğal hammadde kaynakları gittikçe azalmakta ve tükenmektedir. Bu durumda, odun,
gittikçe artan ölçüde diğer alternatiflerin yerini alacak ve kişi başına odun kullanımı daha da
yükselecektir. Belki de biraz önce belirttiğimiz odun talebi tahminlerini de aşacaktır. Daha
çok zehir ve karbon salınmasına yol açan alternatif hammaddelerin kullanılmasının
azalmasıyla, dünyamız daha serin ve daha az zehirli olacaktır.
Doğal Ormanlar mı? Plantasyonlar mı?
Ormanların değişik kullanım alanlarına göre işletilmesine gelince; gerek küresel ölçekte
gerekse ülkeler bazında, yeterince yabanıl alanlara, milli parklara ve doğa koruma alanlarına
sahip olmadığımızı düşünüyorum. Bizler gelecekte bu doğal alanlardan, bugün olduğundan
çok daha fazlasına sahip olmalıyız. Ayrıca, şunu ısrarla vurgulamak isterim: Bu gün
yerkürede ormanlarımızın büyük bir bölümü odun üretimi için yoğun olarak işletilmektedir.
Bu işlem, bir yandan doğal ormanlardaki tür kompozisyonunun değişmesine, bir yandan da
ekonomik önemde olan türlerin kayırılmasına (ikincil türlerin elenmesine) yol açmaktadır.
Bu değişimden, yabanıl alanlar ve doğal ormanlar büyük zarar görmektedir
Bununla ilgili olarak, FAO çalıştayına katılanların üzerinde anlaştıkları tek konu, yakın bir
gelecekteki odun ihtiyacımızın daha büyük oranda, yoğun olarak (intensif) işletilen
plantasyonlardan karşılanması gerektiği konusu olmuştur. Bu kısa sunuda ben sadece şuna
işaret etmek isterim: Evet, ormanlardan odun elde edelim; ama buna ek olarak, değişik
türlerle çeşitli plantasyonlar kurarak, ormanların diğer pek çok önemli ekolojik ve ekosistem
hizmetlerini de değişik derecelerde yerine getirmelerine olanak sağlayalım.
Ya İklim Değişikliği?
Son zamanlara kadar, ilerisi hakkında plan yapma yetkisi olanların ve halkın büyük bir
bölümü bugünkü iklim koşullarının durağan olduğunu ve gelecekte de iklimin aynı şekilde
devam edeceğini varsaymış ve bunu öyle kabul etmişlerdir. Oysa bugün, bilim adamları ve
planlamacılar atmosferdeki sera gazları oranının gittikçe arttığını ve bunun da küresel
ısınmaya yol açtığını anlamışlardır. Küresel ısınmanın en ciddi etkisini deniz seviyesine
yakın ekosistemlerde göstereceği, diğer ekosistemlerde ise değişik yönlerde etkilere sahip
olacağı anlaşılmaktadır. Buna karşın, jeolojik süreçlere bakınca dünyanın genel bir soğuma
evresinde olduğu ve bunun, sera gazının yol açtığı ısınma tarafından maskelendiği veya
dengelendiği ihtimali de ortaya çıkmıştır.
Yerkürede, geçmiş 2,6 milyon yıl içerisinde buzul çağı denilen ve kısa aralıklarla tekrarlanan
çok sayıda buzul dönemi ve buna bağlı olarak iklim değişmeleri olmuştur. Şu anda ise bizler,
bir sonraki buzul çağının ilk dönemlerini yaşamamız gerekirken, onun başlamasına biraz geç
kalmış durumdayız. Geçen 4000 yıl içerisinde yerkürede olması gereken soğuma eğilimini,
bazı doğal olayların engelleyip engellemediğini, ya da bu eğilimi geriye çevirip
çevirmediğini tam olarak bilmiyoruz. Ama şunu kesin olarak biliyoruz: Yaygın
ormansızlaşma, sulak alanlarda pirinç tarımı, fosil yakıtların yakılıp tüketilmesi, çimento
üretimi, ve geniş alanların (ısıyı emen) koyu renkli maddelerle kaplanmış veya boyanmış
olması (kentler, yollar vb…) gibi insan kaynaklı (antropojenik) etkiler, dünyayı olması
gerekenden daha sıcak tutmaktadır. Bu gibi antropojenik girdilerin, gelmesi beklenen bir
sonraki buzul çağını ne derece geciktirebileceği veya önleyebileceği tam olarak
bilinmemektedir.
Geleceğe yönelik çalışmalarımızda, yerkürede görülen hem kısa-süreli ısınmayı, hem de
uzun-süreli soğumayı dikkate almak zorundayız. Şu açıktır ki; şu anda nesillerini hala devam
ettirebilen orman ağacı türleri geçmiş 2,6 milyon yılda görülen tekrarlı (soğuyup-ısınan)
iklim döngülerine dayanabilmişlerdir. Soğuk ve ılıman bölgelerde bugün hala yaşayabilen
ağaç türleri, hem göç ederek ve hem de değişen gün uzunlukları gibi çevresel uyarılara uyum
sağlayarak (adapte olarak) hayatta kalmışlardır. Bu durumda dikkate alınması gereken üç
önemli soru vardır. (1) Yerkürede insan yapısı olan kentler, çiftlikler, yollar ve değiştirilmiş
benzeri alanlar orman populasyonlarının göçünü, türlerin yok olmasına yol açacak ölçüde
engelleyebilir mi? Bu insan yapısı değiştirilmiş alanlar olmasaydı, türlerin göçü ve nesillerini
sürdürmesi daha kolay olmaz mıydı? Bu sorunun cevabı “evet” ise, bizler (yani insanoğlu)
etik açıdan, bitkilerin doğal göçünü engelleyen antropojenik (insan yapısı) engelleri
düzeltmek zorundayız. (2) İkinci soru şudur: Örneğin, 10 milyarlık insan nüfusuna odun ve
diğer orman ürün ve hizmetlerini sunabilmek için, orman ağacı türlerinin göçleri doğal
göçlerden daha hızlı, daha büyük ve daha etkin olmak durumunda mıdır? Bu soruya cevap
“belki” bile olsa, bizler (insanoğlu), bu orman göçünü nasıl hızlandıracağımız konusunda
ciddi olarak düşünmeliyiz. (3) Ormanları genetik bakımdan ıslah etme ve ormanları işletme
ile ilgili planlarımızda, ilgili ağaç türlerinin evrimini (yani, değişen koşullara uyum
yeteneklerini) destekleyecek ölçüde, bu türlerin yeterli genetik çeşitliliğe (varyasyona) sahip
olmasını sağlayabiliyor muyuz? Eğer sağlayamıyorsak, bunun sonu ne olacaktır?
İdare Süresi (Kesim Yaşı) Uzunluğu
Son yıllarda, bir yandan sermayenin hızla geri kazanılması için yapılan ekonomik baskılar,
bir yandan da oduna duyulan acil ihtiyaç nedeniyle kesim yaşının (idare süresinin)
kısaltılması yönünde bir eğilim vardır. Bu durum, önümüzdeki dönemlerde değişebilir.
Çelik, alüminyum, tuğla ve çimento gibi maddelerin üretimi, çok yüksek enerji harcandığı
için, gelecek yıllarda daha pahalı olacaktır. Bunların yerine, özellikle inşaat işlerinde odun
kullanılacaktır. Ancak bu amaçlara uyan kaliteli odun, genç ağaçlardan değil, kesim yaşı
(idare müddeti) daha ileri yaşlarda olan, yaşlı ağaçlardan elde edilebilir. Sunta, yonga levha
ve benzeri parça-bileşimli odun, son yarım yüzyılda önemli ölçüde kullanılmaktaydı. Ancak,
son yıllarda yükselen enerji maliyetleri nedeniyle, parça-bileşimli odun yerine, daha az enerji
gerektiren doğal odunun tercih edilmesi eğilimi görülebilir. Wink Sutton tarafından önerilen
bir senaryoya göre, yüksek kaliteli odunun çoğu öncelikle masif odun (yani bütün parça, ya
da inşaat odunu) olarak kullanılacaktır. Geri kalan odunun bir kısmı enerji üretmek için
elektrik santrallerinde, bir kısmı da ligno-kimya endüstrisinde, plastik ve benzeri
petrokimyasalların yerine geçerek şekilde hammadde olarak kullanılacaktır (dünya çapında
enerji maliyetleri yükseldikçe, kağıt üretiminde, yiyecek pişirmede ve ısınmada kullanılan
oduna olan talep, muhtemelen aynen devam edecek, hatta artacaktır. Bu tip odun
muhtemelen aralama kesimlerinden, kesim sırasında ortaya çıkan atıklardan, düşük kaliteli
plantasyonlardan veya doğal ormanlardan, ağacı tamamı kullanılarak ve hızar atölyesi
artıklarından sağlanacaktır).
Eğer “karbon kredileri” yaygınlaşır ve güven verici şekilde kullanılabilirse, bu krediler,
orman işletmeciliğinde başlıca iki ana seçeneğin gelişmesini sağlayacaktır. (1) Karbon
kredileri mevcut plantasyonlarda ve doğal ormanlarda idare sürelerinin (kesim yaşının)
uzamasını sağlayacaktır. Karbon kredisi, uzun idare süresini ekonomik olarak
ödüllendirmekle, beklenmedik faydalı etkiler ortaya çıkarabilir. Örneğin, plantasyonlar, hasat
yaşına kadar arazide daha uzun süre kalacak ve böylece (erken yaşlarda kesilmediği için)
ağaçların verimliliği artacaktır. Ayrıca, plantasyon veya doğal ormanlardan, daha ileri
yaşlarda hasat edilen odunun kalitesi ve dolayısıyla değeri artacaktır. (2) Karbon kredisi
ayrıca şu anda orman olmayan arazilerde yeni ormanların ve plantasyonların kurulmasını
özendirebilir. Bu seçenek işletmecinin orta-yaş dönemi bakım çalışmalarında harcayacağı
(gübreleme, aralama ve budama gibi hem verimliliği hem de odun kalitesini arttırıcı etki
yapan) erken para akışı sağlayacaktır.
İkincil Türlerin Yeri
İkincil türlerin, tanımları gereği, geniş alanlarda plantasyonlar kurmak için kullanılmaları
muhtemel görünmüyor. Bu konferansta bu türlerin ıslahına ya da onların adaptasyonuna
yönelik birçok sunu dinleyeceksiniz. Ayrıca bu türlerin insan ihtiyaçlarını karşılamada ve
çeşitli ekosistem fonksiyonlarını yerine getirmede önemlerini arttırmaya yönelik birçok güzel
görüşler dinleyeceksiniz. Burada, ben sadece onların genetik kaynak olarak korunması
üzerine iki stratejiyi ve onların önemi ve yönetimi üzerinde bazı düşünceleri sunacağım.
Koruma stratejilerinden biri ex-situ korumadır. Bu koruma şekli, basit ya da ileri teknolojiler
kullanılarak gerçekleştirilebilir. Örneğin, gen kaynakları tohum bankaları ve özel kurulmuş
klon plantasyonları aracılığıyla ex-situ korunabildiği gibi, dondurulmuş dokular ve/veya
DNA molekülleri saklanarak da korunabilir. Bu seçeneklerden her birinin maliyeti farklıdır
ve her biri, dikkatli ve sürekli kayıt tutma, bakım ve yönetim işlemleri gerektirir. Bu
seçenekler, öncelikle önemli populasyonlarını kaybetmek üzere olan veya yok olma
tehlikesiyle yüz yüze olan türler için kullanılır. Ex-situ yöntemlerde karşılaşılan başlıca
sorunlardan biri, saklandığı süre içinde evrimin ve özellikle de değişen koşullara
adaptasyonun sağlanamamasıdır.
Yabanıl alanlar, milli parklar ve özel doğa koruma alanları, ikincil derecedeki türlerin in-situ
korunması için en uygun ve en başarı vaat eden alanlardır. Ayrıca, entansif (teknik ve yoğun)
bir şekilde işletilen ormanlarda pek çok ikincil tür bulunur ve bunların bazıları bu
ormanlardan yapılan odun üretimine de katkı yaparlar. İkincil türlerin sayısı birincil türlerin
sayısından çok daha fazladır ve yakın bir gelecekte, entansif işletilen plantasyonlarda bu
türler birincil türlerden daha fazla alan kaplayacaklardır. Dolayısıyla, ikincil türlerin, yoğun
olarak işletilen ormanlarda, doğa koruma alanlarında, milli parklarda ve yaban alanlarında
ormanların sağladığı ekosistem hizmetleri açısından çok önemli görevleri ve rolleri vardır.
Bu türler üzerinde genetik ıslah çalışmaları yaparken, onları işletilirken veya onlar hakkında
genetik koruma çalışmaları yaparken, onların sağladığı ekolojik hizmetleri de daima akılda
tutmalıyız. Muhtemel küresel iklim değişikliği de dikkate alınınca, bu ikinci türlerin doğal
göç koşulları ve gerekirse insan destekli göç koşulları da sağlanmalıdır.
Çatışma ya da İşbirliği: Odun Üretimine Yönelik Genetik Islah mı Yoksa Koruma mı?
Bu konferansta bulunan araştırmacılara bir göz atarsak, üç grup insan görürüz: Bir kısmımız,
yoğun olarak işletilen plantasyonlarla ilgilenmekte, bir veya daha fazla sayıda birincil orman
ağacı türünü, odun üretimi için etkin bir şekilde ıslah edip yetiştirmektedir. Başka bir
kısmımız, ikincil türlerin korunması ve/veya ıslahı ile ilgilenmektedir. Bazılarımız da, aynı
anda hem birincil hem de ikincil türleri içeren programlarla uğraşmaktadır. Yakın geçmişte,
çoğu kez, hem odun üretimi yapmayı hem de genetik kaynak korumasını birlikte ele alıp
yürütemedik. Çoğu kez uygulamada, bu iki yaklaşım arasında çatışmalar ortaya çıktı.
Kuşkusuz, hepimiz açısından bu iyi bir strateji değildi. Bu gün daha iyi ve sağlıklı bir
stratejiye ihtiyacımız vardır.
Bu stratejilere bir örnek olarak Yeni Zelanda Orman Anlaşması gösterilebilir. Bu ülkede,
ormanlardan odun üretimi yapılmasına öncelik veren insanlar (işletmeciler) olduğu gibi,
ormanların sadece ekolojik hizmetler için kullanılmasına öncelik veren insanlar (çevreciler)
vardır. Bu iki grubun birbirlerine karşı çatışma içinde olmaları her iki tarafın da boşu boşuna
enerji harcamalarına neden olmaktaydı. Yapılan anlaşmaya göre, bu her iki grup insan, ortak
bir noktada anlaşmışlardır. Buna göre, orman alanlarının bir bölümü koruma amaçlı, bir
bölümü de entansif odun üretimi amaçlı olarak yönetilecektir. İşletmeciler ve çevreciler, bu
ortak çerçeve içinde birbirlerini desteklemektedir, veya en azından anlaşmaya sadık kalındığı
sürece birbirlerine karşı gelmemektedirler. Yeni Zelanda Orman Anlaşmasında, eksik olan
şey, odun üretiminin çok geniş alanlarda yaygın bir şekilde yapılamamasıdır. Ki, dünya
ormanlarının büyük bir bölümünde de bu durum gözlenir.
Yeni Zelanda örneğine benzeyen ve daha geniş kapsamlı bir oluşum, henüz geniş oranda
yaygın olmamakla birlikte, 20. yüzyılın son on yılı içinde, ABD’nin Maine eyaletinde de
uygulanmaya başlanmıştır.
Odun ve benzeri maddelerin üretimi için, üç tip arazi kullanımı söz konusu olmaktadır. (1)
yüksek seviyede odun üretiminin gerçekleştiği ve entansif (yoğun) olarak işletilen plantasyon
ekosistemleri, (2) Mütevazi miktarda odun üretimi gerçekleşirken, çeşitli ekolojik değerlerin
de dikkatlice korunduğu, yaygın (extansif) alanda işletilen ve değişik derecelerde
değiştirilmiş ekosistemler, ve (3) Hiç odun üretimi yapılmayan ve devamlı korunan
ekosistemler. Doğal ormanların plantasyonlara dönüştürülmesi sırasında biyoçeşitliliğin
kaybolması söz konusu olduğu için, çevrecilerin çoğu plantasyon ekosistemlerine pek taraftar
olmazlar. Yukarıdaki ikinci arazi kullanım tipi, belli miktardaki odunun geniş alanlara
yayılan arazide derlenip toparlanmasını gerektirir. Ancak bazı durumlarda, geniş ve yaygın
alanlardan bu şekilde odun üretmek yerine, plantasyon ekosistemlerindeki entansif üretim
uygulaması daha mantıklıdır. Böylece daha fazla arazi yaban alanına, milli parklara ve
koruma alanlarına ayrılabilir.
Bu üçlü uygulamaya Maine ormanları iyi bir örnek teşkil eder. 1990’a kadar Maine orman
alanlarının yalnızca % 2’si doğal orman (yaban alanı, milli park ve koruma alanı) olarak
ayrılmıştı. Yaklaşık %92’si yaygın alanda odun üretimi için, geri kalan % 6’sı da plantasyon
ormanları için kullanılmaktaydı. Maine’deki plantasyonlardan, yaygın alanda işletilen
ormanlara kıyasla, yıllık olarak hektarda yaklaşık üç kat daha fazla odun üretilmektedir.
Dolayısıyla, odun üretiminde net bir kayıp olmadan, yaygın alan işletmeciliğinden entansif
(yoğun) işletmeciliğe (yani plantasyonlara) dönüştürülen her bir hektar orman için, 2 hektar
orman, yaban alanlarına, milli parklara ve koruma alanlarına ayrılabilir. Bu durum dikkate
alınınca, Maine Eyaleti ormanlarının yaban alanları, milli park ve koruma alanları oranını
%2’den % 10’a çıkarmak mümkündür. Koruma amacına tahsisi yapılacak olan bu % 8’lik
kısım, yaygın işletilen orman alanlarından alınır. Alınan bu % 8’lik kısımda üretilen odun
miktarını telafi etmek için de yaygın işletilen ormanlardan % 4’lük bir kısım, plantasyon
ormanı (yoğun) işletmesine tahsis edilebilir. Böylece, odun üretiminde hiçbir kayıp olmadan,
koruma alanları %2’den % 10’a ve plantasyon alanları % 6’dan % 10’a çıkarılmakta; yaygın
işletilen orman alanları ise % 92’den %80’e inmektedir (Ayrıca, yaygın işletilen Maine
ormanlarının % 2’lik bir kısmının daha entansif (yoğun) plantasyon ormancılığına tahsisi ile,
Maine artık net odun ithalatçısı olmayacak, yeterli ormanı olmayan bölgelere, yeniden net
odun ihracatı yapar hale gelecektir).
Sonuç olarak, şunu belirtebilirim: Orman alanları ile ilgili olarak 21. yüzyılda iki grup
görüyoruz. Bunlardan birisi arazide yoğun odun üretimi isteyen kuruluşlar; diğeri de çevreci
kuruluşlardır. Bu iki grup, şu konularda etkin ve verimli olabilirler. (1) Anlaşabilecekleri
ortak noktaları bulmalıdırlar; (2) Maine triosu (üçlüsü) örneğinde olduğu gibi, orman
alanlarını, mantıklı bir şekilde, uygun işletme şekillerine tahsis etmelidirler; (3) Birbirini
tamamlayan bu çabalarında birbirlerini karşılıklı bir anlayış içinde desteklemelidirler; (4) 20.
yüzyılın sonunda sıklıkla görülen, ayrıca zaman ve para kaybına yol açan entelektüel ve
fiziksel nitelikli kavgalardan kaçınmalıdırlar.
Antalya’da, böyle karşılıklı destek için ortak bir taban bulacağımızı öneriyor ve umut
ediyorum.