PDA

View Full Version : Orman arazileri / inşaat ruhsatı sorunları




Oğuz Karsan
28-05-2008, 09:43
Merhaba,

Hepimizin Doğayı,Ağaçları ve Ormanı sevdiğimiz ortada. Peki Ormanlarımızı güvenceye alacağı kesin olan Orman Kadastrosunu niye bitirmiyoruz.

Orman Kadastrosunu bitirmeden hiçbirimizin konuşmaya hakkı yok.

Orman İdaresinin ise hiç konuşmaya hakkı yok.

Orman Kadastrosu biterse, neresinin orman neresinin orman olmadığı kesinleşecek ve içinde ağaç yetişen özel arazi sahipleri rahatlayacak. Halbuki şimdi orman idaresinin istedikleri her yer orman. Ve güç hep ormancıların elinde

Şimdi ellerinde kendilerine saygı göstermeyenleri cezalandırabilecekleri bir güç var. Bu gücü kaybetmemek için gereken işlemleri yapmıyor olabilirler.

Yoksa kanun 1937 de çıkmış sene 2008 yani ormancılarımız 71 yıldır daha nerenin orman olduğunu ortaya çıkaramamışlar.

Hadi eski yıllarda bu iş zor olabilirdi, şimdi uydudan heryer görünüyor.

BRAVO başka ne denebilir?.

Saygılar




Oğuz Karsan
08-06-2008, 21:43
Merhaba,

Orman idaresi veya Hazinenin dava açtığı kişiler, bu çağrım size.

Bir şekilde Hazine veya Orman İdaresi ile mahkemelik olmuşsanız, başınıza gelenleri veya istediğiniz bilgileri paylaşmanızı bekliyorum.

Saygılar

Oğuz Karsan
09-06-2008, 16:58
Merhaba,

Orman Kadastrosu acaba ne durumda ?

Orman Bakanlığı bütün birimlerine bilgisayar desteği verdiğinden övünürken, Orman Kadastrosuna bir etkisi olacak mı? yoksa Orman Kadastrosunun bitirilmesi acaba 2025 yılına mı sarkacak?

Anladığım kadarıyla bu konunun magazin yönü eksik onun için ilgilenilmiyor.

Saygılar

capu
04-11-2008, 20:01
Sadece Orman İdaresi değil davalı olduğumuz. Açmak zorunda kaldığımız idari dava ile Büyükşehir Belediyesi ile de davalı olduk. Maalesef ülkemiz özellikle çıkar amaçlı siyasi ve bürokratik çeteleşmenin zirve yaptığı ender ülkelerden olduğu için (belki bazı asya ve latin amerika ülkelerinde bunun örnekleri olabilir) biz de öncelikle hukuki mücadeleye girdik ama sonrasını da düşünüyoruz tabii... Şu bir gerçek ki ülkemiz coğrafyasında asla özel mülkiyet hakkı yoktur. Çünkü sizin de önceki yazılarınızda belirttiğiniz gibi araziniz "Orman Alanı" olabilir.Dağ olabilir,deniz kıyısı olabilir, koruma alanlarından birine girebilir.Sit alanı olabilir.Herşey olabilir. Sonra da gasp edilerek başka kurumlara veya şirketlere peşkeş çekilmiş olabilir. Bunlar oldukça yaygın icraatlar.Hem de her dönemde olmuş işlemler bunlar. O yüzden eğer siz güçlü değilseniz (arkanız yoksa, ağalığınız yoksa v.s.) asla taşınmaz sahibi olmaya kalkmayın. Siz ağa mısınız ki taşınmaz sahibi oluyorsunuz. Hele yıllardır çalışıp biriktirdiklerinizi toprağa gömmeyin sakın. Çünkü yasalarımıza göre toprak altındaki herşey devletindir :) zaten. Siyasi , bürokratik ve yargıyı da içine alan bu çeteleşme hiçbir siyasi parti farkı da gözetmeksizin birbiriyle oldukça iyi anlaşırlar. Söz konusu maddi çıkarlar olunca her konuda elleri oy birliğiyla kalkar havaya. Kararlar hep vatandaşın aleyhine çıkar. Maalesef durum genel hatlarıyla böyle işte. Ama elbette ki bu durum böyle devam etmemeli. Adalet yerini bulmalı ve bulacaktır da bir gün. Sizin değindiğiniz gibi o köylüler belki ilerde bir gün yangın olunca görevlilerden önce koşacaklardır o yangını söndürmeye. Kim bilir? Belki... Selamalar herkese , herkesin ormanlar.

Oğuz Karsan
04-11-2008, 20:40
Merhaba.

Sn. capu,

İlk önce aramıza hoşgeldiniz diyeyim,

Yazdıklarınızdan ne gibi bir haksızlığa maruz kaldığınızı anlayamadım.

Ama büyükşehir belediyesinden bahsettiğiniz için sanki arazinizi istimlak etmek istiyorlarmış gibi algıladım. Eğer heyecanınız geçince daha açık seçik anlatırsanız, uğradığınız haksızlığı daha çok kişi ile paylaşmış olursunuz.

Belki aramızda benzer sorunlara maruz kalmış kişiler size yol gösterebilir veya sizin anlatacaklarınız sizden sonrakilerin dertlerine merhem olabilir. Ayrıca haberiniz olmayan kanunlar ve değişiklikler olabilir onlardan yararlanabilirsiniz.

Ben de ilk başta sizin gibi öfkeme hakim olamıyordum. Gerçi öfkem dinmedi ancak insan sakinleşince daha iyi plan yapabiliyor.

Vereceğiniz detayları bekliyoruz.

Saygılar

angel67
27-12-2008, 21:48
ya burda benim gibi düşünen bir sürü insanı görmek bana mutluluk vermekte birleşelim dernek kuralım tapuları devlet tarafından işgal edilen hatta gasp edilen mağdurlar diye...belki anayasayı iyi anlarlarda kanunları uygulayan çıkar her gördükleri çalıyı çırpıyı dikeni orman sanmazlar..

angel67
27-12-2008, 21:58
Orman Arazisi denerek vatandaşın 15 yıldır Tapulu arazisi elinden alındıktan sonra belediyece ilköğretim sahası denerek tamamını imara açıp 5 kat inşaat ruhsatı verilebilir mi?Bu soruya Orman ve Çevre Bakanlığı yanıt veremedi.Varmı bu ülkede hukuktan anlıyan **** hukuk bilen..Orman vasfındaki bir toprağa beton değerse benim bildiğim kadar o toprak artık ölmüş demektir değil mi?madem tabiatı koruma adına vatandaşın tapulu arazilerine saldırılıyor o zaman koru be devlet koru............

angel67
27-12-2008, 22:04
1)tapu
2)tapunun geldiği yer(tapu ve kadastro müdürlüğü yazısı)
3)Orman kadastro tutanakları
4)1/10.000 lik orman tahtit haritası
5)1981 amenajman haritası
6)Orman müdürlüklerindeki pafta ve parsel kayıt yevmiye defter tutanakları.
7)Bulunursa orman komisyonlarının muhtarlık ilan askı listeleri..

1) A. Anayasal hükümler
36. 1924 Anayasası’nın 74. maddesi
2) 37. 1982 Anayasasının ilgili hükümleri
“XII. Mülkiyet Hakkı
MADDE 35-
3) Kamulaştırma
MADDE 46
4) Devletleştirme ve özelleştirme
MADDE 47
5) Medeni Kanun
38. Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri
MADDE 1007 § 1
MADDE 705 § 1
MADDE 683 § 1

6) 31 Aralık 1981 6831 sayılı Kanun, 1744 (1973), 2896 (1983), 3302 (1986), 3373 (1987), 3493 (1988), 4079 (1995), 114 (1995), 4570 (2000) 4999 (2003), 5177 (2004), 5192 (2004) ve 5728 (2008) sayılı Kanunlarla birkaç kez değiştirilmiştir.

7)917 sayılı eski Medeni Kanun

8)Medeni kanunun 1007 maddesi.

9)Bir yerin orman kadastrosu yapılıp kesinleştiyse oradan 2.bir orman kadastrosu geçemez der kanun ,

Davanıza ve haklı olduğunuza inanıyorsanız burda davanızın kısa zamanda bitmesine dua edin çünkü bu ülkede adil yargılama süresi ve mülkiyet hakkı ihali olmakta şansınız A.İ.H.M de çok yüksek.....

malina
28-12-2008, 01:05
Bu sizin yaşadığınız bir olay mı? Öyle ise olayın gelişimini ayrıntılı yazar mısınız?

Oğuz Karsan
28-12-2008, 09:34
Merhaba.

Sn. angel67,

Tapulu arazilere, burası ormandır veya daha öncesi ormanmış bahanesiyle tapu iptali davası açan kurumların başında Orman Bakanlığına bağlı Orman İdareleri veya Hazine var.

Her iki durumda da iş mahkemeye aksettiğinde, mahkeme orman idaresinden sizin de yazınızda belirttiğiniz belli evrakları ister(orman tahdit haritası, hava fotoğrafları, 1/25.000 ölçekli hava fotoğrafları, kadastro tutanakları, amenajman haritası, tapunun geldisi, ve gerekli görülen diğer evraklar.

Problem ise bu evrakların çoğunun orman idaresinin elinde olmasından kaynaklanıyor. Mahkemenin seyri, taraf olanın yani davacı tarafın yani ormanın mahkemeye delil olarak göndereceği evraklar ile tayin olunacağı için de büyük sakınca doğurmaktadır.

Birçok davada mahkemeye gerçeği yansıtmayan evrakların veya orman idaresini haklı çıkarabilecek delillerin gönderildiği, diğer evrakların ise mahkemeye gönderilmediği de bir gerçektir. Kendi istediğinde, Elli yıllık haritaları ortaya çıkarabilen ormanın yakın zamana (3-5 yıllık) evrakları bulamadık bahanesiyle 4982 sayılı kanunua rağmen vermemesi de düşündürücüdür.

Bundan başka bilirkişi olarak seçilebilecek sınırlı sayıda insanın da ya orman emeklisi veya orman ile bir şekilde ilişkisi olan kişilerden seçildiği de ortadadır.Bizimkinde de öyle oldu.

İşte orman idaresi ile mahkemelik olan kişileri bekleyen tehklikelerden bazıları bunlardır. Bu olumsuzluklara rağmen haklı olanların, haklılığını ispatlamaları çok zordur.

Saygılar

angel67
28-12-2008, 10:30
valla 30 yıllık dava herşeyin başlangıçı rüşvet alamayan orman işletme müdürü......adamlar 657 tabi memur statüsündeler ama evler yazlıklar arabalar o biçim kendi üzerlerine bile yapmıyorlar emekli oluncada iş adamından fazla sermayesi ödenmiş malı mülkü oluyor devlet onlara öyle bir konuma getiriyorki kimse hesap soramıyor hukuk ta dahil.......

angel67
28-12-2008, 10:57
arsanın orman kadastrosu 1962 yılında yapılıp orman vasfı dışına çıkar.daha sonra bu yerin ilk sahibi 509 sayılı tapulama kanuna göre orman kadastrosu bitip kesinleşen ve orman dışına çıkarılan yeri mahkeme kararı ile 1965 de tapulandırıyor.1 yıl sonrada babam burayaı para bedeli karşılığı 1966 da satın alıyor.tapudaki vasfı tarladır hiç bir şerh yoktur sadece babamın üzerine 1268 no ile sicile kayıt altına alınmıştı.
Aradan geçen 11 yıl sonra orman bizim arazinin yanına araç bakım tesisi kurmak ister orman müdürlüğü babamdan yer ister devlete kamulaştıralım parayı bölüşelim der.babamla aralarında geçen sürtüşmeden sonra orman işletme müdürü 1977 tarihinde gücünü kullanır ve babama tapu iptal davası açtırır orman kanunlarıyla uğraşta görelim der.
Böylece demokrasinin beşiği ve hukuk devleti olan muhteşem bir ülke Türkiyede mücadele başlar.hiç bir evrak sunulmadan babamı oyuna getirp 1998 yılında bu yeri elimizden alırlarlar 1999 yılındada yargıtay ilamıkesinleşir.bizde itiraz etmemize rağmen vatandaşı takan dinleyen olmaz tabi.o yıllar derdinizi Marko Paşaya anlatılması istenir.
Aradan seneler geçer yıl 2006 olur bu arada yalakalık yapmak için akp nin belediye encümeni buraya okul yapılmasını ister.Nedeni babamı sevmez çünkü çocukları o yerden ona arazi satmıştı babamızın rızası olmadan tabii sonra babamız kabul etti.yargı kararını duyan babamız bu demokrasinin beşiği olan ülke kanunlarına dayanamadan öldü.
İşin içine siyasetin çok önde gelen bir vekilini kullandılar oda hile hurdayı hiç sevmeyen fakat o işlerde taşoron kullanan bir saygın sayılan vekildi.Organize ekip işe koyulup devletin bütün gücü bu arsaya yöneldi.
Orman işletme müd. den biri gözümüzü açtı ve dava açın dedi bakın ortaya neler çıkacak dedi sizin yeriniz orman değil oyunlar dönüyor deyince hemen verileri toplamaya başladık ve ne görelim bir insan bu kadar enayi yerine koyulabilirmi.bütün evraklar resmi ortaya zorlada olsa çıktı yerel mahkeme yargının iadesi talebimizi kabul edip bu davayı ciddi bulup yargılamanın iadesi talebini ve tapu tespit talebini kabul ett. orman ve hazinenin avukatları temyiz etmedi karar kesinleşti.bilir kişiler geldi ek raporlar verildi ve her şey lehimize çıktı ama meclisten hakime *** çekilince hakim red dedi sonrada yargıtay yerel mahkemenin reddini dinledi çünkü yaptıkları hatayı kabullenmediler yoksa hataları büyük olacaktı.tabi iyi oldu a.i.h.m kapısı bizlere açılmış oldu hakiki demokrasinin olduğu ülkede fransada.
Belediye ufkunu genişletti bir imar değişikliği ilköğretim sahası olarak imara açıp 5 kat yapı ruhsatı verdi .ne oldu arazinin değeri arttı bu arada bu resmi belgeleride a.i.h.m dosyasına ekledik mülkiyet hakkımız 1 den 10 fırladı..keser döner sap döner bu devlete işler ağıra patlar.
Acar Kent için %6 sından fazlasını imara açtı diye bakanlığından olan zavallı Pepe zeng
ine dişini geçiremedi fakir vatandaşın tapulu arazisini tabiatı korumak için elinden aldı.
Mülkiyet hakkı tanımıyan bir zihniyet bunun hesabını ağır verecek.gerçi tazminatlar bu zarara sokan devlet memurlarından alınmıyor hazinede para çok tabii.iki adet a.i.h.m emsal kararı olan bir davam var biri KÖKTEPE diğeri ise TURGUT VE DİĞERLERİ,bunlar ilkin başlangıcı oldu bütün benim şekilde mağdur edilen tapu mağdurlarına da elimden geleni yapacağım takii bu kurumlar kendilerini düzeltene kadar SAYGILARIMLA.Hazine arazileri çok ken neden orman arazisi katledildi madem ozaman.hazine arazilerinede işgal edilip binalar zaten yapılıyor diyemi.Tapu bir ülkenin namusudur 11 yıl sonra aklına geldiyse orman olduğu onun bedelini verecek.........

angel67
28-12-2008, 11:05
ne olursa olsun eğitim de dahil orman arazilerini hiç bir şekilde ne özel mülke nede imara açabilirsin kanun koyucular öyle diyor kanunlar okadar çokki onun için karıştırıyorlar bir yerde ne kadar çok kanun varsa orda devlet yoktur der düşünürlerden biri...çünkü iş adamlarından (koç veya sabancı olabilir) biri üniversite açmak için devletten yer istedi ve orman arazisi denerek tahsis edilmedi.........

angel67
28-12-2008, 11:12
1) A. Anayasal hükümler
36. 1924 Anayasası’nın 74. maddesi
2) 37. 1982 Anayasasının ilgili hükümleri
“XII. Mülkiyet Hakkı
MADDE 35-
3) Kamulaştırma
MADDE 46
4) Devletleştirme ve özelleştirme
MADDE 47
5) Medeni Kanun
38. Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri
MADDE 1007 § 1
MADDE 705 § 1
MADDE 683 § 1

6) 31 Aralık 1981 6831 sayılı Kanun, 1744 (1973), 2896 (1983), 3302 (1986), 3373 (1987), 3493 (1988), 4079 (1995), 114 (1995), 4570 (2000) 4999 (2003), 5177 (2004), 5192 (2004) ve 5728 (2008) sayılı Kanunlarla birkaç kez değiştirilmiştir.

7)917 sayılı eski Medeni Kanun

8)Medeni kanunun 1007 maddesi.

9)Bir yerin orman kadastrosu yapılıp kesinleştiyse oradan 2.bir orman kadastrosu geçemez der kanun , ama nerdeeeeeeeeee:(

Bakın işte bu kanunlar demokrasinin ve hukuk devletinin olduğu yerlerde uygulanıyor bunları bilmenizde fayda olur diye düşünüyorum çebinizde para yoksa vay halinize , sosyal devlet arama peşine gidin..Parası olmayan hak arayamaz çünkü dava açmak çok para çokk ne yazıyordu sonradan değiştirildi adaleten mülkün (paranın) temeledir şimdi ne yazıyor adalet devletin temelidir...gerçekten mi?:cool:

angel67
28-12-2008, 11:21
Ha bu arada TEMA vakfı da hikaye onlar benim kadar yeşili sevmiyor sadece açlar kağıt olduktan sonra kağıt üzerinde seviyor.Çünkü aradım ama nafile onlarda dönemin hükümetleriyle çalışıyor.....

angel67
28-12-2008, 17:42
III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA
100. AİHS’nin 41. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

101. Başvuran maddi tazminat olarak, 21.200 m²’lik toplam yüzölçümü için m² başına 83 Euro olmak üzere toplam 1.761.230 Euro talep etmektedir. Başvuran bu rakamı tespit ederken arazisini çevreleyen arazilerin değerlerini dikkate almıştır. Başvuran AİHM’nin bilgisine iki adet satış vaadi sözleşmesi sunmaktadır: birincisi 4.217.500 Euro değerindeki 13.762,56 m²’lik bir arazi; diğeri ise 2.078.050 Euro değerindeki 12.026,56 m²’lik bir başka araziye ilişkindir. Başvuran, sınırlamaya tabii alanın yüzölçümüne ilişkin belirli bir belgeye atıfta bulunmaksızın, arazinin tamamı için tazminat ödenmesini talep etmektedir. Başvuran, arazinin yalnız bir kısmına (yaklaşık 18.000 m²’lik kısmının) dava konusu tedbir uygulansa da arazinin kalan kısmının da işlevini kaybettiğini ileri sürmektedir. Ayrıca, başvuran 352.246 Euro tutarında gelir kaybına uğradığını ileri sürmekte ve bu zararının tazmin edilmesini talep etmektedir.

102. Başvuran manevi tazminat olarak 10.000 Euro talep etmektedir.

103. Başvuran avukatlık ücreti olarak 10.000 Euro, masraf ve harcamalar için 3.000 Euro ve Strazburg’da gerçekleştirilen duruşmaya katılmak amacıyla yapılan masraflar için de 5.000 Euro talep etmektedir.

104. Hükümet, aşırı yüksek ve dayanaktan yoksun bulduğu tazminat taleplerinin AİHM tarafından reddedilmesini talep etmektedir. Hükümet, dava konusu sınırlamanın belirli bir alanı kapsaması nedeniyle, başvuranın arazinin tamamına ilişkin olarak dile getirdiği tazminat talebinin kabul edilemez olduğunu belirtmektedir. Hükümet de arazinin hangi kısımlarının sınırlamaya tabii tutulduğuna dair somut bir belgeye de atıfta bulunamamaktadır.

105. Masraf ve harcamaların ödenmesi hususunda ise Hükümet, hiçbir şekilde desteklenmediğini belirterek bu taleplere itiraz etmektedir.

106. Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.

BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM,

1- Oybirliğiyle, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir ihlalin var olduğuna ilişkin şikayetin kabul edilebilir, kalan kısmın ise kabul edilemez olduğuna;
2- İkiye karşı beş oyla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3- İkiye karşı beşoyla, AİHS’nin 41. maddesinin henüz uygulanabilir olmadığını ve bu nedenle,

a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;

Karar vermiştir.

TURGUT VE DİĞERLERİ
III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

Maddi tazminat olarak, başvuranlar, 6. 458.130 YTL [yani 3.294.964 Euro] tutarındaki kısmı taşınmazın gerçek değeri, 3.229.065 YTL [yani 1.647.482. Euro] tutarındaki kısmı da, yargılama süreci boyunca yani kırk yıl boyunca mülklerinden yoksun kalmaları nedeniyle uğramış oldukları zararın tazmini olmak üzere toplamda 9.687.195 YTL [yani yaklaşık 4.942.466 Euro] talep etmektedirler. Bu bağlamda, başvuranlar, 15 Haziran 2006 tarihinde Kandıra Asliye Hukuk Mahkemesi’ne sunulan bilirkişi raporunu temel almaktadırlar.
Başvuranlar, ayrıca 102.510 m2 lik alan için m2 si 69,66 YTL olmak üzere sözkonusu taşınmazı 7.140.846,60 YTL [yani yaklaşık 3.643.290 Euro] olarak değerlendiren 25 Şubat 2008 tarihli bilirkişi raporuna atıfta bulunmaktadırlar. Hükümet’in talebi üzerine sözkonusu bilirkişi raporu Kandıra Asliye Hukuk Mahkemesi’ne de sunulmuş ancak Hükümet, Maliye Bakanlığı’na bağlı bir kurum olan Milli Emlak Dairesi Başkanlığı bünyesinde görevli kontrolör tarafından düzenlenen raporu esas alarak 25 Şubat 2008 tarihli bilirkişi raporuna itiraz etmiştir. 10 Mart 2008 tarihinde, Hazine avukatı, Milli Emlak Dairesi Başkanlığı bünyesinde görevli kontrolörün m2 sini 42 YTL olmak üzere taşınmazın değerini 4.305.420

YTL [yani 2.196.640 Euro] olarak belirlediği bilirkişi raporunu temel alarak yukarıda sözü edilen meblağa karşı çıkmıştır.
Başvuranlar, restitutio in integrum istemediklerini, zararlarına eşdeğer bir tazminat talep ettiklerini açıkça belirtmektedirler.
Hükümet, AİHM’ye, aşırı ve mesnetten yoksun olduğu hükmüne vardığı sözkonusu talepleri reddetmesi çağrısında bulunmaktadır. Hükümet, Milli Emlak Dairesi Başkanlığı bünyesinde görevli kontrolörün taşınmazın değerini 4.305.420 YTL olarak belirlediği raporunu dosyaya eklemektedir.
Başvuranlar, manevi tazminatı AİHM’nin takdirine bırakmaktadırlar.
Hükümet, manevi tazminat ödenmesine gerek olmadığı kanaatindedir.
Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 41. maddesinin uygulanması hususunun
a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, kararın tebliğinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77. maddesinin 2. ve 3. paragraflarına uygun olarak 8 Temmuz 2008 tarihinde yazılı olarak bildirilmiştir.

angel67
28-12-2008, 17:48
ÇANAKKALE'de merkezindeki Şekerpınar Mevkii´nden 1993 yılında tarla vasfında bir arazi satın alan ve tapusunu cebine koyarak çocuklarının geleceğini garanti altına aldığına sevinen emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe, 2 yıl sonra aldığı tarlanın ormanla ihtilaflı olduğunu öğrenince yıkıldı. Türk yargısına başvurup hakkını aramaya başladı, ancak durumun aleyhine sonuçlanacağı anlayan Köktepe, çareyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) gitmekte buldu. 22 Temmuz tarihinde kararı açıklayan AİHM, Köktepe'nin mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vererek taraflara anlaşması için 6 aylık süre verdi.

Türkiye'de vatandaşların tapulu arazileri konusunda orman idaresiyle yaşadığı ihtilaflara AİHM'den örnek teşkil edecek çok önemli bir karar çıktı. Türkiye'de binlerce insanı ilgilendiren konuya, Çanakkaleli emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe'nin AİHM'de elde ettiği zafer umut ışığı oldu. Köktepe'nin avukatı Mustafa Öztok'a göre, bu karar 2B uygulaması kapsamında el konulan arazileri satmaya hazırlanan devletin planlarını da alt üst edecek. Çünkü bu karar 2B uygulamasıyla el konulan taşınmazların bedelsiz olarak hak sahiplerine verilmesine yol açacak.

TAPUYU ALDIĞINA SEVİNEMEDİ

Çanakkaleli emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe'nin hukuk mücadelesi 1993 yılında emlakçıdan satın aldığı Şekerpınar Mevkii´ndeki 21.5 dönüm arazinin orman idaresiyle itilaflı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Yaptığı araştırmanın ardından bir sorun olmadığını belirleyen Köktepe, araziyi satın aldı. Parayı ödedikten sonra da Tapu Kadastro Müdürlüğüne giderek tapusunu aldı. Ancak aradan iki yıl geçtikten sonra satın aldığı arazinin orman idaresiyle ihtilaflı olduğunu öğrendi. Bir avukata giden Köktepe, 1990 yılında arsanın bulunduğu yerden bir orman kadastrosunun geçtiğini ve arsanın ormanla gerçekten ihtilaflı olduğunu öğrenince yıkıldı. Köktepe orman idaresine dava açtı. Orman İdaresi de Köktepe'ye tapu iptali davası açtı. Karşılıklı davalar Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi´nde 13 yıl sürdü. Yargıtay'dan da beklediği sonucu alamayan Köktepe son çare olarak AİHM'e gitmeye karar verdi.

AİHM, ``MÜLKİYET HAKKI İHLALİ VAR'' DEDİ
Çanakkaleli emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe, avukatı Mustafa Öztok ile birlikte bir dosya hazırlayıp 2002 yılında AİHM'ne sundu. AİHM, emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe'nin başvurusunu örnek dava olarak kabul etti. Strasburg'da 22 Nisan 2008 tarihinde duruşma yapıldı. AİHM, hem Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerini, hem de mağdurları dinledi. 22 Temmuz tarihinde Fransızca olarak yayınlanan karar kendilerine ulaştığında Köktepe 13 yıldır Türkiye'de bulamadığı adalete AİHM'de ulaşmış olmanın sevincini yaşamaya başladı. Çünkü AİHM, 2 ret oyuna karşılık 5 kabul oyuyla Köktepe'nin mülkiyet hakkının ihlal edildiğine hükmetti. AİHM, tarafları 6 aylık süre içinde uzlaşmaya çağırdı ve sonucun kendilerine bildirilmesini istedi.

``KENDİMİ ASMAYI BİLE DÜŞÜNDÜM''
15 yıllık birikimiyle satın aldığı araziyi, orman idaresiyle ihtilafı nedeniyle bugüne değin ekip biçemediğini anlatan Köktepe, ``Bir tarlayı ekip biçmeyi denedim. Ancak orman bizi yakaladı ve mahkemeye verdi. Bu yüzden hapis cezası bile aldım. Orman yetkilileri, kendi ellerindeki fotoğrafları kanıt göstererek arazinin kendilerine ait olduğunu sürerken, benim elimdeki tapuyu hiç kimse dikkate bile almadı. Üstelik bu arazinin tapusu üzerinde orman tarafından konmuş bir şerh bile yoktu. Zaten olsaydı ben burayı satın almazdım. Tek maaşla ailemi geçindiren bir eğitimciydim. Uzun yıllar biriktirdiğim parayı bu araziye yatırmıştım. Davayı kaybedince psikolojim bozuldu. 15 yıllık birikimimi yatırdığım arazimi devlet elimden almaya çalıştığı için bir ara kendimi bu arazide asarak intihar etmeyi dahi düşündüm. O kadar çok üzülmüştüm. Devletin böyle bir haksızlığını kabul edemedim. Kendi kendime hep `Mademki böyle bir durum vardı, devlet bana niye bu tapuyu verdi, bu tapu sahte mi, devlet sahtecilik yapar mı?' diye sordum. Hukuk devleti olan Türkiye'de adalet bulamadığım için AİHM'e gitmeye karar verdim. Sonuçta davayı kazandım. Ama kazandığıma sevindim. Çünkü ben bir Türk vatandaşı olarak burada yaşıyorum ve üstelik bir eğitimciyim. Bu nedenle buruk bir sevinç yaşadım. Şimdi AİHM'in kararı gereği Türkiye Cumhuriyeti devleti yetkililerinin anlaşma zemini aramak için benimle temasa geçmelerini bekliyorum'' diye konuştu.

ÖRNEK KARAR OLACAK

Halil İbrahim Köktepe'nin avukatı Mustafa Öztok ise, orman idaresinin müvekkili emekli öğretmen Halil İbrahim Köktepe'nin arazisine el koyması üzerine 1995 yılından itibaren hukuki sürecin başladığını söyledi. Türkiye'de insanların bu tür davalar açıp mallarını kaybetmesi ve müvekkilinin Türkiye'de yapılan uygulamalardan rahatsızlık duyması üzerine 2002 yılında konuyu AİHM'e taşıdıklarını belirten Mustafa Öztok, ``AİHM'de bu yıl 22 Nisan'da yapılan duruşmanın kararı 22 Temmuzda açıklandı. Kararda, müvekkilimin haklı olduğu, devlet tarafından arazisine el konulamayacağı ve bunun bir mülkiyet hakkı ihlali olduğu neticesine varıldı. Devlete kişiyle anlaşmak üzere 6 aylık süre verildi. Bu sürede uzlaşma olmadığı taktirde mahkeme durumu yeniden inceleyip bu kez müvekkilim için bir tazminata karar verecek. Bizim açımızdan çok önemli olan bu karar Türkiye'de orman idaresiyle bu şekilde itilaflı olan binlerce kişi açısından da çok önemli. Çünkü Türkiye'de yılda 10 bin kişinin bu şekilde mallarına el konuyor. Bu karar, ileriki dönemde o kişiler için örnek teşkil edebilir'' dedi.

2B'YE DE ETKİ EDEBİLİR

Avukat Mustafa Öztok, AİHM'in kararının 2B uygulaması kapsamında el konulan arazilerin durumlarını da etkileyebileceğini ileri sürerek, ``Bilindiği gibi 2B uygulaması kapsamında orman arazilerinin satışı gündemde. AİHM'in bizim davamızda mülkiyet hakkı ihlali olduğuna yönelik verdiği karar daha önce 2B olarak alıkonulan arazileri de hukuksuz bir durumda el konulmuş arazi durumuna düşürmüştür. Hükümetin bu karardan sonra arazileri satmasını değil, bedelsiz olarak devretmesini beklemekteyiz. Çünkü bu malların çoğunluğu tapulu olan mallardır ve vatandaşlardan rızası dışında alınmıştır. Önümüzdeki günlerde bu karar sayesinde 2B uygulamasında yeni gelişmeler olacağını düşünüyorum'' diye konuştu.
:D:D:D:D:D

malina
28-12-2008, 21:31
"Köktepe ve turgut ve diğerleri davası a.i.h.m karar özeti" hakkında bilgi vermeden önce "Köktepe ve turgut ve diğerleri davası" hakkında bir özet yapmanız iyi olurdu. Açtığınız diğer konular için de bunu yapmalısınız.

Tüm üyelerin konudan haberdar olması mümkün olmadığına göre, bu tür ön bilgiler yazmanız mutlaka gerekiyor...

angel67
29-12-2008, 08:46
Hocam bunu yazdıkta yazı uzun olduğundan kabul etmedi.bu vatandaşlar tapulu arsa almışlar.tabi tapulu aldık diye arkalarında bir devlet olduğunu sanmışlar.3-5 sene sonra orman arazisini işgal ettiniz diye bunlara tapu iptal davası açmış.sonrada hak denen bişey tanınmadığı için hüsranla bitmiş tapu mapu yok olmuş.bu duyarlı ve hırsızlık yapmadan yemeden içmeden aldıkları bu toprağın avrupada izini sürmüşler ve mülkiyet ihlali benim ülkemde var diye a.i.h.m dava açmışlar.a.i.h.m bunu normel görmüş sizin ülkeniz demokrasi ve hukukun üstünlüğüne fazla inandıkları için bazen kendi yasalarını karıştırıyor demiş ve türkiye alyhine yaptığın usulsüzlüğü ve vatandaşa verdiğin resmi belgeyi tanımalısın eğer tabiatı koruyacak diye aldıysan bile kamulaştırma yapıp bedelini ödersin çünkü bu vatandaşının elinde geçerli bir belge var demiş sizin ülkede bakkaldan dağıtılıp dağıtılmadığını sormuş lar.sonuçta yargıtay sayfasında a.i.h.m dosya sorgulada bu davaların mülkiyet hakkı kavramlarında tam metni bulunmakta saygılarımla.sessiz kalmayınki yarın bir gün sizin içinde bağıran çıksın....yoksa sizler içinde hak arayacak kimse bulamazsınız yunanlıdaki yürek hepimizde olmalı bize bir hak verildiyse o hakka sonuna kadar sarılın..

malina
29-12-2008, 11:05
Hocam bunu yazdıkta yazı uzun olduğundan kabul etmedi.

Tüm yazıyı tek yazı alanına yazmayın. Konuyu yanıtla diyerek diğer kısımlarını yapıştırın.
Konuyu anlamlı bölümlere böler, başlık kısımlarını kalınlaştırırsanız, algılaması daha kolay olacaktır.

Ayrıca paragraf yapmanız çok önemli, yani iki kez enter tuşuna basmanız. Blok halindeki yazıları okumak zor.

Bu tür yazılarızı, düzelt düğmesini kullanarak, tekrar düzenleyebilirsiniz.

angel67
29-12-2008, 16:21
zaten bu yazdıklarım yargıtayın sayfasından a.i.h.m dosya sorgulada tam metni var oradan bilgi alına bilir.mülkiyet hakkı ihlalinden a.i.h.m kestikleri anlatılıyor.vatandaşı haklı ormanı suçlu bulmuşlar ve hukuk gerçek suçluyu bulmuş vatandaşının hakkını tanımıyan devlet......

angel67
29-12-2008, 16:28
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ

ESKİ İKİNCİ DAİRE

KÖKTEPE - TÜRKİYE DAVASI


(Başvuru no: 35785/03)

KARAR ÇEVİRİSİ
(Esas Hakkında)

STRAZBURG

22 Temmuz 2008

İşbu karar Sözleşme’nin 44 § 2. maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde kesinleşecek olup şekli bazı düzeltmelere tabi tutulabilir.



Köktepe-Türkiye davasında,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (Eski İkinci Daire), 22 Nisan 2008 ve 17 Haziran tarihlerinde aşağıdaki şekilde toplanmış ve 17 Haziran 2008 tarihinde izleyen kararı benimsemiştir:

François Tulkens, Başkan,
Antonella Mularoni,
Ireneu Cabral Barreto,
Rıza Türmen,
Vladimiro Zagrebelsky,
Danuté Jociene,
Dragoljub Popovic, Hakimler,
Ve Sally Dollé, Daire Katibi,


USUL

1. Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhinde açılan (35785/03) başvuru numaralı davanın nedeni, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Halil İbrahim Köktepe’nin (“başvuran”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur.

2. Başvuran AİHM önünde Çanakkale Barosu avukatlarından Sayın M. Öztok tarafından temsil edilmektedir. Türk Hükümeti (“Hükümet”) ise kendi ajanı tarafından temsil edilmektedir.

3. Başvuran, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

4. AİHM, 8 Kasım 2005 tarihinde, başvuruyu Hükümet’e tebliğ etmeye karar vermiştir. AİHS’nin 29. maddesinin 3. fıkrasında da ifade edildiği üzere AİHM, başvurunun kabul edilebilirliği ile esasının birlikte incelenmesine karar vermiştir.

5. Hem Hükümet hem de başvuran ek olarak yazılı görüşlerini bildirmişlerdir (İç Tüzüğün 59.maddesinin 1.fıkrası).

6. 22 Nisan 2008 tarihinde Strazburg’da İnsan Hakları Sarayı’nda halka açık bir duruşma düzenlenmiştir (İç Tüzüğün 59. maddesinin 3. fıkrası).

Sözkonusu duruşmada

-Hükümet adına,
A. M. Özmen, ajan,
H.T. Ceyhan
A. Demir,
E. Demir,
A. Emüler,
V. Sirmen,
Ş. Pala,
E. Esin,
Ö. Gazialem,
H. Ardor, avukatlar,

-Başvuran adına ise,
M. Öztok, avukat,
H.İ. Köktepe, başvuran, hazır bulunmuşlardır.

AİHM, Sayın Özmen’in ve Sayın Öztok’un ifadelerini dinlemiştir.

OLAYLAR

I. DAVANIN KOŞULLARI

7. Başvuran, 1955 doğumlu olup Çanakkale’de ikamet etmektedir.

A. Başvuranın arazisinin, “ormanlık alan” olarak nitelendirilmesine ilişkin süreç

8. Hazine Müsteşarlığı, 30 Ocak 1953 tarihinde, Toprak Komisyonu’nun 15 Haziran 1952 tarihli bir kararı ile bir şahsa Saricali (Çanakkale) bölgesinde bulunan 21.200 m²’lik bir arazi satmıştır. Sözkonusu satış, vatandaşların mülk sahibi olabilmelerini amaçlayan bir program çerçevesinde gerçekleşmiştir. Arazi, sözkonusu kişi adına tapuya tescil edilmiştir (745 numaralı parsel); tapu kayıtlarında arazı tarla olarak nitelendirilmiştir.

9. Sözkonusu arazi, 1953 tarihinden 1993 tarihine kadar dört kez el değiştirmiştir. Başvuran ise 26 Temmuz 1993 tarihinde sözkonusu arazinin sahibi olmuştur. Başvurandan önce sözkonusu araziye sahip olan diğer üç kişide de olduğu gibi, başvuran adına da Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü tarafından tapu senedi düzenlenmiştir.

10. Kadastro Komisyonu, 24 Ağustos 1990 tarihinde, ormanlık arazinin sınırlandırılması çalışmalarını başlatmıştır, bu tedbirler sonucunda bu parsel kısmen (haritalarda 20 ila 24 numaralı noktalarda gösterilen, kuzey kısmı) ormanlık alan sınırları içerisinde kalmıştır. Dosyada yer alan unsurlara göre, Komisyon’un o dönemde aldığı karar, 19 Kasım 1990 tarihinde halka açık bir şekilde alınmış olup tapu kayıtlarında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.

11. Başvuran, 17 Temmuz 1996 tarihinde Orman Genel Müdürlüğü’nün ormanlık alanların sınırlandırılması hususunda aldığı karar aleyhinde Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuştur (“Mahkeme”). Başvuran, Kadastro Komisyonu’nun eyleminin hatalarla dolu olduğunu ifade etmiştir.

12. Mahkeme, ve aynı şekilde bilirkişiler (tarım, orman ve teknik alanlarında uzman), davaya taraf olan kişilerin avukatları ve yerel şahitler incelemeler yapmak üzere birçok kez dava konusu araziye gidip incelemelerde bulunmuşlardır.

13. İlk olay yeri incelemesi, 10 Ekim 1997 tarihinde gerçekleştirilmiştir. 17 Ekim 1997 tarihinde, orman bilirkişisi tarafından hazırlanan bilirkişi raporu dosyaya eklenmiştir. Bilirkişi, Kadastro Komisyonu’nun, araziyi 19 ila 25 numaraları ile numaralandırdığını, arazinin B kısmının “ormanlık alan” içerisinde yer aldığını fakat arazinin A kısmının “ormanlık alan dışı” olarak nitelendirildiğini tespit etmiştir. Bilirkişi, olayların meydana geldiği dönemde arazinin “orman örtüsü” ile kaplı olmadığını fakat Çanakkale Asliye Ceza Mahkemesi önünde görülmekte olan 1995/205 numaralı dosyada ise başvuranın “orman örtüsünü” yok etmeye yönelik faaliyetlerde bulunmak suçuyla arandığını tespit etmiştir. Bilirkişi aynı zamanda arazide yer yer makilerin mevcut olduğunu tespit etmiş ve dava konusu arazinin tamamının ormanlık alan olduğuna karar vermiştir.

14. Tarım bilirkişisi, 30 Ekim 1997 tarihinde hazırladığı raporu dosyaya sunmuştur. Bilirkişi, sözkonusu arazi üzerinde uzun zamandan beri hiçbir tarım faaliyetinin yapılmadığını, arazide % 15 ila % 20 oranında bir yükseklik farkının mevcut olduğunu tespit etmiş ve arazi türünün otlağa benzer özellikler taşıdığına kanaat getirmiştir.

15. Başvuran, 16 Aralık 1997 tarihinde bu raporlara itiraz etmiş ve yeni bir bilirkişi incelemesi yapılmasını talep etmiştir.

16. 12 Nisan 1998 tarihli bilirkişi incelemesi sırasında, tarım bilirkişisi ile teknik bilirkişisi dava konusu araziyi, havadan çekilen fotoğraflar, ülke haritası, bölgeleme planı ışığında ve özellikle de başvuranın avukatının yanında incelemişlerdir.

17. Tarım bilirkişisi, 28 Mayıs 1998 tarihli raporunda her ne kadar dava konusu arazi 1957 tarihli ülke haritasında yeşil olarak belirtilmişse de, arazinin tarım alanı olarak değerlendirilmesi gerektiğine kanaat getirmiştir. Bilirkişi, arazide makilerin ve çalılıkların yer aldığını ifade etmiştir. Fotokopi çekilmesi yasak olduğundan, haritanın bir nüshasının dosyaya eklenmesi mümkün olmamıştır. Bilirkişi, arazi üzerinde tespit edilen yükseklik farkının, A kısmında %8 ila 10 arasında, B kısmında ise % 18 ila 20 arasında olduğunu tespit etmiştir.

18. 14 Temmuz 1998 tarihinde, üç orman bilirkişisinden oluşan Kurul, ülke haritasından, dosyaya eklenmemiş olan havadan çekilmiş olan fotoğraflardan (fotokopisinin çekilmesi yasak olduğundan) ormanlık alan haritasının ve aynı zamanda Orman Kadastrosu’nun tutanaklarından ve haritasından yola çıkarak raporunu hazırlamıştır. Kurul aynı zamanda, Yargıtay İçtihat Birleştirme Dairesi tarafından alınan 22 Mart 1996 tarihli karara atıfta bulunmuştur. Sözkonusu kararda, 1953 yılında şahıslara verilen tapu senetlerinin, olayların meydana geldiği dönemde bölgede makilerin ve çalılıkların var olduğu ve arazinin orman alanı olarak değerlendirilmediği dönemlerden itibaren geçerli olduğu ifade edilmiştir. Arazi üzerindeki yükseklik farkı hususunda ise Kurul, bu farkın arazinin A kısmında %6 ila 10 arasında, B kısmında ise %15 ila 20 arasında olduğunu tespit etmiştir. Bu hususlar dikkate alındığında, raporda, çoğunluk tarafından dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmeyeceği belirtilmiştir. Orman bilirkişilerinden biri olan M.K., sunduğu ayrık oy görüşünde, dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi gerektiğini ifade etmiş ve bilirkişi kurulunun, Yargıtay Kararı’na atıfta bulunmaması gerektiğini belirtmiştir.

19. Bilirkişiler, 13 Nisan 1999 tarihinde sundukları ek raporda, dava konusu arazinin bir kısmının (13.625 m²) maki ve çalılıklarla kaplıyken diğer kısmının ise (7.525 m²) tarım arazisi niteliğinde olduğunu belirtmişlerdir.

20. Başvuran, 1 Eylül 1999 tarihinde bilirkişi incelemesine ve özellikle de ayrık oy görüşüne ilişkin görüşlerini dosyaya sunmuştur.

21. 30 Haziran 2000 tarihinde üç kişiden oluşan bir Kurul tarafından yeni bir bilirkişi raporu düzenlenmiştir. Raporda Kurul, tıpkı sınırlama komisyonu gibi, dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer aldığına kanaat getirmiştir.

22. Mahkeme, 16 Kasım 2000 tarihinde dosyaya eklenen bilirkişi raporlarının arasında farklılıklar bulunduğunu tespit etmiştir. Bununla birlikte Mahkeme, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Dairesi’nin aldığı kararın, haritalardan yola çıkılarak yapılan bir bilirkişi incelemesini etkileyecek nitelikte olmadığına karar vermiştir. Dava konusu arazinin, ormanlık alan içerisinde yer aldığına ilişkin olarak hazırlanan bilirkişi raporunun sonuçları ışığında Mahkeme, özünde orman alanı olan arazilerin, mülk edinilmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak başvuranın talebini reddetmiştir.

23. Başvuran, 6 Ağustos 2003 tarihinde Yargıtay’a başvurmuştur. Başvuran, ilk aşamada gerçekleştirilen bilirkişi incelemelerinin, planlar, havadan çekilmiş fotoğraflar ve 1945 öncesinde hazırlanan düzenleme planlarına dayanmaması nedeniyle eksiklikler taşıdığını ifade etmiştir.

24. Yargıtay 29 Ocak 2004 tarihinde başvuranın başvurusunu reddetmiş ve ilk derece Mahkemesi kararını onamıştır. Yargıtay, toplanan delil unsurları ve dosya içeriğinden hareketle, dava konusunun, sözkonusu arazinin 6831 sayılı Yasa uyarınca sınırlandırılması hususunda olduğunun ve hiçbir unsurun sınırlama komisyonunun, sözkonusu araziyi 5653 sayılı Orman Kanunu uyarınca maki alanı olarak nitelendirdiğini ortaya koymadığının altını çizmiştir. Zira, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Dairesi’nin kararı uyarınca, yalnızca maki alanı olarak nitelendirilen arazilerin bir değerinin olması mümkündür. Yargıtay aynı zamanda, arazi üzerindeki yükseklik farkının %18 oranında olduğunu ve bu oranın %12’yi aştığı andan itibaren arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi gerektiğini de tespit etmiştir.

25. Başvuran tarafından yapılan düzeltme başvurusu, 2 Temmuz 2004 tarihinde Yargıtay tarafından reddedilmiştir.

B. Başvuranın mahkum edilmesi ile sonuçlanan ceza davası

26. Çanakkale Cumhuriyet Savcısı, 17 Mart 1995 tarihinde, aralarında başvuranın da buşunduğu birkaç kişiyi, Tapu Kadastro’da başvuran adına kayıtlı (745 numaralı parsel) olan Saricali (Çanakkale) bölgesinde bulunan arazinin bir kısmını (9 280 m²), 22 Şubat 1995 tarihinde bir buldozer yardımıyla izinsiz olarak orman vasfını yitirmesine teşebbüs etme suçuyla itham etmiştir.

27. Başvuran, 19 Kasım 1996 tarihinde Çanakkale İlk Derece Ceza Mahkemesi (“Ceza Mahkemesi”) tarafından serbest bırakılmıştır.

28. Yargıtay, 24 Aralık 1997 tarihinde ilk derece Mahkemesi kararını bozmuştur.

29. Çanakkale Cumhuriyet Savcısı, 23 Aralık 1995 tarihinde, ağaçsızlaştırılan arazide buğday ektiği gerekçesiyle başvuranı 18 Ocak 1996 tarihinde bir kez daha itham etmiştir.

30. Mahkeme, belirtilmeyen bir tarihte iki davanın birleştirilmesine ve Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi önünde görülmekte olan ve 2 Temmuz 2004 tarihinde nihai şeklini alan arazinin sınırlandırılmasına ilişkin olarak açılan hukuk davasının sonucunu beklemeye karar vermiştir.

31. Ceza Mahkemesi, 13 Aralık 2005 tarihinde, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 93.maddesinin 1. ve 3. fıkraları uyarınca iki kez olmak üzere başvuranı bir yıl üç aylık hapis cezasına mahkum etmiştir. Mahkeme, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nun 55. maddesinin 1. ve 3. fıkraları uyarınca bu cezanın, üç yıllık bir süre için ertelenmesine karar vermiştir. Mahkeme bu kararını aşağıda yer alan argümanlara dayandırmıştır:

“Her ne kadar sanık Halil İbrahim [Köktepe] dava konusu araziyi satın almış ve tapu siciline kendi adına kaydettirmişse de, Yargıtay’ın onama kararında da tespit ettiği üzere, 1991 tarihinde kesinleşen orman arazilerinin sınırlandırılması işleminden haberdar olduğu açıktır. Ormanlık alan sınırlandırılması nedeniyle tapu senedi geçersiz olacağından, ilgilinin iyi niyetle araziyi ormansızlaştırdığını ve ilgilinin bunu bildiğini de ileri sürmemiz mümkün değildir. Suçun tespit edildiği bir ifade tutanağının aleyhinde hazırlanmış olması sonrasında dava konusu arazi üzerinde buğday ektiği ve bizzat kendisinin hukuk mahkemeleri önünde iptal davası açtığı hususu dikkate alındığında, sanığın, suçun kasıtlı olmadığına ilişkin savunması tutmamaktadır.

Tapu senedinin hukuki niteliğinin kaybolmasına ilişkin eleştiriler hususunda ise bu eleştiriler, Mahkeme tarafından davanın incelenmesi çerçevesinde yer almamaktadır. Bu alandaki yetkili Mahkeme, bu konudaki kararını vermiş ve sözkonusu karar da Yargıtay tarafından onanmıştır. İşte bu nedenledir ki işbu Mahkeme’nin bu aşamada ormanlık arazi sınırlandırmasının ve dolayısıyla sanık adına dzenlenen tapu senedinin hukuki bakımdan uygun olup olmadığı hususunu incelemesi mümkün değildir. Burada asıl incelenmesi gereken husus, sanığın suç niteliği taşıyan bir niyetinin olup olmadığının tespit edilmesidir; yukarıda da izah edildiği üzere, hukuk mahkemelerine başvurulmuş olması suçun kasıtlı yapılıp yapılmadığı hususunu ortadan kaldırmamaktadır, mevcut Mahkeme, her iki davada da suç işleme amacıyla hareket ettiğinden Halil İbrahim’in [Köktepe] cezalandırılması gerektiği sonucuna varmıştır”

32. Yargıtay, 28 Mayıs 2008 tarihinde tebliğ edilen 4 Şubat 2008 tarihli bir kararla başvuranın başvurusunu reddetmiştir.

C. Başvuranın tapu senedinin iptal edilmesine ve Hazine adına tapuya tescil edilmesine ilişkin süreç

33. Orman Bakanlığı, 28 Eylül 2007 tarihinde dava konusu arazi ile ilgili başvuranın tapu senedinin iptal edilmesi ve arazinin, Hazine adına tapuya tescil edilmesi amacıyla Çanakkale Kadastro Mahkemesi’ne başvurmuştur. Orman Bakanlığı aynı zamanda arazinin üçüncü kişilere transfer edilmesini önlemek amacıyla bir takım tedbirlerin alınmasını talep etmiştir.

34. Aynı gün Mahkeme tedbirlerin alınmasına ilişkin talebi kabul etmiş ve Tapu Sicil Müdürlüğü’nden kayıtlarda bu konuyla ilgili olarak bir ibarenin eklenmesini emretmiştir.

35. 22 Nisan 2008 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde görülen duruşmada, davanın hala mahkeme önünde görülmekte olduğu ve bir sonraki duruşma tarihinin 2 Temmuz 2008 olarak belirlendiği ifade edilmiştir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMASI

A. Anayasal hükümler

36. 1924 Anayasası’nın 74. maddesi aşağıdaki şekildedir;

“Kamu faydasına gerekli olduğu usulüne göre anlaşılmadıkça ve özel kanunları gereğince değer pahası peşin verilmedikçe hiç kimsenin malı ve mülkü kamulaştırılamaz.

Çiftçiyi toprak sahibi kılmak ve ormanları devletleştirmek için alınacak toprak ve ormanların kamulaştırma karşılığı ve bu karşılıkların ödenişi özel kanunlarla gösterilir.”

37. 1982 Anayasasının ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:

“XII. Mülkiyet Hakkı
MADDE 35- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
(...)
D. Kamulaştırma
MADDE 46 - (Değişik madde: 03/10/2001 – 4709 S.K.) Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.
E. Devletleştirme ve özelleştirme
MADDE 47- (Değişik madde: 13/08/1999- 4446 S.K.) Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.
Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.
Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller kanunla gösterilir.
Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir.
(...)
IV. Ormanlar ve orman köylüsü
A.Ormanların Korunması ve Geliştirilmesi
MADDE 169 - Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.
Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.
Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.
B. Medeni Kanun
38. Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:
MADDE 683 § 1 – “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.”
MADDE 705 § 1- “Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.”
MADDE 1007 § 1- “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.”
C. Ormanlar hakkında Kanunlar
39. 1937 tarihine kadar, ormanlarla ilgili olarak hiçbir özel düzenleme yapılmamıştır. 3 Şubat 1937 ve 31 Ağustos 1956 tarihleri arasında ormanlık arazilerle ilgili beş temel kanun kabul edilmiştir, bu kanunlar 3116 (1937), 4785 (1945), 5653 (1950), 5658 (1950) ve 6831 (1956) sayılı kanunlardır.
1. 8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Orman Kanunu
40. Bu Kanun’da yer alan 1. maddede “orman” kavramının tanımı yapılmaktadır. Aynı Kanun’un 3.maddesi uyarınca, dört çeşit ormanlık alan mevcuttur: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanlar ve hususi ormanlar. Bu ormanlar, devlete ait olup vergi ödeyen kişilerce işletilebilen ormanlardır.
2. 9 Temmuz 1945 tarihli ve 4785 sayılı Orman Kanunu

41. Orman Kanunu’nun 1. maddesi aşağıdaki şekildedir:

“Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte var olan gerçek veya tüzel özel kişilere, vakıflara ve köy, belediye, özel idare kamu tüzel kişiliklerine ilişkin bütün ormanlar bu kanun gereğince devletleştirilmiştir. Bu ormanlar hiç bir işlem ve bildirime lüzum olmaksızın Devlete geçer.”

42. Bu Kanun’un 4. maddesi devletleştirme işlemine özellikle de şahısların emekleri ile dikilen çeşitli ağaçların bulunduğu ormanların devletleştirilmesi bir takım istisnalar getirmektedir.

43. Bu Kanun’un 7. maddesi devletleştirme işleminde tazminat ödenmesini öngörmektedir.

3. 24 Mart 1950 tarihli ve 5653 sayılı Orman Kanunu

44. 5653 sayılı Kanun, orman alanını yeniden tanımlamaktadır. Bu Kanun’un 1 § c maddesi uyarınca, makilerle kaplı arazinin korunması ya da bu Kanun ile belirlenen koşullar uyarınca ürün vermesi halinde makiler artık orman olarak nitelendirilmemektedir.

45. Yine aynı şekilde 1. madde uyarınca, 3 Nisan 1950 tarihinden itibaren, ormanvasfını yitirmiş alanlar artık orman olarak nitelendirilemeyecektir.

46. Bu Kanun üç çeşit ormanın varlığından söz etmektedir: Devlet ormanları, kamu tüzel kişilere ait ormanlar (köy ve belediyeler) ve hususi ormanlar.

4. 24 Mart 1950 tarihli ve 5658 sayılı Orman Kanun

47. 5658 sayılı Kanun’un 1. maddesi bazı koşullarda devletleştirilen ormanların iadesini öngörmektedir:

“9 Temmuz 1945 tarihli Kanun ile devletleştirilen ormanlar arasında, devlet ormanları arasında bulunmayan tarla, bağ, bahçe, hususi ormanlara benzer alanlar, şehir, şehir meraları, ve köylere, gerçek ya da tüzel kişilere ait olan ve Orman Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca orman olarak nitelendirilmeyen alanlarla çevrili ormanlar malikleri ya da varislerinin isteği üzerine iade edilir.”

5. 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu

48. Bu Kanun’un 1. maddesinde “orman” kavramı açıklanmakta ve istisnaları sayılmaktadır.

49. Kanun’un 2. maddesinin B fıkrasında (5 Haziran 1986 tarihinde 3302 sayılı Kanun ile değiştirildiği şekliyle):

“31 Aralık 1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerden; tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep fıstığı, çam fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler ile şehir kasaba ve Köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları, Orman sınırları dışına çıkartılır.

Orman sınırları dışına çıkartılan bu yerler Devlete ait ise Hazine adına hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ise bu müesseseler adına, hususi orman ise sahipleri adına orman sınırları dışına çıkartılır. Uygumla kesinleştikten sonra tapuda kesin tashih ve tescil işlemi yapılır.”

50. 4. madde uyarınca malik ve İdare açısından üç çeşit orman bulunmaktadır; Devlet ormanları (7 ila 44. maddeler), kamu tüzel kişilere ait ormanlar (45 ila 49. maddeler) ve hususi ormanlar (50 ila 55. maddeler).

51. Bu kanunun 7. maddesi uyarınca, Devlet ormanları ya da hususi ormanların niteliği Orman Kadastro Komisyonları tarafından belirlenir. Öte yandan Kanun’un 7 ila 12. maddeleri Kadastro Komisyonlarının çalışma esaslarını belirlemiştir.

52. Devlet ormanları, Devlet’in koruması altındadır. Devlet ormanlarının orman vasfını bozmaya yönelik her türlü eylem yasaklanmış olup suç teşkil etmektedir (14 ila bilhassa 19. madde). 79 ila 90. maddeler kanuna aykırı eylemler karşısında uygulanacak usulü anlatmaktadır. 91 ila 114. maddelerde ceza hukuku hükümleri yer almaktadır. Bazı suçlar için öngörülen cezaların, suç teşkil eden eylemi gerçekleştiren kişi sözkonusu ormanın sahibi ise, düşürülmesi mümkündür (Bkz. örneğin, 91 § 6. madde).

53. Hususi ormanlar, Devlet’in kontrolüne ve denetimine tabiidir. Maliklerinin ise sınırlı bir düzeyde işletme hakkı bulunmaktadır. Ayrıca, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında, orman sahipleri, arazinin yatay alanının yüzde altısını ( % 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapabilir.

54. 6831 sayılı Kanun, 1744 (1973), 2896 (1983), 3302 (1986), 3373 (1987), 3493 (1988), 4079 (1995), 114 (1995), 4570 (2000) 4999 (2003), 5177 (2004), 5192 (2004) ve 5728 (2008) sayılı Kanunlarla birkaç kez değiştirilmiştir.

D. 21 Haziran 1987 tarihli ve 3402 sayılı Kanun

55. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro sonuçlarının ilanı” başlıklı 11. maddesi uyarınca, Kadastro müdürü, askı cetvellerini düzenler, bu cetvelleri ve pafta örneklerini, Kadastro Müdürlüğünde ve ayrıca muhtarın çalışma yerinde 30 gün süre ile ilan ettirir. İtirazı olanların, ilan süresi içinde kadastro mahkemesine başvurarak dava açabilmeleri mümkündür. Kadastro müdürü bu işlemleri, kadastro ekibinin çalışma alanındaki işini bitirdiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde yapmak zorundadır. Bu Kanun gereğince yapılan ilanlar, ilgili gerçek kişilere, kamu ve özel hukuk tüzel kişilerine şahsen tebliğ edilmiş sayılır.

56. Ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinde, 30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitlerin kesinleşeceği öngörülmektedir. Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.

Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.
Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.
E. Ulusal İçtihat

57. 23 Haziran 1964 tarihinde, Anayasa Mahkemesi, ilgili dönemde yürürlükte olan ve kamulaştırma tazminatını, mülkün gerçek değerinden yola çıkarak hesaplayan Anayasa’nın 38. maddesi ile çelişkili olduğu gerekçesiyle 4785 sayılı Orman Kanunu’nun 3 ve 4. maddelerini iptal etmiştir. 3. madde, devletleştirilen ormanın değerinin vergi beyanından yola çıkılarak tespit edilebileceğini ifade etmekteydi. 4. madde ise devletleştirilen bir ormanda mevcut yapıların alımına ilişkin kriterleri tanımlamaktaydı. İlgili maddelerin iptalinin bu alanda bir hukuk boşluğu doğurup doğurmayacağı hususunda ise Anayasa Mahkemesi’nin cevabı izleyen satırlarda yer almaktadır:

“(…) sözkonusu hükümler iptal edildiğine, kamulaştırmaya ilişkin genel hükümler, ormanların kamulaştırılması işlemine de uygulanacaktır.”

58. Yargıtay, 28 Mart 1995 tarihinde, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu tespit etmiştir. Yargıtay kararında, Hazine’nin sorumluluğunu ortaya koyacak kriterleri saymıştır: bu kriterler, bir zararın var olması, bir memurun hukuka aykırı eyleminin var olması, zarar ile eylem arasında nedensellik bağının mevcut olmasıdır. Yargıtay aynı zamanda zararın kesin bir şekilde meydana gelmiş olması ve tazminat talebinin, zararın nihai olarak meydana geldiği tarihten en geç bir sene sonra ve her halükarda on seneklik genel bir süre zaman aşımı süresinde talep edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

59. Yargıtay, 26 Nisan 1999 tarihli bir kararında, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu yinelemiştir. Bununla birlikte ilgili, verecekli olan kişinin mülküne bir takım tedbirlerin konmasını sağlayamamış szira tapu sicil kayıtları usulüne uygun olarak tutulmamıştır.

60. Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu, 7 Mayıs 2002 tarihinde, dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle tapu senedinin Kadastro Mahkemesi tarafından iptal edilmesi halinde, yetkinin adli hakimde olduğunu tespit etmiştir (daha sonra ise orman niteliğini kaybettiğinden bu arazi ormanlık alan kapsamının dışına çıkarılmıştır). Bu davada, hakimler ilgilinin tapu senedinin iptal edilmesine neden olan Kadastro Mahkemesinin kararına dayanarak tazminat talebini reddetmişlerdi. Hakimler, bu kararın hukuka uygun olduğuna kanaat getirmiştir.

61.Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, 7 Mayıs 2002 tarihli kararında başvuranın talebini reddeden esasa bakan Mahkemenin kararını bozmuş ve Kadastro Komisyonu’nda çalışan ve dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer almadığına yanlışlıkla karar veren kişilerin hatalı eylemleri nedeniyle Hükümet’in objektif sorumluluğunun mevcut olduğunu tespit etmiştir. Esasında, bu hatalı eylem nedeniyle tapu kayıtlarına güvenen ve üçüncü kişilere satışı yapılan arazinin orman niteliği ile ilgili olarak tapu sicil kayıtlarında herhangi bir ifade yer almamıştır. Dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu’nun kararları neticesinde 1959 yılında üçüncü şahıslar adına tapuya tescil edilmiş ve bu kişiler için ilk defa kendi adlarına bir tapu belgesi düzenlenmiştir. Başvuran, arazinin orman vasfına sahip olduğuna dair hiçbir ibarenin yer almadığı tapu sicil kayıtlarında yer alan bilgilere güvenerek araziye 1994 yılında sahip olmuştur. 1977-1982 yılları arasında Kadastro Komisyonu yeni çalışmalar yürütmüş ve dava konusu arazinin orman vasfını yitirmiş olması sebebiyle artık orman vasfını taşımadığına karar vermiştir. Komisyon arazinin ormanlık alan dışına çıkarılmasına karar vermiştir. Bu ibare, 1995 yılında tapu sicil kayıtlarında da yer almıştır.

62. Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesi, 30 Ekim 2006 tarihinde, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde arazinin kaydının yapılması nedeniyle dile getirilen tazminat taleplerine bakma yetkisinin İdari Hakim’de olduğunun belirtildiği Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 12 Haziran 2006 tarihli kararını onamıştır. Arazi, 1953 yılında ilgili tarafından satın alınmıştır. Daha sonra ise Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde kendi adına tapuya tescil edilmiştir. İzleyen zamanda ise ilgilinin tapu belgesi, arazinin ormanlık alan içerisinde yer aldığı gerekçesiyle iptal edilmiştir. Mahkeme, izleyen nedenlerle talebi reddetmiştir:

“Başvuran, iki eyleme dayanarak tazminat talebinde bulunmaktadır, bu eylemler tapu belgesinin düzenlenmesi ve daha sonra ise sınırlama nedeniyle belgenin iptal edilmesidir. Başvuran, kendisinin tapu belgesinin sahibi olmasına rağmen gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde orman sınırlamasının neticesinin kendisine tebliğ edilmediğini ve bu noktada İdare’nin hatalı olduğunu belirtmektedir. İdari bir eylem neticesinde meydana gelen bir zararın tazmin edilmesi talebi yalnızca İdare Mahkemesi önünde dava açılarak dile getirilebilir.”

30 Ocak 2008 tarihinde, yukarıda ifade edilen ve 5 Aralık 2007 tarihinde başvurusu yapılan davada davacının avukatı olan (ve aynı zamanda mevcut davada başvuranın avukatı olan) Sayın M. Öztok’un, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu daha önceki iki karar arasında çelişkinin mevcut olmadığını ve bu nedenle içtihadı birleştirme kararının alınmasının gerekli olmadığını belirtmiştir.

63. Yargıtay Genel Kurulu, 19 Nisan 2006 tarihli bir kararla, Tapu Sicil Müdürlüğü’nde görevli memurların eylemleri nedeniyle Devlet’in objektif sorumluluğunun bulunduğunun belirtildiği esasa bakan Mahkeme’nin kararını onamıştır. 1976 yılında üçüncü bir kişi sahte bir mahkeme kararı kullanarak araziyi davacıya satmıştır, oysaki 1954 yılında dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu tarafından mera olarak nitelendirilmiş ve bu nedenle kamusal alan içerisinde yer almıştır. Esasa bakan Mahkeme, talebi kısmen kabul etmiş ve davacının sözkonusu arazi üzerinde ektiği bitkiler ve inşa ettiği ev için bir tazminat ödenmesine karar vermiştir. Yargıtay, davacının üçüncü kişilere başvurabilmesinin, İdare’nin objektif sorumluluğunu ortadan kaldıramadığını kaydetmektedir. Herhangi bir hatanın işlenmemiş olması halinde bile, üç durumun bir araya gelmiş olması sebebiyle Devlet’in sorumluluğu bulunmaktadır: hatalı bir eylemin varlığı, bir zararın varlığı ve hatalı eylem ile oluşan zarar arasında bir nedensellik bağının mevcudiyeti. Ayrıca Yargıtay, sicil kayıtlarına güvenen kişinin iyi niyetini koruyan Medeni Kanun’un ilgili maddelerine atıfta bulunmuştur.

64. Bursa İdare Mahkemesi, 26 Haziran 2006 tarihinde davacının arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle tapu belgesinin iptal edilmesi sonrasında uğradığını iddia ettiği zararın tazmin edilmesi talebini reddetmiştir. Davacı, kendisini ratione materiae yetkisiz ilan eden adli hakime başvurduktan sonra İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. İdare Mahkemesi’ne göre, başvuru gecikmiş bir başvuru niteliği taşımaktaydı, zira talebin tapu belgesinin iptal edilmesine ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren altmış gün içinde yapılması gerekmekteydi.

65.Hükümet tarafından dosyaya eklenen belge uyarınca, Sayın M. Öztok (mevcut davada başvuranın avukatı), Devlet’in objektif sorumluluğunun tespit edilebilmesi amacıyla müvekkillerinden birinin adına Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. Bu davada, müvekkilinin tapu senedi, arazisinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir. Sayın Öztok bu başvurusunda, ratione materiae bakımından kendisini yetkisiz ilan eden Çanakkale Asliye Mahkemesi tarafından başvurusunun reddedildiğini açıklamıştır. Çeşitli Mahkemeler arasında yetki sorunun mevcut olduğunu belirten Öztok, İdare Mahkemesi’nden, yeni bir yetkisizlik kararının benimsenmemesi için davanın Uyuşmazlık Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir. Öztok aynı zamanda, mülkiyet hakkı ve orman alanında düzenlenen hükümlerin birbirleri ile çelişkili olduğunu iddia ederek davanın Anayasa Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir.

angel67
29-12-2008, 16:32
HUKUK AÇISINDAN

66. Başvuran, kendisine herhangi bir tazminat ödenmeksizin arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini belirtmektedir. Başvuran aynı zamanda AİHS’nin 6. maddesinin 1.fıkrasının da ihlal edildiğini ifade etmektedir.

I. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

A. Kabul edilebilirlik hakkında

67. Hükümet öncelikle sözkonusu davanın, başvurunun yapıldığı tarihte halen ulusal mahkemeler önünde görülmekte olduğunu belirterek AİHM’den şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

68. AİHM, arazinin sınırlandırılmasına ilişkin iç hukukta görülen davanın, 2 Temmuz 2004 tarihinde Yargıtay kararıyla sona erdiğini tespit etmektedir. AİHM, iç hukuktaki başvuru yollarının son aşamasına, başvurunun yapılmasından sonra fakat kabul edilebilirlik kararını benimsemesinden önce başvurulmasını tolere edebileceğini hatırlatmaktadır (mutatis mutandis, Ringeisen-Avusturya, 16 Temmuz 1971 tarihli karar, A serisi no: 13, s. 38, § 91, ve E.K.-Türkiye (karar), no:28496/95, 28 Kasım 2000). Sonuç itibariyle AİHM itirazın bu kısmını reddetmektedir.

69. Hükümet ayrıca başvuranın, 19 Kasım 1990 tarihli Kadastro Komisyonu’nun kararına karşı hiçbir başvuru yapmamış olması sebebiyle AİHM’den başvuruyu kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

70. Başvuran Hükümet’in iddiasına itiraz etmektedir.

71. AİHM, başvuranın esas itibariyle Kadastro Komisyonu’nun 19 Kasım 1990 tarihli kararına itiraz etme imkanının bulunmadığını, zira başvuranın o tarihte henüz arazinin sahibi olmadığını tespit etmektedir. Ayrıca dosyada yer alan hiçbir unsurun, dava konusu arazinin satın alındığı 1993 tarihinde, tapu kayıtlarında arazinin niteliğinin ormanlık alan olarak belirtildiğini ve başvuranın bundan haberdar olduğunu ortaya koymaya yetmediğini kaydetmektedir. Sonuç itibariyle AİHM, ulusal mahkemelerin süreye uyulmadığı gerekçesiyle başvuranın başvurusunu kabul edilemez ilan etmediklerini hatırlatmaktadır. Ulusal mahkemeler, dava esastan incelemiş ve başvuruyu reddetmişlerdir. Bu noktada, başvurunun bu kısmının da reddedilmesi uygun olacaktır.

72. Hükümet ayrıca başvuranın İdare’ye başvurarak tazminat talep edebileceğini ve açık ya da zımni bir ret cevabının verilmesi halinde ise İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli başvuru yolunun mevcut olduğunun belirtildiği Anayasa’nın ilgili hükümlerinden ve ya İdari Usul Kanunu’nun ilgili hükümlerinden yola çıkarak, tapu senedinin iptal edilmesi sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilebilmesi amacıyla bir dava açabileceğini belirtmektedir. Bununla ilgili olarak Hükümet, yukarıda ifade edilen ulusal içtihada atıfta bulunmaktadır. Hükümet aynı zamanda Sayın M. Öztok’un (mevcut davada başvuranın avukatı) bizzat kendisinin de, Devlet’in mevcut davada objektif sorumluluğunun bulunduğunu belirterek, 11 Aralık 2006 tarihinde Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurduğunu ve davanın halen ilgili mahkeme önünde görülmekte olduğunu belirtmektedir (yukarıda yer alan 65. paragraf).

73. Başvuran bu iddialara itiraz etmektedir. Başvuran, bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin nihai bir hukuk kararına itiraz etmesini sağlayacak idari seviyede hiçbir iç hukuk yolunun bulunmadığını ifade etmektedir. Hükümet tarafından atıfta bulunulan içtihat ile ilgili olarak, istisnai bir iki durumun mevcut olduğunu, lakin prensip olarak bu türden bir talebin başarılı bir şekilde sonuçlanma ihtimalinin bulunmadığını belirtmektedir. Başvuran bu ifadesini destekleyebilmek amacıyla bu alandaki iç hukuk uygulamalarına ilişkin kararlara atıfta bulunmaktadır.

74. İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli yola başvurulabileceğine dair ilke uyarınca tazminat talep etme imkanının mevcut olduğu hususunda ise AİHM Doğrusöz ve Aslan-Türkiye (no: 1262/02, §§, 30 Mayıs 2006 tarihli karar) kararında buna benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır. Zira bu başvuru, adli sicil kaydında tapu kaydının yasal olmayan bir şekilde iptal edilmesi ile ilgilidir. Oysa ki mevcut davada, Çanakkale Kadastro Mahkemesi, orman sınırları içerisinde bulunan arazilerin şahsa ait olamayacağının belirtildiği orman alanına ilişkin mevzuata dayanarak başvuranın talebini reddetmiştir (Bkz., mutatis mutandis, Mehmet Ali Miçooğulları-Türkiye, no: 75606/01, § 17, 10 Mayıs 2007 tarihli karar).

75. Başvurandan, Devlet’in objektif sorumluluğun bulunduğundan yola çıkarak bir tazminat elde etmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasını bekleme hususu ile ilgili olarak, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve sınırlandırılmasının iptal edilmesi ile ilgili olarak yapmış olduğu ilk başvurunun reddedilmesinin ardından, yukarıda da zikredilen örneklerde olduğu gibi, AİHM, AİHS’nin 35 § 1. maddesinden doğan zorunluluğun, etkili, yeterli ve ulaşılabilir olan başvuru yollarının normal bir şekilde kullanılması ile sınırlandığını hatırlatmaktadır (Sofri ve diğerleri-İtalya (karar), no: 37235/97, AİHM 2003-VIII). Özellikle de AİHS yalnızca isnat edilen, uygun ve elverişli olan ihlallere ilişkin başvuru yollarının tüketilmesini önermektedir. Bu başvuru yolları, yeterli bir ölçüde, yalnızca teoride değil aynı zamanda uygulamada da mevcut olmalıdır, aksi durumda ise gerekli olan etkililik ve erişilebilirlik özellikleri mevcut olmayacaktır (Akdivar ve diğerleri-Türkiye, 16 Eylül 1996 tarihli karar, Derleme Kararlar ve Hükümler 1996-IV, s. 1210, § 66).

76. Buna karşın AİHM öncelikle, Hükümet tarafından isnat edilen kararlarda, ulusal mahkemelerin mülk sahibinin zarara uğramasına neden olan tapu sicil kayıtlarının her ne kadar devlet memurunun bir hatasının sonucu olmasa da bir “yanlışlık” sonucunda yapıldığını kaydetmektedir. Zira bu durumda hiçbir şey başvuranın ya da 1953’ten beri arsaya sahip olan kişilerin, tapu senetlerinin bir yanlışlık neticesinde verildiğini ortaya koymamaktadır. Sözkonusu arazinin tarım alanı olarak 1953 yılında Hazine tarafından bir şahsa satıldığı ve başvuranın, tapu sicil kaydında arazinin orman alanı olduğuna ilişkin hiçbir ibarenin yer almaması üzerine sözkonusu araziye sahip olan beşinci kişi olduğu hususu taraflar arasında tartışma konusu teşkil etmemektedir. Ulusal Mahkemeler, başvuranın dava süresince elde edilen kanıtlardan yola çıkarak sınırlamaya ilişkin talebini, araziyi tarım alanı olarak nitelendiren devlet memurları tarafından yapılan hatalı bir eylem nedeniyle değil de bu alanda uygulanabilir yasal hükümleri dikkate alarak reddetmiştir.

Daha sonra ise iki tarafça ileri sürülen içtihat ışığında, AİHM, bir şahsa ait bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin iç hukuk uygulamaları dikkate alındığında, Hükümet’in bu türden bir başvurunun ne kadar başarılı, yeterli ve ulaşılabilir olduğu hususunu hiçbir şekilde ortaya koyamadığı kanaatindedir.

Nihayetinde, AİHM, yüce mahkemeler önünde konu ile ilgili görülen davaların sonucu ile ilgili spekülasyon yapmaksızın, sözkonusu arazinin niteliğinin belirlenebilmesi amacıyla 1996 yılından 2004 yılına kadar zaten beklemiş olan başvurandan bir tazminat elde edebilmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasının beklenmeyeceğine kanaat getirmektedir (Bkz., mutatis mutandis, Guillemin-Fransa, 21 Şubat 1997 tarihli karar, Derleme 1997-I, § 50).

77. Sonuç itibariyle AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35 § 3. maddesi uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olmadığını tespit etmektedir. AİHM ayrıca şikayetin başka hiçbir kabul edilemezlik unsuru teşkil etmediği kanaatindedir. Bu nedenle şikayetin kabul edilebilir ilan edilmesi uygundur.

B. Esas Hakkında

78. Başvuran, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve bununla ilgili olarak ulusal mahkemeler önünde yapmış olduğu başvurunun, herhangi bir tazminat ödenmeksizin reddedilmesine ilişkin karar alınmasının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini ileri sürmektedir. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi aşağıdaki gibidir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez”
1. Tarafların argümanları

a) Başvuran

79. Başvurana göre, ulusal mahkemeler, arazisi bir tarım alanı niteliğinde olmasına rağmen, ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle yaptığı iptal başvurusunu reddetmiştir. Arazinin bu niteliği, Hazine tarafından ilk satışının yapıldığı 1953 yılında var olduğu gibi, bizzat kendisinin araziyi satın aldığı 1993 yılında da devam etmiştir. Hukuken ve teknik olarak arazinin bu nedenle ormanlık alan olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bununla birlikte, madem ki arazi ormanlık alan olarak nitelendirildi, Devlet’in kamulaştırma usulünü izleyerek kendisine tazminat ödemesi gerekmekteydi zira dava konusu sınırlama bir nev’i mülkiyetten yoksun bırakma niteliğindedir. Bu bakımdan başvuran, Hükümet’in dava konusu sınırlamanın, tıpkı 2 Mart 2006 tarihli ve 49908/99 başvuru numaralı Ansay-Türkiye davasında olduğu gibi mülkiyet hakkını kullanması hususunda yapılan basit bir müdahaleden ibaret olduğuna ilişkin iddialarını reddetmektedir. Bu türden bir sınırlama sonrasında kendi arazisini kullanmasının imkansız hale geldiğini ve kullanması halinde ise bunun cezai mahkumiyetle sonuçlanacağını hatırlatmaktadır. Başvurana göre, herhangi bir tazminat ödenmeksizin, davakonusu arazinin sınırlandırılması, de facto bir ihlal teşkil etmektedir ve mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale niteliğindedir.

b) Hükümet

80. AİHM’nin bu konudaki içtihadına atıfta bulunan (Dagalaş ve diğerleri-Türkiye (karar), no: 51326/99, 29 Eylül 2005; Özden-Türkiye (karar), no: 11841/02, 3 Mayıs 2007; Gündüz-Türkiye (karar), no: 50253/07, 18 Ekim 2007 tarihli karar; ve Pekinel-Türkiye, no: 9939/02, 18 Mart 2008 tarihli karar), Hükümet, başvuranın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1 maddesi uyarınca gerekli olan ve mevcut bir alacağının doğmasına sebep olabilecek ne “fiili bir mülk” ne de “yasal bir beklenti” sahibi olduğunu belirtmektedir. Zira başvuran 1993 tarihinde araziyi satın aldığında bu arazinin 1990 yılında ormanlık alan olarak ilan edildiğini biliyordu ya da bilmesi gerekmekteydi. Ayrıca Ansay-Türkiye davasına atıfta bulunan Hükümet, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan müdahalenin meşru bir amaç taşıdığını ve orantılı ölçüde gerçekleştiğini ifade emektedir.

2. AİHM’nin takdiri

81.AİHM, içtihadına göre, mülkiyet hakkını özü itibarıyla güvence altına alan 1 No’lu Ek protokol’ün 1. maddesinin birbirinden ayrı üç kural ihtiva ettiğini anımsatır (bkz., özellikle, James ve diğerleri – Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar, A serisi no:98, prg. 37). Genel nitelik arz eden birinci bendin ilk cümlesinde ifade edilen birinci kuralda mülkiyete saygı hakkından söz edilmekte olup aynı bendin ikinci cümlesinde yer alan ikinci kuralda mülkten yoksun bırakma işlemi bazı koşullara bağlanır; ikinci bentte yer alan üçüncü kuralda ise sözleşmeci devletlere mal ve mülklerin kullanımını kamu yararına uygun şekilde düzenleme yetkisi tanınır. Belli bir takım mülkiyet hakkı ihlali örneklerine ilişkin olan ikinci ve üçüncü kural birinci kuralda ifade edilen ilkenin ışığında yorumlanmalıdır (Bruncrona-Finlandiya, no: 41673/98, §§ 65-69, 16 Kasım 2004, ve Broniowski-Polonya [Büyük Daire], no: 31443/96, § 134, AİHM 2004-V).


82. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir mülkiyetin var olup olmadığı hususunda ise AİHM’nin Hükümet’in iddiasını benimsemesi mümkün değildir. AİHM, mevcut davanın Hükümet tarafından ileri sürülen davalardan farklı olduğunu kaydetmektedir, zira başvuranın dava konusu araziyi satın aldığı sırada, tapu kayıtlarında herhangi bir ibareye yer verilmemiş olması nedeniyle, arazinin ormanlık alan olarak nitelendirildiği hususundan haberdar olduğu hiçbir nesnel unsur ile ortaya konmamıştır. Her halükarda geçerli bir tapu senedine sahip olan kişinin, iç hukuk ve uygulamaları uyarınca, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları sonrasında getirilen sınırlandırmalara karşı kararın tebliğ edildiği tarihi takip eden on yıl içerisinde itiraz etme hakkına sahip olduğu hususuna itiraz edilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, tapu senedine sahip bir kişinin, o alanda benimsenen nihai bir karar uyarınca sınırlandırmanın kesinleştiği ana kadar, sınırlandırmaya tabi olmamış bir mülke sahip olmayı umması pekala mümkündür. Bu nedenle başvuran, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülk” sahibidir (Bkz., diğerleri arasında, Kopecky-Slovakya [Büyük Daire], no: 44912/98, § 35, AİHM 2004-IX).

83.Bir müdahalenin varlığı hususunda ise AİHM, , dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle başvuranın mülkiyet hakkının ihlal edildiği hususunda her iki tarafın da hem fikir olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte taraflar sözkonusu müdahalenin sonuçları hususunda aynı görüşü paylaşmamaktadır.

84. Bu durumda başvuran, sınırlandırmayı de facto olarak nitelendirirken Hükümet, dava konusu durumun, mülklerin kullanımına ilişkin düzenlemelerden kaynaklandığını belirtmektedir.

85. AİHM başvuran tarafından dile getirilen sınırlandırmanın etkilerinin tamamının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi bakımından incelenmeyi gerektiren sözkonusu mülkün kullanılabilirliğinin ciddi bir şekilde azalmasından ileri geldiğini (yukarıda yer alan 90. paragraf) tespit etmektedir.

86. AİHM öncelikle başvuranın sözkonusu araziyi satın aldığı sırada iyi niyetli olmadığının hiçbir şekilde ortaya konmadığını tespit etmekte ve başvuranın geçerli bir tapu senedine sahip olduğunun altını çizmektedir.

87. AİHM, AİHM daha sonra ise yetkili mahkemelerin, adli bir kararla dava konusu araziyi ormanlık alan olarak nitelendirdiğini tespit etmektedir. Başvuran tarafından arazinin niteliğine ilişkin itiraza rağmen ulusal mahkemeler arazinin orman alanında bulunduğu yönündeki bilirkişi raporlarına dayanarak anayasa hükümleri gereğince tapu senedini iptal etmiştir. Ulusal mahkemeler tarafından ileri sürülen gerekçeleri göz önünde bulunduran AİHM, başvurana uygulanan yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğini düşünmektedir (bkz., mutatis mutandis, Lazaridi – Yunanistan, no: 31282/04, prg. 34, 13 Temmuz 2006). Bu çerçevede AİHM, her ne kadar çevrenin genel olarak korunmasına yönelik AİHS’de özel bir hüküm bulunmasa da (Kyrtatos – Yunanistan, no: 41666/98, prg. 52) günümüz toplumunun çevrenin korunması konusundaki duyarlılığının her geçen gün daha da arttığını anımsatır (Fredin – İsveç (no:1), 18 Şubat 1991 tarihli karar, prg. 48). AİHM, çevrenin korunmasına bağlı sorunlara müteaddit defalar değindiğini ve konunun önemine dikkat çektiğini kaydeder (Bkz. örneğin, Taşkın ve diğerleri-Türkiye, no: 46117/99, AİHM 2004-X; Moreno Gomez-İspanya, no: 4143/02, AİHM 2004-X; Fadeieva-Rusya, no: 55723/00, AİHM 2005-IV; Giacomelli-İtalya, no: 59909/00, AİHM 2006-…). Tabiatın ve ormanların korunması ve daha genel olarak da çevre bir değer teşkil etmektedir, bu değerin korunması ise kamuoyunda, dolayısıyla da kamu makamları nezdinde sürekli ve yoğun bir ilgi uyandırmaktadır. Çevrenin korunmasına ilişkin mülahazalar sözkonusu olduğunda, bilhassa da devlet konuyla ilgili olarak bir yasal düzenlemeye gitmişse, ekonomik zorunluluklar ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar öncelik arz etmemelidirler (Hamer-Belçika, no: 21861/03, § 79, AİHM 2007,-..., (kesitler)).


88. Dava konusu sınırlamanın bu alandaki adil dengeye uygun olarak gerçekleştirip gerçekleştirilmediği hususunda karar vermeden önce, AİHM, Hükümet’in Ansay-Türkiye (no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) kararının mevcut davanın incelenmesinde örnek teşkil edebileceği görüşüne katılmamaktadır. Ansay davasında, AİHM, başvuranların mülklerinden istifade etme haklarının sınırlandırılmasına sebep olan gerçek nedenlerle ilgili olaylara ve hukuka ilişkin yeterli hususlara sahip değildi. Ve incelemesi gereken temel soru, ilgililerin inşa izninin iptal edilmiş olmasının, bu tedbirin amaçlanan meşru hedefle orantılı olup olmadığını ortaya koyabilecek bir zarara sebep olup olmadığı hususuydu. AİHM, haklı olarak, bu soruyu, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülklerin kullanımın düzenlenmesi” kavramı bakımından incelemiştir oysa ki mevcut davada sözkonusu olan mülkiyetten yoksun bırakmanın temelini teşkil eden bir tedbirdir.

89. Mevcut davada başvuran, iyi niyetle 1993 yılında hiç tartışmasız bir şekilde tarım arazisi olarak nitelendirilen (yukarıda yer alan 8 ve 9. paragraflar) ve Türk Hukukunda muteber sayılan tapu sicil kayıtlarında arazi ile ilgili sınırlayıcı hiçbir ibarenin yer almadığı bir araziyi satın almıştır (yukarıda yer alan 38. paragraf). Bu nedenle arazinin başvuran tarafından satın alınması işlemi, başvurana yöneltilebilecek hiçbir kuralsızlık barındırmamaktadır; hal böyle olmasaydı, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü yasalara uygun olarak hazırlanmış olan tapu senedini başvuran adına düzenlemezdi (9. paragraf).

90. Bu bakımdan, AİHM, arazinin satın alındığı dönemde, başvuranın arazinin niteliğinden haberdar olması gerektiğini belirten Hükümet’in iddiası üzerinde daha fazla durmayacaktır zira Hükümet’in bu iddiasını destekleyebilecek doğrulanabilir hiçbir unsur mevcut değildir (yukarıda yer alan 80. paragraf). Buna karşın, AİHM halihazırda, tarım arazisi satın alan başvuranın, kendi adına düzenlenen tapu senedine sahip olmasına rağmen, araziyi işleyemediğini, ekip biçemediğini veya başka hiçbir işlem yapamadığını tespit etmektedir. Kısacası başvuranın arazisinden yararlanma hakkı bulunmamaktadır.

91. Bu nedenle AİHM, kararının mevcut dava olayları ile sınırlı olduğunu ve ormanlık alan sınıflandırmasının, dava olaylarını çevreleyen tüm koşullardan bağımsız olarak, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale niteliğinde olduğunu belirten bir ilke kararı olarak algılanmaması gerektiğini ifade ederek mevcut davada dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, yukarıda ifade dilen koşullarda (9. paragraf) edinilmiş olan başvuranın mülkiyet hakkının içeriğini tamamen yok ettiğinin kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir. Başvuranın, tedbirin uygulandığı 28 Eylül 2007 tarihine kadar araziyi satmasının mümkün olduğu hususunda dile getirilen iddia (33-34. paragraflar), bu tespiti hiçbir şekilde etkilememektedir zira bir yandan bu satış işlemi tamamen teoriktir ve öte yandan ise tapu senedinin iptal edilmesini ve arazinin Orman Müdürlüğü lehine devrinin yapılmasına ilişkin dava başlatılmış bulunmaktaydı.

92. Geriye kalan husus, dava konusu tedbirin, gerekli olan adil dengeyi sağlayıp sağlayamadığı ve özellikle de, başvuranı ornatısız bir yük taşımaya mahkum edip etmediğidir. Bu itibarla, yerel mevzuatla öngörülen tazmin edilme usüllerini değerlendirmek gerekmektedir. Bu konuda, AİHM bu hususta etkili bir iç ukuk yolunun mevcut olmadığını tespit etmektedir (74. paragraf). Dava koşulları, özellikle de sınırlamanın nihai oluşu, dava konusu durumu telafi edebilecek nitelikte etkili bir iç hukuk yolunun bulunmayışı, mülkiyet hakkından tam olarak istifade edilmesi karşısındaki engel ve tazminat ödenmemiş olması AİHM’nin, başvuranın özel ve aşırı bir yük taşımaya mecbur kılındığı kanaatine varmasına neden olmaktadır. Bu durum, kamu yararının gereklilikleri ve öte yandan ise mülkiyet hakkına saygı ilkesinin korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozmaktadır (Bkz. mutatis mutandis, Terazzi S.r.l., adıgeçen karar, § 91). AİHM, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek hiçbir istisnai duruma atıfta bulunamadığını kaydetmektedir.

93. Bu nedenle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.



II. AİHS’NİN 6 § 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

94. Başvuran, hatalı delil unsurlarından hareketle karar veren ulusal mahkemelerin, bağımsız ve tarafsız mahkeme niteliğini taşımadığından dolayı şikayetçi olmaktadır. Başvuran bu itibarla, AİHS’nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır. AİHS’nin 6. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Herkes, (…) kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”

95. Hükümet, AİHM’den dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle bu şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

96. Başvuran, ulusal mahkemelerin dava konusu arazinin sınırlandırılması ile ilgili talebini reddetmek için hatalı delillere dayandıklarını belirtmektedir. Başvurana göre, ulusal mahkemelerin, kendisinin erişim imkanının mevcut olmadığını belirttiği eski belgeleri incelemesi gerekmekteydi.

97. Şikayetin dile getiriliş şeklini dikkate alan AİHM, başvuranın esasen ulusal mahkemelerin kanıtları değerlendirme şeklinden dolayı şikayetçi olduğunu tespit etmektedir. Bu bakımdan, AİHM, başvurunun esası hakkında karar vermek için keyfi olarak hatalı delillere dayandıklarını gösterecek hiçbir unsur tespit etmemektedir. AİHM, Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin çeşitli bilirkişi raporları ve objektif bir şekilde elde edilen deliller ışığında kararını verdiğini gözlemlemektedir (yukarıda yer alan 22. paragraf). AİHM ayrıca, Yargıtay’ın başvuranın bu konudaki şikayetini incelendiğini ve esasa bakan mahkemenin, eski belgelere atıfta bulunmaya gerek duymaksızın dava konusu arazi üzerinde mevcut yükselti farkı gibi objektif unsurlar ve ilgili hükümlerden yola çıkarak kararını verdiğini kaydetmektedir (yukarıda yer alan 24. paragraf).

98. Her halükarda, başvuranın ulusal mahkemeler tarafından benimsenen çözüme itiraz etse de AİHM, bir mahkemenin böyle bir kararı ya da başka bir karar almasına neden olan davaya ilişkin unsurları incelemenin kendi görevi olmadığını, aksi durumda ise kendisinin üçüncü ya da dördüncü derece mahkemesi niteliğine bürüneceğini hatırlatmaktadır (Kemmache-Fransa (no:3), 24 Kasım 1994 tarihli karar, A serisi, no: 296-C, § 44).

99. Bu nedenle ulusal mahkemelerin hakkaniyetten yoksun olduklarına dair şikayetin açıkça dayanaktan yoksun bulunmakta ve AİHS’nin 35 §§ 3 ve 4. maddeleri uyarınca reddedilmesi gerekmektedir.

III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

100. AİHS’nin 41. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

101. Başvuran maddi tazminat olarak, 21.200 m²’lik toplam yüzölçümü için m² başına 83 Euro olmak üzere toplam 1.761.230 Euro talep etmektedir. Başvuran bu rakamı tespit ederken arazisini çevreleyen arazilerin değerlerini dikkate almıştır. Başvuran AİHM’nin bilgisine iki adet satış vaadi sözleşmesi sunmaktadır: birincisi 4.217.500 Euro değerindeki 13.762,56 m²’lik bir arazi; diğeri ise 2.078.050 Euro değerindeki 12.026,56 m²’lik bir başka araziye ilişkindir. Başvuran, sınırlamaya tabii alanın yüzölçümüne ilişkin belirli bir belgeye atıfta bulunmaksızın, arazinin tamamı için tazminat ödenmesini talep etmektedir. Başvuran, arazinin yalnız bir kısmına (yaklaşık 18.000 m²’lik kısmının) dava konusu tedbir uygulansa da arazinin kalan kısmının da işlevini kaybettiğini ileri sürmektedir. Ayrıca, başvuran 352.246 Euro tutarında gelir kaybına uğradığını ileri sürmekte ve bu zararının tazmin edilmesini talep etmektedir.

102. Başvuran manevi tazminat olarak 10.000 Euro talep etmektedir.

103. Başvuran avukatlık ücreti olarak 10.000 Euro, masraf ve harcamalar için 3.000 Euro ve Strazburg’da gerçekleştirilen duruşmaya katılmak amacıyla yapılan masraflar için de 5.000 Euro talep etmektedir.

104. Hükümet, aşırı yüksek ve dayanaktan yoksun bulduğu tazminat taleplerinin AİHM tarafından reddedilmesini talep etmektedir. Hükümet, dava konusu sınırlamanın belirli bir alanı kapsaması nedeniyle, başvuranın arazinin tamamına ilişkin olarak dile getirdiği tazminat talebinin kabul edilemez olduğunu belirtmektedir. Hükümet de arazinin hangi kısımlarının sınırlamaya tabii tutulduğuna dair somut bir belgeye de atıfta bulunamamaktadır.

105. Masraf ve harcamaların ödenmesi hususunda ise Hükümet, hiçbir şekilde desteklenmediğini belirterek bu taleplere itiraz etmektedir.

106. Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.

BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM,

1- Oybirliğiyle, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir ihlalin var olduğuna ilişkin şikayetin kabul edilebilir, kalan kısmın ise kabul edilemez olduğuna;
2- İkiye karşı beş oyla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3- İkiye karşı beşoyla, AİHS’nin 41. maddesinin henüz uygulanabilir olmadığını ve bu nedenle,

a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;

Karar vermiştir.

İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddesine uygun olarak 15 Temmuz 2008 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.

Sally Dollé Françoise Tulkens
Katip Başkan


Mevcut karar ekinde, AİHS’nin 45 § 2. maddesine ve İç Tüzüğün 74 § 2. maddesin uygun olarak, Sayın Cabral Barreto ve Türmen’in ayrık oy görüşü bulunmaktadır.

angel67
29-12-2008, 20:07
evvet tamamıyla bizimkide aynı oldu.bizim araziyi 1962 de yapılan orman kadastro tutanaklarını bahane ettiler ama vatandaşı bilgilendirme kanununa göre bilgi istendiğinde 1999 yargıtay kararını gösterdiler orman olduğunu gösteren tutanaklar yoktu.çünkü 1962 orman kadastro tutanaklarında arsanın orman sayılmayan yerlerdendir diye komisyon kesinleşmiş heyet raporu vardı.
Dedim ya allah a.i.h.m protokollorunu kabul edenlerden razı olsun..yalnız vatandaşları uyandırmalıyız.insanlar korkuyor devletle baş edilmez bizleri yok eder diyorlar bunları bilinçlendirmeli hakkın ne olduğunu anlamalılar........

angel67
30-12-2008, 10:51
Avukat Mustafa Öztok

“Orman hukuku” adlı önceki yazımızda, Türkiye’ de uygulamaları sık görülen mülkiyet hakkından yoksun bırakma işlemlerinin, yasal mevzuata uygun olmadığı ve insan haklarına aykırılık teşkil ettiği konularında açıklamalar getirmeye çalışmıştık.
Bahse konu yazımızdaki düşünceler, öncelikle devletin değişik kurumlarının öteden beri empoze ettiği fikirlere aykırıydı. Bu nedenle sık karşılaştığımız eleştirilerden biri “ bunca yıldır doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu siz nasıl söylersiniz ?” şeklinde idi.
Yıllarca vatandaşa “ormanlar azalıyor bunun tek sebebi sizsiniz bu nedenle sizin mülkünüze el koymamız gerekli” denilmiştir. Bunu yasal zemine oturtmak için bir takım gizli delillerle yargılamalar yapıldığına dair vatandaşta izlenimler oluşturulmuştur. Biz yazımızda bu gizli delillerin hiçbir zaman ne orman kadastroları sırasında ve ne de yapılan yargılamalar sırasında mahkemelerce kullanılmadığını ifade etmiş idik. Hatta bu gizli deliller, değil delil olarak mahkemelerce uygulanmak mahkemelere ulaşmamıştı bile. Bu konuda Harita Genel Komutanlığı ve OGM personeli ile görüşmelerimizde personel eski haritaların kendilerinden istendiğini, fakat çoğu zaman 70 li yılların haritalarını bazen de 1950 li yıllar (genelde 1957) yapımı haritaları gönderdiklerini ifade etmişlerdir.
Bu konuda en çok karşılaşılan ifade; “ bilirkişiler bazı haritalar getirdiler ve uyguladılar, bize göstermediler ama rapor yazdılar” şeklinde idi.Biz kendilerine “siz haritaları gördünüz mü şeklinde” sorduğumuzda verilen cevap “gizli olduğundan görmedik” olmaktadır.
Şimdi biz bu konuda oluşan soru işaretlerini, aydınlatıcı olduğuna inandığımız şekilde yanıtlayalım. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinin Orman Hukuku adlı bir kürsüsü mevcuttur. Bu kürsü Mart 2008 tarihinde İstanbul’da bir çalışma düzenlemiştir. Bu çalışmada davet edilmemiz nedeni ile hazır bulunduk, konuklardan biri de Orman Genel Müdürü Osman Kahveci idi. Haritalar ile ilgili konuyu kendisine aktardık ve gerek orman kadastrolarında gerekse yargılamalarda gerçek delil vasfında haritaların kullanılmamasının büyük sorunlara yol açabileceğini belirttik. Kendisinin bu konudaki cevabı “o harita ve planlarda 10,5 milyon hektar orman alanı var o belgeleri kayıp etmek için mi kullanalım” olmuştur.
Verilen bu cevapla bizim orman hukuku adlı yazıda belirttiğimiz noktaya ulaşılmaktadır. İdare kaybetmemek, diğer bir bakış açısıyla vatandaşın mülküne el koyabilmek için bu uygulamayı yıllardır kullanmaktadır. Bu haritalar ve planlar nerededir? Orman Genel Müdürlüğü’nün 10 nolu binasında bulunan eski planlar odasında bu planların birer örnekleri bulunmaktadır. Bunun gibi bütün orman serilerinin dosyalarında başlangıç evrakı olarak bu planlar bulunmaktadır. Seriler isim değiştirmişse ilk seri dosyasına bakılması uygundur. Askeri haritalar ise Harita Genel Komutanlığı teknik arşiv dairesinde BONN haritaları adı ile mevcut bulunmaktadır.
Ayrıca daha kolay olması açısından www.mkutup.gov.tr adresinden milli kütüphane internet sitesinde kartograf, kartografi, kartografya başlıkları ile yapacağınız aramalarda 1900 lü yılların başlarından itibaren çok sayıda haritaya ulaşmanız imkanı mevcuttur. Yine milli kütüphanede 1954 yılı baskısı Türkiye’nin kesin orman amenejman planlarından yararlanarak hazırlanmış bir haritaya ulaşabilirsiniz.
Yazı içeriğinde yer alan AİHM mahkeme kararı ile ilgili yapılan bir haber programında orman fakültesinden katılan bir öğretim üyesi bilirkişi raporlarının hazırlanmasında uydu fotoğraflarının kullanıldığını belirtmiştir. 1945 tarihinde uydu teknolojisi henüz yoktu biz diyoruz ki o tarihte hava fotoğrafları mevcuttu, balon ve uçaklar bu amaçla kullanılmıştı, ayrıca yersel metotla fotoğraf alınarak haritalar yapılmaktaydı. Bu fotoğraflar da idarenin elinde bulunmaktadır. Yalnız bu bilirkişi öğretim üyesinin ifadesi ve AİHM kararının 91 paragrafı bizim yargılamaların tamamen yeni deliller ile yapıldığı tezimizi doğrulamaktadır. Bu deliller ve yargı kararları 1845 tarihi itibariyle belirleme yapılmasını isteyen yasal mevzuatımızda aranan şarttan çok uzak bulunmaktadır. Yapılan bugünkü uygulama üzerinde yazı ve işaret bulundurmayan mezar taşına bakıp, mezarda yatanın, zencimi, beyaz mı, kadın mı erkek mi, yoksa Müslüman mı Hıristiyan mı olduğunu tahmine bezer. Orman kadastro uygulamaların tamamı varsayımsal ve bilimsel gerçeklikten uzak bulunmaktadır.
Bunun gibi size anlatılan “orman alanları azalıyor biz o nedenle malınıza el koyduk” şeklindeki izahatın yanlışlığını anlamanız için sadece bilgi edinme yasası kapsamında Devlet İstatistik kurumuna bir yazı yazmanız ve 1945 yılından itibaren orman varlığı miktarını sormanız yeterli bulunmaktadır. Bunun yanında Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı yayını olan Doç. Dr. Osman Gökçe’ye ait Türkiye Ormancılık Politikası adlı yayında bu konudaki istatistiki veriler yurtdışı kaynaklara dayalı olarak da verilmektedir.
Orman Hukuku adlı ilk yazımız da orman mevzuatına değinmiştik. Özetle Türkiye de orman mevzuatı 3116 sayılı yasa ile 1937 yılında başlar. Yasanın 21 nci maddesinde orman uygulamasına esas haritaların alımı işinin yasanın yürürlük tarihinden itibaren 10 sene içinde bitirileceği belirtilmektedir. Yasanın bu hükmü yerine getirilmiş ve 1942 yılında orman durumunu gösterir haritalar hazırlanarak ilgili işletmelere gönderilmiştir.1945 -1946 yıllarında ise istikşaf ( araştırma) adlı amenajman planları tamamlanmış 1951-1952 yıllarında büyük ölçekli planlar yapılmıştır. 1945 verilerine göre orman alanı 3116 sayılı yasal tanıma göre memleket sahasının %13 iken bugün 6831 sayılı yasa tanımına göre %26 nın üzerindedir. Bu değişim maki alanlarının orman alanlarına katılması ve ağaçlanması yolu ile olmuştur. Bilimsel verilere göre bir yerin çıplak halden orman halini alması 14 yılda gerçekleşmektedir. Bu nedenle 1950 yılından sonra yapılan haritaların delil vasfı bulunmamaktadır. “Maki” kelimesi Türkçede “fundalık” ile aynı anlamdadır. Fundalık ile iki tür bitkinin kastedildiği iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. 3116 sayılı yasada “her çeşitten fundalık” orman tanımı dışındadır. Yargı tarafından çok sevilen 1965 yılında yürürlüğe girip 1974 yılında yürürlükten kaldırılan “Funda ve Makilik Sahaların tespitine ait Talimatname” Yargıtay 20. Hukuk Dairesince binlerce kararda yürürlükte olduğu gerekçesi ile tarih belirtilmeden uygulanmış ise de bu yönetmelik 1965 yılından önce yani 3116 ve 4785 sayılı yasalar döneminde olmadığı gibi 1974 yılında yürürlükten kaldırıldığından ve bugün de olmadığından hiçbir surette uygulanma olanağı yoktur. Bu yönetmeliğe dayalı verilen kararların hiçbir yasal dayanağı olmadığından yok hükmünde oldukları söylenebilir. Bu dairenin kararlarında her ne kadar Talimatname dayanak gösterilerek ve bilimsel verilere göre denilerek %12 den fazla arazide tarım yapılamayacağı söylenmekte ise de bu görüşün doğru bir yönü yoktur. Maki kelimesi Türkçe bir kelime değildir, 1930 lu yıllarda teknik terim olarak kullanılmaya başlanmış 1940 lı yıllarda orman haritalarında yer almıştır. Fransızca olan kelime ağaçsı bitki anlamına gelir ve Türkçe deki çalı ormanı fundalık terimlerinin karşılığıdır. 3116 sayılı yasa ve 4785 sayılı yasa bu nedenle makileri yasa metninde saymamış, fakat fundalık terimi ile bunları da orman tanımı dışında tutmuştur. Özel kanunları uyarınca oluşturulan tapular geçerlidir. Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslar arası anlaşmalar mülkiyet hakkını korur. Yargıtay’ın mülkiyet hakkını ihlal eden kararlarına karşı Türkiye Devleti hakkında İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yapılabilir. Ayrıca idarece 1945 öncesi amenajman planları ile memleket haritaları ve 1951-1952 yılı amenajman planları gizlendiğinden çoğu davada gerçek ve doğru olmayan belgeler kullanıldığından yargılamanın iadesi yoluna da başvuru imkanı vardır.

Biz bu konuda yapılanları bazı eğlencelerde yapılan üç fincanın altına yüzük saklama hadisesine benzetmekteyiz. Oyunu kuran , yüzüğü size göstermeden fincanın altına koymadığında kazanma şansınızın hiç olmadığı gibi bugünkü uygulamada orman idaresi ile başı derde girenlerin de kazanma şansı hiçbir zaman bulunmamaktadır.
TBMM bu yapılan yanlışlıkları 1987 yılında fark etmiş ve Orman Kanununda bir değişiklik yaparak hatalı gidişatı düzeltebileceğini düşünmüştür. Orman kanunları 6831 sayılı yasa 1/F maddesi ilk cümlesi tapulu yerlerin orman sınırları içine katılmayacağına dairdir. Yasa gerekçesi şu şekildedir. 6831 sayılı Yasa’nın 1. maddesinin (F) bendi son olarak 22.5.1987 tarih ve 3373 sayılı Yasa’yla değiştirilerek: eski fıkradaki orman sınırları içinde veya bitişiğindeki taşınmazlar için söz konusu olan “geçerli tapu kaydına dayanarak” deyimindeki “geçerli” kelimesi çıkarılarak yerine “tapulu” sözcüğü konmuş; orman sınırları dışındaki yerler için ise, “tapu kaydı” deyimi çıkarılmıştır. 6831 sayılı Orman Yasası’nın 1- maddesinin değiştiren 3373 sayılı Yasa’nın gerekçesinde, değişikliğin nedeni şöyle açıklanmıştır: “6831 sayılı Orman Kanununun 1. maddesinin ikinci fıkrasının (F) bendinde yer alan (geçerli tapu) sözcüğü devletçe verilmiş tapu belgeleri üzerinde şüphe uyandırdığından, bu yanlış anlamaları ortadan kaldırmak maksadıyla kanun metninden çıkarılmıştır” (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 41, Yasama Yılı: 4, S. Sayısı.569, Sayfa 2).
Bu nedenle orman hukuku adlı yazımızda biz İnsan Hakları Mahkemesine başvurunun bir zaruret olduğunu belirtmiştik. Bu konuda Sayın Avukat Şevket Çizmeli ve bizim yapmış bulunduğumuz iki başvuru Nisan ayı içinde duruşmaları yapılarak temmuz 2008 de neticelenmiş bulunmaktadır.
Ankara Barosu avukatlarından sayın Şevket Çizmeli’nin başvurusu 4785 sayılı yasa uygulaması ile mülke el konulmasına ilişkindir . Bu dosyada insan hakları mahkemesi mülkiyet hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar vermiştir. 4785 uygulamaları 2/B uygulamalarının temelini teşkil ettiğinden dolayı Orman Kanunu 2/B uygulamalarının dahi insan hakları uygulamalarına aykırı uygulamalar olduğu hususu , bahse konu karardan sonra daha bir fark edilir hale gelecektir. Burada önemli olan , hükümetin hak sahibi kişilere bu türden yerleri satmasının değil bedelsiz olarak vermesinin gerekliliğidir .
Sayın Avukat Ş.Çizmeli’nin savunmasını yaptığı olay da bizim önceki açıklamalarımızı doğrular mahiyettedir. Hak sahiplerinin 4785 sayılı yasa uygulamasınca bir kısım arazileri ellerinden alınmış, 1970 lı yıllarda 4785 sayılı yasanın yeniden uygulanacağı belirtilerek geri kalan arazileri de ellerinden alınmak istenmiş ve 40 yıl süren dava neticesi bu gerçekleşmiş. Biz orman hukuku adlı yazımızda yapılan işlerin usulüne uygun olmadığını belirtirken 4785 uygulamaları ile vatandaşın mallarına el konulmasının uygun olmadığını ve yasanın 10,5 milyon hektar olarak belirlenen orman alanında uygulanması gerektiğini belirtmiştik. Şimdi belirlenen orman alanı miktarı ile 2/B alanları miktarı (453 000 hektar) toplanırsa yapılan yanlışlıklar pek çok kişi tarafından fark edilebilir.
Bizim olayımızda devlet 1953 yılında sattığı bir taşınmazı 1973 yılında orman sınırları dışında göstermesine rağmen 1990 yılında yaptığı orman kadastrosunda bu kez orman sınırları içine almaktaydı. Sebep olarak eski tarihli harita ve hava fotoğraflarında bu taşınmazların orman olarak göründüğü ve 1974 yılında yürürlükten kalkan ve halen yürürlükte olduğunu yargı mercilerinin kabul ettiği bir yönetmeliğe dayanmaktaydılar. İnsan hakları mahkemesindeki yargılamada devlet tarafının savunması, bizim gizli olduğunu iddia ettiğimiz harita ve belgelerin orman kadastroları öncesinde ve yargılamalar sırasında mahallinde hazır edilip ilgililerin istifadesine sundukları ve mahkemelerin bu tapuları iptal etmeyip çevresel nedenler ile kullanım sınırlaması getirdikleri şeklinde idi.
Bugün bu türden olaylarla uğraşanlar bilirler ki hiçbir zaman belge ve haritalar mahallinde olmamış ve uygulanmamıştır. Hatta ilgililer kapsamındaki karşı hak sahipleri bu belgeleri hiçbir zaman görmemiştir. Bu yargılamalar neticesi kişilerin tapularının iptal edildiği ise hak sahiplerinin yaşayarak öğrendikleri acı bir gerçektir.
İnsan Hakları Mahkemesi kişilerin tapularının iptali veya geçersizliği ile sonuçlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin orman kanunu uygulamalarını insan haklarına aykırı bulmuştur. Biri Türk yargıç olmak üzere iki hakim karşı oyla yapılan uygulamanın özel orman statüsüne sokma ve mülkiyetin kullanımının kısıtlaması olduğuna karar vermiştir. Mahkeme burada delillerin yönlendirilmesi ile yapılan yargılama faaliyetini değerlendirmenin, doğru yargılama yapılıp yapılmadığını incelemenin kendisini 3 veya 4 temyiz mahkemesi konumuna sokacağı ifadesi ile adil yargılama hakkının ihlal edildiğine dair bir karar vermemiştir.
Mahkeme kanımızca devletle olan ilişkileri ılımlı tutma ve ilk kararın neticeyi gerçekleştirmesi nedeni ile detaya girmemiştir. Mahkeme kararında aldığı üzere tamamen yeni olan bir duruma ve yeni belge ve delillere göre karar veren yerel mahkemeler mevcuttur. Oysa bizim yargı uygulamamız eski harita ve belgeler olarak delillerin “eski” olmasını aramaktadır [3] Bizim bu yazıyı okuyarak başvuru yapmayı düşüneceklere tavsiyemiz özellikle adil yargılama yapılmadığı ilkesine vurgu yaparak , belge ve delillerin gizli olduğuna dair belgeleri İnsan Hakları Mahkemesine ibraz etmelerinin mahkemenin bu yöndeki kanaatini etkileyeceğidir.

angel67
30-12-2008, 10:52
KÖKTEPE - TÜRKİYE DAVASI (Başvuru no: 35785/03)


II. İLGİLİ İÇ HUKUK VE UYGULAMASI

A. Anayasal hükümler

36. 1924 Anayasası’nın 74. maddesi aşağıdaki şekildedir;

“Kamu faydasına gerekli olduğu usulüne göre anlaşılmadıkça ve özel kanunları gereğince değer pahası peşin verilmedikçe hiç kimsenin malı ve mülkü kamulaştırılamaz.

Çiftçiyi toprak sahibi kılmak ve ormanları devletleştirmek için alınacak toprak ve ormanların kamulaştırma karşılığı ve bu karşılıkların ödenişi özel kanunlarla gösterilir.”

37. 1982 Anayasasının ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:

“XII. Mülkiyet Hakkı
MADDE 35- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
(...)
D. Kamulaştırma
MADDE 46 - (Değişik madde: 03/10/2001 – 4709 S.K.) Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.
E. Devletleştirme ve özelleştirme
MADDE 47- (Değişik madde: 13/08/1999- 4446 S.K.) Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.
Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.
Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller kanunla gösterilir.
Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir.
(...)
IV. Ormanlar ve orman köylüsü
A.Ormanların Korunması ve Geliştirilmesi
MADDE 169 - Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.
Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.
Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.
B. Medeni Kanun
38. Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri aşağıdaki şekildedir:
MADDE 683 § 1 – “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.”
MADDE 705 § 1- “Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.”
MADDE 1007 § 1- “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.”
C. Ormanlar hakkında Kanunlar
39. 1937 tarihine kadar, ormanlarla ilgili olarak hiçbir özel düzenleme yapılmamıştır. 3 Şubat 1937 ve 31 Ağustos 1956 tarihleri arasında ormanlık arazilerle ilgili beş temel kanun kabul edilmiştir, bu kanunlar 3116 (1937), 4785 (1945), 5653 (1950), 5658 (1950) ve 6831 (1956) sayılı kanunlardır.
1. 8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Orman Kanunu
40. Bu Kanun’da yer alan 1. maddede “orman” kavramının tanımı yapılmaktadır. Aynı Kanun’un 3.maddesi uyarınca, dört çeşit ormanlık alan mevcuttur: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanlar ve hususi ormanlar. Bu ormanlar, devlete ait olup vergi ödeyen kişilerce işletilebilen ormanlardır.
2. 9 Temmuz 1945 tarihli ve 4785 sayılı Orman Kanunu 41. Orman Kanunu’nun 1. maddesi aşağıdaki şekildedir: “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte var olan gerçek veya tüzel özel kişilere, vakıflara ve köy, belediye, özel idare kamu tüzel kişiliklerine ilişkin bütün ormanlar bu kanun gereğince devletleştirilmiştir. Bu ormanlar hiç bir işlem ve bildirime lüzum olmaksızın Devlete geçer.” 42. Bu Kanun’un 4. maddesi devletleştirme işlemine özellikle de şahısların emekleri ile dikilen çeşitli ağaçların bulunduğu ormanların devletleştirilmesi bir takım istisnalar getirmektedir. 43. Bu Kanun’un 7. maddesi devletleştirme işleminde tazminat ödenmesini öngörmektedir. 3. 24 Mart 1950 tarihli ve 5653 sayılı Orman Kanunu 44. 5653 sayılı Kanun, orman alanını yeniden tanımlamaktadır. Bu Kanun’un 1 § c maddesi uyarınca, makilerle kaplı arazinin korunması ya da bu Kanun ile belirlenen koşullar uyarınca ürün vermesi halinde makiler artık orman olarak nitelendirilmemektedir. 45. Yine aynı şekilde 1. madde uyarınca, 3 Nisan 1950 tarihinden itibaren, ormanvasfını yitirmiş alanlar artık orman olarak nitelendirilemeyecektir. 46. Bu Kanun üç çeşit ormanın varlığından söz etmektedir: Devlet ormanları, kamu tüzel kişilere ait ormanlar (köy ve belediyeler) ve hususi ormanlar. 4. 24 Mart 1950 tarihli ve 5658 sayılı Orman Kanun 47. 5658 sayılı Kanun’un 1. maddesi bazı koşullarda devletleştirilen ormanların iadesini öngörmektedir:“9 Temmuz 1945 tarihli Kanun ile devletleştirilen ormanlar arasında, devlet ormanları arasında bulunmayan tarla, bağ, bahçe, hususi ormanlara benzer alanlar, şehir, şehir meraları, ve köylere, gerçek ya da tüzel kişilere ait olan ve Orman Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca orman olarak nitelendirilmeyen alanlarla çevrili ormanlar malikleri ya da varislerinin isteği üzerine iade edilir.” 5. 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu 48. Bu Kanun’un 1. maddesinde “orman” kavramı açıklanmakta ve istisnaları sayılmaktadır. 49. Kanun’un 2. maddesinin B fıkrasında (5 Haziran 1986 tarihinde 3302 sayılı Kanun ile değiştirildiği şekliyle):“31 Aralık 1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş yerlerden; tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık (antep fıstığı, çam fıstığı) gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler ile şehir kasaba ve Köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları, Orman sınırları dışına çıkartılır.Orman sınırları dışına çıkartılan bu yerler Devlete ait ise Hazine adına hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ise bu müesseseler adına, hususi orman ise sahipleri adına orman sınırları dışına çıkartılır. Uygumla kesinleştikten sonra tapuda kesin tashih ve tescil işlemi yapılır.”

50. 4. madde uyarınca malik ve İdare açısından üç çeşit orman bulunmaktadır; Devlet ormanları (7 ila 44. maddeler), kamu tüzel kişilere ait ormanlar (45 ila 49. maddeler) ve hususi ormanlar (50 ila 55. maddeler).

51. Bu kanunun 7. maddesi uyarınca, Devlet ormanları ya da hususi ormanların niteliği Orman Kadastro Komisyonları tarafından belirlenir. Öte yandan Kanun’un 7 ila 12. maddeleri Kadastro Komisyonlarının çalışma esaslarını belirlemiştir.

52. Devlet ormanları, Devlet’in koruması altındadır. Devlet ormanlarının orman vasfını bozmaya yönelik her türlü eylem yasaklanmış olup suç teşkil etmektedir (14 ila bilhassa 19. madde). 79 ila 90. maddeler kanuna aykırı eylemler karşısında uygulanacak usulü anlatmaktadır. 91 ila 114. maddelerde ceza hukuku hükümleri yer almaktadır. Bazı suçlar için öngörülen cezaların, suç teşkil eden eylemi gerçekleştiren kişi söz konusu ormanın sahibi ise, düşürülmesi mümkündür (Bkz. örneğin, 91 § 6. madde).

53. Hususi ormanlar, Devlet’in kontrolüne ve denetimine tabiidir. Maliklerinin ise sınırlı bir düzeyde işletme hakkı bulunmaktadır. Ayrıca, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında, orman sahipleri, arazinin yatay alanının yüzde altısını ( % 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapabilir.

54. 6831 sayılı Kanun, 1744 (1973), 2896 (1983), 3302 (1986), 3373 (1987), 3493 (1988), 4079 (1995), 114 (1995), 4570 (2000) 4999 (2003), 5177 (2004), 5192 (2004) ve 5728 (2008) sayılı Kanunlarla birkaç kez değiştirilmiştir.

D. 21 Haziran 1987 tarihli ve 3402 sayılı Kanun

55. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro sonuçlarının ilanı” başlıklı 11. maddesi uyarınca, Kadastro müdürü, askı cetvellerini düzenler, bu cetvelleri ve pafta örneklerini, Kadastro Müdürlüğünde ve ayrıca muhtarın çalışma yerinde 30 gün süre ile ilan ettirir. İtirazı olanların, ilan süresi içinde kadastro mahkemesine başvurarak dava açabilmeleri mümkündür. Kadastro müdürü bu işlemleri, kadastro ekibinin çalışma alanındaki işini bitirdiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde yapmak zorundadır. Bu Kanun gereğince yapılan ilanlar, ilgili gerçek kişilere, kamu ve özel hukuk tüzel kişilerine şahsen tebliğ edilmiş sayılır.

56. Ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinde, 30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitlerin kesinleşeceği öngörülmektedir. Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.

Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.
Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.

E. Ulusal İçtihat

57. 23 Haziran 1964 tarihinde, Anayasa Mahkemesi, ilgili dönemde yürürlükte olan ve kamulaştırma tazminatını, mülkün gerçek değerinden yola çıkarak hesaplayan Anayasa’nın 38. maddesi ile çelişkili olduğu gerekçesiyle 4785 sayılı Orman Kanunu’nun 3 ve 4. maddelerini iptal etmiştir. 3. madde, devletleştirilen ormanın değerinin vergi beyanından yola çıkılarak tespit edilebileceğini ifade etmekteydi. 4. madde ise devletleştirilen bir ormanda mevcut yapıların alımına ilişkin kriterleri tanımlamaktaydı. İlgili maddelerin iptalinin bu alanda bir hukuk boşluğu doğurup doğurmayacağı hususunda ise Anayasa Mahkemesi’nin cevabı izleyen satırlarda yer almaktadır:

“(…) sözkonusu hükümler iptal edildiğine, kamulaştırmaya ilişkin genel hükümler, ormanların kamulaştırılması işlemine de uygulanacaktır.”

58. Yargıtay, 28 Mart 1995 tarihinde, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu tespit etmiştir. Yargıtay kararında, Hazine’nin sorumluluğunu ortaya koyacak kriterleri saymıştır: bu kriterler, bir zararın var olması, bir memurun hukuka aykırı eyleminin var olması, zarar ile eylem arasında nedensellik bağının mevcut olmasıdır. Yargıtay aynı zamanda zararın kesin bir şekilde meydana gelmiş olması ve tazminat talebinin, zararın nihai olarak meydana geldiği tarihten en geç bir sene sonra ve her halükarda on seneklik genel bir süre zaman aşımı süresinde talep edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

59. Yargıtay, 26 Nisan 1999 tarihli bir kararında, 917 sayılı eski Medeni Kanun uyarınca tapu kayıtlarının düzgün olarak tutulması işinden Hazine’nin sorumlu olduğunu yinelemiştir. Bununla birlikte ilgili, verecekli olan kişinin mülküne bir takım tedbirlerin konmasını sağlayamamış szira tapu sicil kayıtları usulüne uygun olarak tutulmamıştır.

60. Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu, 7 Mayıs 2002 tarihinde, dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle tapu senedinin Kadastro Mahkemesi tarafından iptal edilmesi halinde, yetkinin adli hakimde olduğunu tespit etmiştir (daha sonra ise orman niteliğini kaybettiğinden bu arazi ormanlık alan kapsamının dışına çıkarılmıştır). Bu davada, hakimler ilgilinin tapu senedinin iptal edilmesine neden olan Kadastro Mahkemesinin kararına dayanarak tazminat talebini reddetmişlerdi. Hakimler, bu kararın hukuka uygun olduğuna kanaat getirmiştir.

61.Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi, 7 Mayıs 2002 tarihli kararında başvuranın talebini reddeden esasa bakan Mahkemenin kararını bozmuş ve Kadastro Komisyonu’nda çalışan ve dava konusu arazinin ormanlık alan içerisinde yer almadığına yanlışlıkla karar veren kişilerin hatalı eylemleri nedeniyle Hükümet’in objektif sorumluluğunun mevcut olduğunu tespit etmiştir. Esasında, bu hatalı eylem nedeniyle tapu kayıtlarına güvenen ve üçüncü kişilere satışı yapılan arazinin orman niteliği ile ilgili olarak tapu sicil kayıtlarında herhangi bir ifade yer almamıştır. Dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu’nun kararları neticesinde 1959 yılında üçüncü şahıslar adına tapuya tescil edilmiş ve bu kişiler için ilk defa kendi adlarına bir tapu belgesi düzenlenmiştir. Başvuran, arazinin orman vasfına sahip olduğuna dair hiçbir ibarenin yer almadığı tapu sicil kayıtlarında yer alan bilgilere güvenerek araziye 1994 yılında sahip olmuştur. 1977-1982 yılları arasında Kadastro Komisyonu yeni çalışmalar yürütmüş ve dava konusu arazinin orman vasfını yitirmiş olması sebebiyle artık orman vasfını taşımadığına karar vermiştir. Komisyon arazinin ormanlık alan dışına çıkarılmasına karar vermiştir. Bu ibare, 1995 yılında tapu sicil kayıtlarında da yer almıştır.

62. Yargıtay Üçüncü Hukuk Dairesi, 30 Ekim 2006 tarihinde, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde arazinin kaydının yapılması nedeniyle dile getirilen tazminat taleplerine bakma yetkisinin İdari Hakim’de olduğunun belirtildiği Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 12 Haziran 2006 tarihli kararını onamıştır. Arazi, 1953 yılında ilgili tarafından satın alınmıştır. Daha sonra ise Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde kendi adına tapuya tescil edilmiştir. İzleyen zamanda ise ilgilinin tapu belgesi, arazinin ormanlık alan içerisinde yer aldığı gerekçesiyle iptal edilmiştir. Mahkeme, izleyen nedenlerle talebi reddetmiştir:

“Başvuran, iki eyleme dayanarak tazminat talebinde bulunmaktadır, bu eylemler tapu belgesinin düzenlenmesi ve daha sonra ise sınırlama nedeniyle belgenin iptal edilmesidir. Başvuran, kendisinin tapu belgesinin sahibi olmasına rağmen gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde orman sınırlamasının neticesinin kendisine tebliğ edilmediğini ve bu noktada İdare’nin hatalı olduğunu belirtmektedir. İdari bir eylem neticesinde meydana gelen bir zararın tazmin edilmesi talebi yalnızca İdare Mahkemesi önünde dava açılarak dile getirilebilir.”

30 Ocak 2008 tarihinde, yukarıda ifade edilen ve 5 Aralık 2007 tarihinde başvurusu yapılan davada davacının avukatı olan (ve aynı zamanda mevcut davada başvuranın avukatı olan) Sayın M. Öztok’un, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu daha önceki iki karar arasında çelişkinin mevcut olmadığını ve bu nedenle içtihadı birleştirme kararının alınmasının gerekli olmadığını belirtmiştir.

63. Yargıtay Genel Kurulu, 19 Nisan 2006 tarihli bir kararla, Tapu Sicil Müdürlüğü’nde görevli memurların eylemleri nedeniyle Devlet’in objektif sorumluluğunun bulunduğunun belirtildiği esasa bakan Mahkeme’nin kararını onamıştır. 1976 yılında üçüncü bir kişi sahte bir mahkeme kararı kullanarak araziyi davacıya satmıştır, oysaki 1954 yılında dava konusu arazi, Kadastro Komisyonu tarafından mera olarak nitelendirilmiş ve bu nedenle kamusal alan içerisinde yer almıştır. Esasa bakan Mahkeme, talebi kısmen kabul etmiş ve davacının sözkonusu arazi üzerinde ektiği bitkiler ve inşa ettiği ev için bir tazminat ödenmesine karar vermiştir. Yargıtay, davacının üçüncü kişilere başvurabilmesinin, İdare’nin objektif sorumluluğunu ortadan kaldıramadığını kaydetmektedir. Herhangi bir hatanın işlenmemiş olması halinde bile, üç durumun bir araya gelmiş olması sebebiyle Devlet’in sorumluluğu bulunmaktadır: hatalı bir eylemin varlığı, bir zararın varlığı ve hatalı eylem ile oluşan zarar arasında bir nedensellik bağının mevcudiyeti. Ayrıca Yargıtay, sicil kayıtlarına güvenen kişinin iyi niyetini koruyan Medeni Kanun’un ilgili maddelerine atıfta bulunmuştur.

64. Bursa İdare Mahkemesi, 26 Haziran 2006 tarihinde davacının arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle tapu belgesinin iptal edilmesi sonrasında uğradığını iddia ettiği zararın tazmin edilmesi talebini reddetmiştir. Davacı, kendisini ratione materiae yetkisiz ilan eden adli hakime başvurduktan sonra İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. İdare Mahkemesi’ne göre, başvuru gecikmiş bir başvuru niteliği taşımaktaydı, zira talebin tapu belgesinin iptal edilmesine ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren altmış gün içinde yapılması gerekmekteydi.

65.Hükümet tarafından dosyaya eklenen belge uyarınca, Sayın M. Öztok (mevcut davada başvuranın avukatı), Devlet’in objektif sorumluluğunun tespit edilebilmesi amacıyla müvekkillerinden birinin adına Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur. Bu davada, müvekkilinin tapu senedi, arazisinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir. Sayın Öztok bu başvurusunda, ratione materiae bakımından kendisini yetkisiz ilan eden Çanakkale Asliye Mahkemesi tarafından başvurusunun reddedildiğini açıklamıştır. Çeşitli Mahkemeler arasında yetki sorunun mevcut olduğunu belirten Öztok, İdare Mahkemesi’nden, yeni bir yetkisizlik kararının benimsenmemesi için davanın Uyuşmazlık Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir. Öztok aynı zamanda, mülkiyet hakkı ve orman alanında düzenlenen hükümlerin birbirleri ile çelişkili olduğunu iddia ederek davanın Anayasa Mahkemesi’ne sevk edilmesini talep etmiştir.

angel67
30-12-2008, 10:53
HUKUK AÇISINDAN

66. Başvuran, kendisine herhangi bir tazminat ödenmeksizin arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini belirtmektedir. Başvuran aynı zamanda AİHS’nin 6. maddesinin 1.fıkrasının da ihlal edildiğini ifade etmektedir.

I. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

A.Kabul edilebilirlik hakkında

67. Hükümet öncelikle sözkonusu davanın, başvurunun yapıldığı tarihte halen ulusal mahkemeler önünde görülmekte olduğunu belirterek AİHM’den şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

68. AİHM, arazinin sınırlandırılmasına ilişkin iç hukukta görülen davanın, 2 Temmuz 2004 tarihinde Yargıtay kararıyla sona erdiğini tespit etmektedir. AİHM, iç hukuktaki başvuru yollarının son aşamasına, başvurunun yapılmasından sonra fakat kabul edilebilirlik kararını benimsemesinden önce başvurulmasını tolere edebileceğini hatırlatmaktadır (mutatis mutandis, Ringeisen-Avusturya, 16 Temmuz 1971 tarihli karar, A serisi no: 13, s. 38, § 91, ve E.K.-Türkiye (karar), no:28496/95, 28 Kasım 2000). Sonuç itibariyle AİHM itirazın bu kısmını reddetmektedir.

69. Hükümet ayrıca başvuranın, 19 Kasım 1990 tarihli Kadastro Komisyonu’nun kararına karşı hiçbir başvuru yapmamış olması sebebiyle AİHM’den başvuruyu kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

70. Başvuran Hükümet’in iddiasına itiraz etmektedir.
71. AİHM, başvuranın esas itibariyle Kadastro Komisyonu’nun 19 Kasım 1990 tarihli kararına itiraz etme imkanının bulunmadığını, zira başvuranın o tarihte henüz arazinin sahibi olmadığını tespit etmektedir. Ayrıca dosyada yer alan hiçbir unsurun, dava konusu arazinin satın alındığı 1993 tarihinde, tapu kayıtlarında arazinin niteliğinin ormanlık alan olarak belirtildiğini ve başvuranın bundan haberdar olduğunu ortaya koymaya yetmediğini kaydetmektedir. Sonuç itibariyle AİHM, ulusal mahkemelerin süreye uyulmadığı gerekçesiyle başvuranın başvurusunu kabul edilemez ilan etmediklerini hatırlatmaktadır. Ulusal mahkemeler, dava esastan incelemiş ve başvuruyu reddetmişlerdir. Bu noktada, başvurunun bu kısmının da reddedilmesi uygun olacaktır.

72. Hükümet ayrıca başvuranın İdare’ye başvurarak tazminat talep edebileceğini ve açık ya da zımni bir ret cevabının verilmesi halinde ise İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli başvuru yolunun mevcut olduğunun belirtildiği Anayasa’nın ilgili hükümlerinden ve ya İdari Usul Kanunu’nun ilgili hükümlerinden yola çıkarak, tapu senedinin iptal edilmesi sebebiyle uğradığı zararın tazmin edilebilmesi amacıyla bir dava açabileceğini belirtmektedir. Bununla ilgili olarak Hükümet, yukarıda ifade edilen ulusal içtihada atıfta bulunmaktadır. Hükümet aynı zamanda Sayın M. Öztok’un (mevcut davada başvuranın avukatı) bizzat kendisinin de, Devlet’in mevcut davada objektif sorumluluğunun bulunduğunu belirterek, 11 Aralık 2006 tarihinde Bursa İdare Mahkemesi’ne başvurduğunu ve davanın halen ilgili mahkeme önünde görülmekte olduğunu belirtmektedir (yukarıda yer alan 65. paragraf).

73. Başvuran bu iddialara itiraz etmektedir. Başvuran, bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin nihai bir hukuk kararına itiraz etmesini sağlayacak idari seviyede hiçbir iç hukuk yolunun bulunmadığını ifade etmektedir. Hükümet tarafından atıfta bulunulan içtihat ile ilgili olarak, istisnai bir iki durumun mevcut olduğunu, lakin prensip olarak bu türden bir talebin başarılı bir şekilde sonuçlanma ihtimalinin bulunmadığını belirtmektedir. Başvuran bu ifadesini destekleyebilmek amacıyla bu alandaki iç hukuk uygulamalarına ilişkin kararlara atıfta bulunmaktadır.

74. İdare’nin her türlü eylem ve kararlarına karşı adli yola başvurulabileceğine dair ilke uyarınca tazminat talep etme imkanının mevcut olduğu hususunda ise AİHM Doğrusöz ve Aslan-Türkiye (no: 1262/02, §§, 30 Mayıs 2006 tarihli karar) kararında buna benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır. Zira bu başvuru, adli sicil kaydında tapu kaydının yasal olmayan bir şekilde iptal edilmesi ile ilgilidir. Oysa ki mevcut davada, Çanakkale Kadastro Mahkemesi, orman sınırları içerisinde bulunan arazilerin şahsa ait olamayacağının belirtildiği orman alanına ilişkin mevzuata dayanarak başvuranın talebini reddetmiştir (Bkz., mutatis mutandis, Mehmet Ali Miçooğulları-Türkiye, no: 75606/01, § 17, 10 Mayıs 2007 tarihli karar).

75. Başvurandan, Devlet’in objektif sorumluluğun bulunduğundan yola çıkarak bir tazminat elde etmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasını bekleme hususu ile ilgili olarak, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve sınırlandırılmasının iptal edilmesi ile ilgili olarak yapmış olduğu ilk başvurunun reddedilmesinin ardından, yukarıda da zikredilen örneklerde olduğu gibi, AİHM, AİHS’nin 35 § 1. maddesinden doğan zorunluluğun, etkili, yeterli ve ulaşılabilir olan başvuru yollarının normal bir şekilde kullanılması ile sınırlandığını hatırlatmaktadır (Sofri ve diğerleri-İtalya (karar), no: 37235/97, AİHM 2003-VIII). Özellikle de AİHS yalnızca isnat edilen, uygun ve elverişli olan ihlallere ilişkin başvuru yollarının tüketilmesini önermektedir. Bu başvuru yolları, yeterli bir ölçüde, yalnızca teoride değil aynı zamanda uygulamada da mevcut olmalıdır, aksi durumda ise gerekli olan etkililik ve erişilebilirlik özellikleri mevcut olmayacaktır (Akdivar ve diğerleri-Türkiye, 16 Eylül 1996 tarihli karar, Derleme Kararlar ve Hükümler 1996-IV, s. 1210, § 66).

76. Buna karşın AİHM öncelikle, Hükümet tarafından isnat edilen kararlarda, ulusal mahkemelerin mülk sahibinin zarara uğramasına neden olan tapu sicil kayıtlarının her ne kadar devlet memurunun bir hatasının sonucu olmasa da bir “yanlışlık” sonucunda yapıldığını kaydetmektedir. Zira bu durumda hiçbir şey başvuranın ya da 1953’ten beri arsaya sahip olan kişilerin, tapu senetlerinin bir yanlışlık neticesinde verildiğini ortaya koymamaktadır. Sözkonusu arazinin tarım alanı olarak 1953 yılında Hazine tarafından bir şahsa satıldığı ve başvuranın, tapu sicil kaydında arazinin orman alanı olduğuna ilişkin hiçbir ibarenin yer almaması üzerine sözkonusu araziye sahip olan beşinci kişi olduğu hususu taraflar arasında tartışma konusu teşkil etmemektedir. Ulusal Mahkemeler, başvuranın dava süresince elde edilen kanıtlardan yola çıkarak sınırlamaya ilişkin talebini, araziyi tarım alanı olarak nitelendiren devlet memurları tarafından yapılan hatalı bir eylem nedeniyle değil de bu alanda uygulanabilir yasal hükümleri dikkate alarak reddetmiştir.

Daha sonra ise iki tarafça ileri sürülen içtihat ışığında, AİHM, bir şahsa ait bir arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesine ilişkin iç hukuk uygulamaları dikkate alındığında, Hükümet’in bu türden bir başvurunun ne kadar başarılı, yeterli ve ulaşılabilir olduğu hususunu hiçbir şekilde ortaya koyamadığı kanaatindedir.

Nihayetinde, AİHM, yüce mahkemeler önünde konu ile ilgili görülen davaların sonucu ile ilgili spekülasyon yapmaksızın, sözkonusu arazinin niteliğinin belirlenebilmesi amacıyla 1996 yılından 2004 yılına kadar zaten beklemiş olan başvurandan bir tazminat elde edebilmek amacıyla yeni bir başvuru yapmasının beklenmeyeceğine kanaat getirmektedir (Bkz., mutatis mutandis, Guillemin-Fransa, 21 Şubat 1997 tarihli karar, Derleme 1997-I, § 50).

77. Sonuç itibariyle AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35 § 3. maddesi uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olmadığını tespit etmektedir. AİHM ayrıca şikayetin başka hiçbir kabul edilemezlik unsuru teşkil etmediği kanaatindedir. Bu nedenle şikayetin kabul edilebilir ilan edilmesi uygundur.

B. Esas Hakkında
78. Başvuran, arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi ve bununla ilgili olarak ulusal mahkemeler önünde yapmış olduğu başvurunun, herhangi bir tazminat ödenmeksizin reddedilmesine ilişkin karar alınmasının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale teşkil ettiğini ileri sürmektedir. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi aşağıdaki gibidir: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez”
1. Tarafların argümanları

a) Başvuran
79. Başvurana göre, ulusal mahkemeler, arazisi bir tarım alanı niteliğinde olmasına rağmen, ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle yaptığı iptal başvurusunu reddetmiştir. Arazinin bu niteliği, Hazine tarafından ilk satışının yapıldığı 1953 yılında var olduğu gibi, bizzat kendisinin araziyi satın aldığı 1993 yılında da devam etmiştir. Hukuken ve teknik olarak arazinin bu nedenle ormanlık alan olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bununla birlikte, madem ki arazi ormanlık alan olarak nitelendirildi, Devlet’in kamulaştırma usulünü izleyerek kendisine tazminat ödemesi gerekmekteydi zira dava konusu sınırlama bir nev’i mülkiyetten yoksun bırakma niteliğindedir. Bu bakımdan başvuran, Hükümet’in dava konusu sınırlamanın, tıpkı 2 Mart 2006 tarihli ve 49908/99 başvuru numaralı Ansay-Türkiye davasında olduğu gibi mülkiyet hakkını kullanması hususunda yapılan basit bir müdahaleden ibaret olduğuna ilişkin iddialarını reddetmektedir. Bu türden bir sınırlama sonrasında kendi arazisini kullanmasının imkansız hale geldiğini ve kullanması halinde ise bunun cezai mahkumiyetle sonuçlanacağını hatırlatmaktadır. Başvurana göre, herhangi bir tazminat ödenmeksizin, dava konusu arazinin sınırlandırılması, de facto bir ihlal teşkil etmektedir ve mülkiyet hakkına yönelik orantısız bir müdahale niteliğindedir.

b) Hükümet
80. AİHM’nin bu konudaki içtihadına atıfta bulunan (Dagalaş ve diğerleri-Türkiye (karar), no: 51326/99, 29 Eylül 2005; Özden-Türkiye (karar), no: 11841/02, 3 Mayıs 2007; Gündüz-Türkiye (karar), no: 50253/07, 18 Ekim 2007 tarihli karar; ve Pekinel-Türkiye, no: 9939/02, 18 Mart 2008 tarihli karar), Hükümet, başvuranın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1 maddesi uyarınca gerekli olan ve mevcut bir alacağının doğmasına sebep olabilecek ne “fiili bir mülk” ne de “yasal bir beklenti” sahibi olduğunu belirtmektedir. Zira başvuran 1993 tarihinde araziyi satın aldığında bu arazinin 1990 yılında ormanlık alan olarak ilan edildiğini biliyordu ya da bilmesi gerekmekteydi. Ayrıca Ansay-Türkiye davasına atıfta bulunan Hükümet, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılan müdahalenin meşru bir amaç taşıdığını ve orantılı ölçüde gerçekleştiğini ifade emektedir.

2. AİHM’nin takdiri

81.AİHM, içtihadına göre, mülkiyet hakkını özü itibarıyla güvence altına alan 1 No’lu Ek protokol’ün 1. maddesinin birbirinden ayrı üç kural ihtiva ettiğini anımsatır (bkz., özellikle, James ve diğerleri – Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar, A serisi no:98, prg. 37). Genel nitelik arz eden birinci bendin ilk cümlesinde ifade edilen birinci kuralda mülkiyete saygı hakkından söz edilmekte olup aynı bendin ikinci cümlesinde yer alan ikinci kuralda mülkten yoksun bırakma işlemi bazı koşullara bağlanır; ikinci bentte yer alan üçüncü kuralda ise sözleşmeci devletlere mal ve mülklerin kullanımını kamu yararına uygun şekilde düzenleme yetkisi tanınır. Belli bir takım mülkiyet hakkı ihlali örneklerine ilişkin olan ikinci ve üçüncü kural birinci kuralda ifade edilen ilkenin ışığında yorumlanmalıdır (Bruncrona-Finlandiya, no: 41673/98, §§ 65-69, 16 Kasım 2004, ve Broniowski-Polonya , no: 31443/96, § 134, AİHM 2004-V).


82. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir mülkiyetin var olup olmadığı hususunda ise AİHM’nin Hükümet’in iddiasını benimsemesi mümkün değildir. AİHM, mevcut davanın Hükümet tarafından ileri sürülen davalardan farklı olduğunu kaydetmektedir, zira başvuranın dava konusu araziyi satın aldığı sırada, tapu kayıtlarında herhangi bir ibareye yer verilmemiş olması nedeniyle, arazinin ormanlık alan olarak nitelendirildiği hususundan haberdar olduğu hiçbir nesnel unsur ile ortaya konmamıştır. Her halükarda geçerli bir tapu senedine sahip olan kişinin, iç hukuk ve uygulamaları uyarınca, Kadastro Komisyonu’nun çalışmaları sonrasında getirilen sınırlandırmalara karşı kararın tebliğ edildiği tarihi takip eden on yıl içerisinde itiraz etme hakkına sahip olduğu hususuna itiraz edilmesi mümkün değildir. Başka bir ifadeyle, tapu senedine sahip bir kişinin, o alanda benimsenen nihai bir karar uyarınca sınırlandırmanın kesinleştiği ana kadar, sınırlandırmaya tabi olmamış bir mülke sahip olmayı umması pekala mümkündür. Bu nedenle başvuran, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülk” sahibidir (Bkz., diğerleri arasında, Kopecky-Slovakya [Büyük Daire], no: 44912/98, § 35, AİHM 2004-IX).

83.Bir müdahalenin varlığı hususunda ise AİHM, , dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi nedeniyle başvuranın mülkiyet hakkının ihlal edildiği hususunda her iki tarafın da hem fikir olduğunu tespit etmektedir. Bununla birlikte taraflar söz konusu müdahalenin sonuçları hususunda aynı görüşü paylaşmamaktadır.

84. Bu durumda başvuran, sınırlandırmayı de facto olarak nitelendirirken Hükümet, dava konusu durumun, mülklerin kullanımına ilişkin düzenlemelerden kaynaklandığını belirtmektedir.

85. AİHM başvuran tarafından dile getirilen sınırlandırmanın etkilerinin tamamının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi bakımından incelenmeyi gerektiren söz konusu mülkün kullanılabilirliğinin ciddi bir şekilde azalmasından ileri geldiğini (yukarıda yer alan 90. paragraf) tespit etmektedir.

86. AİHM öncelikle başvuranın söz konusu araziyi satın aldığı sırada iyi niyetli olmadığının hiçbir şekilde ortaya konmadığını tespit etmekte ve başvuranın geçerli bir tapu senedine sahip olduğunun altını çizmektedir.

87. AİHM, AİHM daha sonra ise yetkili mahkemelerin, adli bir kararla dava konusu araziyi ormanlık alan olarak nitelendirdiğini tespit etmektedir. Başvuran tarafından arazinin niteliğine ilişkin itiraza rağmen ulusal mahkemeler arazinin orman alanında bulunduğu yönündeki bilirkişi raporlarına dayanarak anayasa hükümleri gereğince tapu senedini iptal etmiştir. Ulusal mahkemeler tarafından ileri sürülen gerekçeleri göz önünde bulunduran AİHM, başvurana uygulanan yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğini düşünmektedir (bkz., mutatis mutandis, Lazaridi – Yunanistan, no: 31282/04, prg. 34, 13 Temmuz 2006). Bu çerçevede AİHM, her ne kadar çevrenin genel olarak korunmasına yönelik AİHS’de özel bir hüküm bulunmasa da (Kyrtatos – Yunanistan, no: 41666/98, prg. 52) günümüz toplumunun çevrenin korunması konusundaki duyarlılığının her geçen gün daha da arttığını anımsatır (Fredin – İsveç (no:1), 18 Şubat 1991 tarihli karar, prg. 48). AİHM, çevrenin korunmasına bağlı sorunlara müteaddit defalar değindiğini ve konunun önemine dikkat çektiğini kaydeder (Bkz. örneğin, Taşkın ve diğerleri-Türkiye, no: 46117/99, AİHM 2004-X; Moreno Gomez-İspanya, no: 4143/02, AİHM 2004-X; Fadeieva-Rusya, no: 55723/00, AİHM 2005-IV; Giacomelli-İtalya, no: 59909/00, AİHM 2006-…). Tabiatın ve ormanların korunması ve daha genel olarak da çevre bir değer teşkil etmektedir, bu değerin korunması ise kamuoyunda, dolayısıyla da kamu makamları nezdinde sürekli ve yoğun bir ilgi uyandırmaktadır. Çevrenin korunmasına ilişkin mülahazalar söz konusu olduğunda, bilhassa da devlet konuyla ilgili olarak bir yasal düzenlemeye gitmişse, ekonomik zorunluluklar ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar öncelik arz etmemelidirler (Hamer-Belçika, no: 21861/03, § 79, AİHM 2007,-..., (kesitler)).


88. Dava konusu sınırlamanın bu alandaki adil dengeye uygun olarak gerçekleştirip gerçekleştirilmediği hususunda karar vermeden önce, AİHM, Hükümet’in Ansay-Türkiye (no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) kararının mevcut davanın incelenmesinde örnek teşkil edebileceği görüşüne katılmamaktadır. Ansay davasında, AİHM, başvuranların mülklerinden istifade etme haklarının sınırlandırılmasına sebep olan gerçek nedenlerle ilgili olaylara ve hukuka ilişkin yeterli hususlara sahip değildi. Ve incelemesi gereken temel soru, ilgililerin inşa izninin iptal edilmiş olmasının, bu tedbirin amaçlanan meşru hedefle orantılı olup olmadığını ortaya koyabilecek bir zarara sebep olup olmadığı hususuydu. AİHM, haklı olarak, bu soruyu, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi uyarınca “mülklerin kullanımın düzenlenmesi” kavramı bakımından incelemiştir oysa ki mevcut davada söz konusu olan mülkiyetten yoksun bırakmanın temelini teşkil eden bir tedbirdir.

89. Mevcut davada başvuran, iyi niyetle 1993 yılında hiç tartışmasız bir şekilde tarım arazisi olarak nitelendirilen (yukarıda yer alan 8 ve 9. paragraflar) ve Türk Hukukunda muteber sayılan tapu sicil kayıtlarında arazi ile ilgili sınırlayıcı hiçbir ibarenin yer almadığı bir araziyi satın almıştır (yukarıda yer alan 38. paragraf). Bu nedenle arazinin başvuran tarafından satın alınması işlemi, başvurana yöneltilebilecek hiçbir kuralsızlık barındırmamaktadır; hal böyle olmasaydı, Tapu ve Kadastro Müdürlüğü yasalara uygun olarak hazırlanmış olan tapu senedini başvuran adına düzenlemezdi (9. paragraf).

90. Bu bakımdan, AİHM, arazinin satın alındığı dönemde, başvuranın arazinin niteliğinden haberdar olması gerektiğini belirten Hükümet’in iddiası üzerinde daha fazla durmayacaktır zira Hükümet’in bu iddiasını destekleyebilecek doğrulanabilir hiçbir unsur mevcut değildir (yukarıda yer alan 80. paragraf). Buna karşın, AİHM halihazırda, tarım arazisi satın alan başvuranın, kendi adına düzenlenen tapu senedine sahip olmasına rağmen, araziyi işleyemediğini, ekip biçemediğini veya başka hiçbir işlem yapamadığını tespit etmektedir. Kısacası başvuranın arazisinden yararlanma hakkı bulunmamaktadır.

91. Bu nedenle AİHM, kararının mevcut dava olayları ile sınırlı olduğunu ve ormanlık alan sınıflandırmasının, dava olaylarını çevreleyen tüm koşullardan bağımsız olarak, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale niteliğinde olduğunu belirten bir ilke kararı olarak algılanmaması gerektiğini ifade ederek mevcut davada dava konusu arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin, yukarıda ifade dilen koşullarda (9. paragraf) edinilmiş olan başvuranın mülkiyet hakkının içeriğini tamamen yok ettiğinin kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir. Başvuranın, tedbirin uygulandığı 28 Eylül 2007 tarihine kadar araziyi satmasının mümkün olduğu hususunda dile getirilen iddia (33-34. paragraflar), bu tespiti hiçbir şekilde etkilememektedir zira bir yandan bu satış işlemi tamamen teoriktir ve öte yandan ise tapu senedinin iptal edilmesini ve arazinin Orman Müdürlüğü lehine devrinin yapılmasına ilişkin dava başlatılmış bulunmaktaydı.

92. Geriye kalan husus, dava konusu tedbirin, gerekli olan adil dengeyi sağlayıp sağlayamadığı ve özellikle de, başvuranı orantısız bir yük taşımaya mahkum edip etmediğidir. Bu itibarla, yerel mevzuatla öngörülen tazmin edilme usüllerini değerlendirmek gerekmektedir. Bu konuda, AİHM bu hususta etkili bir iç hukuk yolunun mevcut olmadığını tespit etmektedir (74. paragraf). Dava koşulları, özellikle de sınırlamanın nihai oluşu, dava konusu durumu telafi edebilecek nitelikte etkili bir iç hukuk yolunun bulunmayışı, mülkiyet hakkından tam olarak istifade edilmesi karşısındaki engel ve tazminat ödenmemiş olması AİHM’ nin, başvuranın özel ve aşırı bir yük taşımaya mecbur kılındığı kanaatine varmasına neden olmaktadır. Bu durum, kamu yararının gereklilikleri ve öte yandan ise mülkiyet hakkına saygı ilkesinin korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozmaktadır (Bkz. mutatis mutandis, Terazzi S.r.l., adıgeçen karar, § 91). AİHM, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesini haklı gösterecek hiçbir istisnai duruma atıfta bulunamadığını kaydetmektedir.

93. Bu nedenle, [B]1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.

angel67
30-12-2008, 10:54
II. AİHS’NİN 6 § 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

94. Başvuran, hatalı delil unsurlarından hareketle karar veren ulusal mahkemelerin, bağımsız ve tarafsız mahkeme niteliğini taşımadığından dolayı şikayetçi olmaktadır. Başvuran bu itibarla, AİHS’nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır. AİHS’nin 6. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Herkes, (…) kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”

95. Hükümet, AİHM’den dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle bu şikayeti kabul edilemez ilan etmesini talep etmektedir.

96. Başvuran, ulusal mahkemelerin dava konusu arazinin sınırlandırılması ile ilgili talebini reddetmek için hatalı delillere dayandıklarını belirtmektedir. Başvurana göre, ulusal mahkemelerin, kendisinin erişim imkanının mevcut olmadığını belirttiği eski belgeleri incelemesi gerekmekteydi.

97. Şikayetin dile getiriliş şeklini dikkate alan AİHM, başvuranın esasen ulusal mahkemelerin kanıtları değerlendirme şeklinden dolayı şikayetçi olduğunu tespit etmektedir. Bu bakımdan, AİHM, başvurunun esası hakkında karar vermek için keyfi olarak hatalı delillere dayandıklarını gösterecek hiçbir unsur tespit etmemektedir. AİHM, Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin çeşitli bilirkişi raporları ve objektif bir şekilde elde edilen deliller ışığında kararını verdiğini gözlemlemektedir (yukarıda yer alan 22. paragraf). AİHM ayrıca, Yargıtay’ın başvuranın bu konudaki şikayetini incelendiğini ve esasa bakan mahkemenin, eski belgelere atıfta bulunmaya gerek duymaksızın dava konusu arazi üzerinde mevcut yükselti farkı gibi objektif unsurlar ve ilgili hükümlerden yola çıkarak kararını verdiğini kaydetmektedir (yukarıda yer alan 24. paragraf).

98. Her halükarda, başvuranın ulusal mahkemeler tarafından benimsenen çözüme itiraz etse de AİHM, bir mahkemenin böyle bir kararı ya da başka bir karar almasına neden olan davaya ilişkin unsurları incelemenin kendi görevi olmadığını, aksi durumda ise kendisinin üçüncü ya da dördüncü derece mahkemesi niteliğine bürüneceğini hatırlatmaktadır (Kemmache-Fransa (no:3), 24 Kasım 1994 tarihli karar, A serisi, no: 296-C, § 44).

99. Bu nedenle ulusal mahkemelerin hakkaniyetten yoksun olduklarına dair şikayetin açıkça dayanaktan yoksun bulunmakta ve AİHS’nin 35 §§ 3 ve 4. maddeleri uyarınca reddedilmesi gerekmektedir.

III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA

100. AİHS’nin 41. maddesi aşağıda yer aldığı şekildedir:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”


106. Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.

BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM,

1-Oybirliğiyle, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir ihlalin var olduğuna ilişkin şikayetin kabul edilebilir, kalan kısmın ise kabul edilemez olduğuna;
2-İkiye karşı beş oyla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3-İkiye karşı beşoyla, AİHS’nin 41. maddesinin henüz uygulanabilir olmadığını ve bu nedenle,

a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, mevcut kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;

Karar vermiştir.


İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddesine uygun olarak 15 Temmuz 2008 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.

Sally Dollé Françoise Tulkens
Katip Başkan


Mevcut karar ekinde, AİHS’nin 45 § 2. maddesine ve İç Tüzüğün 74 § 2. maddesin uygun olarak, Sayın Cabral Barreto ve Türmen’in ayrık oy görüşü bulunmaktadır.

SAYIN CABRAL BARRETO VE TÜRMEN’İN
AYRIK OY GÖRÜŞÜ

Üzülerek, çoğunluğun benimsediği karara katılmamız mümkün değildir; bize göre, aşağıda yer alan sebeplerden ötürü 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmemiştir.

1.Öncelikle başvuran dava konusu araziyi 1993 yılının Temmuz ayında satın almıştır.

Başvuranın araziyi satın aldığı tarihte, tapu sicil kayıtlarında parselin ormanlık alan sınırı içerisine dahil edildiğine dair herhangi bir ibarenin yer almadığı bir gerçektir; bununla birlikte, 20 Ağustos 1990 tarihinde, Kadastro Komisyonu orman alanlarının sınırlandırılması çalışmalarına başlamış ve halka açık bir şekilde alınan kararla sözkonusu arazi de bu alan kapsamına alınmıştır.

Kararın başvuranın “iyi niyetinin” belirtildiği 71, 86 ve 89. paragraflarının, bir takım çekincelerle okunması gerekmektedir: başvuranın, araziyi almadan önce gerekli dikkati göstermiş olması halinde, arazinin niteliğini ve özellikle de ormanlık alan içerisinde bulunup bulunmadığını öğrenme imkanı bulunmaktaydı.

2. Türk Hukukunda, çeşitli orman türlerinin mevcut olduğunun bilinmesinde yarar bulunmaktadır.

8 Şubat 1937 tarihli ve 3116 sayılı Kanun’un 3. maddesi uyarınca dört çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar, vakıf ormanları ve hususi ormanlar.

Günümüzde ise, 31 Ağustos 1956 tarihli ve 6831 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca üç çeşit orman bulunmaktadır: Devlet ormanları, Kamu tüzel kişilere ait ormanlar ve hususi ormanlar.

Hususi ormanlar devletin denetiminde olup ve kontrole tabiidir; maliklerinin sınırlı bir işletme hakkı bulunmaktadır (kararın 53. paragrafı).

Anayasa’nın 169. maddesi uyarınca, yalnızca Devlet ormanları devredilemez niteliktedir.

Çoğunluk, hususi ormanların serbestçe üçüncü kişilere transfer edilebileceği hususunu yeterince değerlendirememektedir (Kararın 91. paragrafı).

Başvuranın tapu senedinin iptaline ve arazinin Hazine adına tapuya tescil edilmesine ilişkin davada, Orman Bakanlığı’nın arazinin üçüncü kişilere transfer edilmesini önlemek amacıyla önleyici tedbirlerin alınmasını talep ettiği hususuna dikkat etmek yeterli olacaktır (kararın 33. paragrafı).

Kısacası, kararın alındığı tarihte, başvuran halen ormanlık bir alanın sahibi konumundadır.

Bu arazi muhakkak ki ve özellikle de üzerine inşa etme ya da tarım arazisi olarak işletme imkanı bakımından bir takım sınırlamalara tabii tutulmuştur.

Bununla birlikte başvuranın araziyi üçüncü kişilere satması ve aynı zamanda legis artis’e uygun olarak makul bir şekilde araziyi ağaçlandırmak ya da ağaçsızlandırmak suretiyle orman alanı olarak da işletmesi yasal olarak mümkün bulunmaktaydı.

3. Mevcut dava koşullarında, çoğunluğun daha önce incelediği davalarda uyguladığı ve kamu yararının sözkonusu olduğu hallerde, mülkiyet hakkının sınırlandırılması eyleminin haklı ve orantılı olarak nitelendirilmesi gerektiğini belirten yerleşik içtihadından uzaklaşmış olmasını anlamakta güçlük çekmekteyiz.

3.1.Çoğunluk başvuranın şikayetini, mülkiyet hakkına saygı ilkesinin ifade edildiği 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi kapsamında incelemektedir.

Bize göre mevcut olayda halen tapu senedinin sahibi olan başvuranın mülkiyet hakkı korunmuştur.

Mülkiyet hakkının bir takım sınırlamalara tabii tutulduğu bir gerçektir; fakat çoğunluğun, bize göre yanlış bir değerlendirme olan ve başvuranın “hiçbir şekilde araziden istifade etme imkanına sahip olmadığına” (kararın 90. paragrafı) ilişkin görüşünde de ortaya koyduğu üzere de bu hakın içi tamamen boşaltılmış değildir.

3.2.Dava konusu istifade, Ansay-Türkiye ((karar), no: 49908/99, 2 Mart 2006 tarihli karar) davasında incelenen istifade hiçbir şekilde farklı bir özellik arz etmemektedir.

Ansay davasında da, üzerinde inşa izni de verilen bir arazinin iyi niyetle satın alınması söz konusuydu.

Bununla birlikte verilen inşa izni, arazinin ormanlık alan içerisinde yer alması nedeniyle iptal edilmiştir.

Bu davada, başvuranlar, arazinin “orman sınırı” içerisinde sınıflandırılmasının ve bu sınırlamalar nedeniyle ortaya çıkan kullanıma ilişkin sınırlamaların mülkiyet haklarına yönelik bir ihlal teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.

AİHM sözkonusu davada ne resmi ne de fiili bir kamulaştırmanın mevcut olduğunu tespit etmiştir; üstelik, “bir arazinin “orman” olarak nitelendirilmiş olması, mülkiyetten yoksun bırakılmayı doğurmamaktadır, zira bu nitelendirme işleminden sonra bile, tapu senedinin iptal edilmesi davası olmaksızın bir parsel özel olarak nitelendirilebilir”.

Ansay davasında AİHM, arazinin orman vasfı taşıması nedeniyle doğan sınırlamaların, tapu senedine sahip olan başvuranların haklarının kullanılması alanında bir müdahale teşkil ettiğini ve bu nedenle 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendinin uygulanması gerektiğini belirtmiştir.

AİHM çevresel endişeler dikkate alındığında bu müdahaleyi yerinde bulmuştur; zira dava konusu tedbirin başvuranı, amaçlanan meşru amaçla orantısız olmasına sebep olacak türden bir zarara uğratan nitelikte olduğuna kanaat getirilmesi mümkün değildir.

3.3. Benzer bir yaklaşım, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi kapsamında incelenen 26 Haziran 2007 tarihli Longobardi ve diğerleri-İtalya (no: 7670/03) kararında da dairemiz tarafından benimsenmiştir.

Bir arazi inşa edilebilir olarak sınıflandırılmıştır; fakat Çevre ve Miras Bakanlığı bu arazinin bulunduğu bölgenin arkeolojik menfaatler, nedeniyle inşa iznini mutlak şekilde yasaklamıştır ve bütün bu işlemleri tazminat ödemeksizin yapmıştır; mevcut davada Santa Elena mozolesinin görünümünü muhafaz edilmesi sözkonusuydu.

Bu bakımdan AİHM, tazminat ödenmemesine rağmen kişinin temel haklarının korunması gerekliliği ile kamu menfaatinin gereklilikleri arasında adil dengenin sağlandığını tespit etmiştir.

Her iki durumda, her iki arazi de ekonomik değerlerini neredeyse sıfıra indiren bir takım sınırlamalara maruz kalmış ve işlenmeleri mümkün olan en düşük seviyede kalmıştır; bununla birlikte AİHM, çatışma halinde olan çıkarlar dengesinde, müdahalenin yerinde olduğuna karar vermiştir.

4. Böylece Luigi Longobardi ve Ansay davalarında verilen kararlardan yola çıkarak kendi davamızı ne şekilde sonuçlandırılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bizlere göre, mevcut dava mülkiyet hakkına saygı ilkesi ile ilgili değildir (çoğunluğun savunduğu şekliyle, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin birinci cümlesi) zira sınırlamalara rağmen, başvuran hala sözkonusu arazinin sahibi konumundadır, fakat aynı maddenin ikinci bendinde ifade edilen mülklerin kullanımının düzenlenmesi ile ilgilidir.

Üstelik, bizlere göre, Ansay davasındaki mülk sahipleri ile mevcut davadaki mülk sahipleri aynı durum içerisindedir; bu kişiler, bir süre sonra orman olarak nitelendirilen arazilerin sahibidirler ve bu nedenle inşa izni veya tarım arazisi olarak işletilmeleri gibi getirilen tüm sınırlamalara bağlı kalarak araziyi işletmeleri gerekmektedir.

Yerleşik bir içtihat uyarınca, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin, maddenin birinci cümlesinde yer verilen ilke ışığında okunması gerekmektedir. Bir müdahalenin, kamu yararının genel menfaatleri ile kişinin temel haklarının korunması menfaatleri arasında “adil bir dengeyi” sağlayabilmesi gerekmektedir.

Uygulanan yöntemlerle amaçlanan meşru ama arasında makul bir orantılılık bağının mevcut olması gerekmektedir.

O halde, burada asıl irdelenmesi gereken soru, kişi haklarının korunması gerekliliği ile kamu yararının genel menfaatleri arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin, başvuranın mülkiyet hakkına yönelik olarak getirilen sınırlamalar nedeniyle bozulup bozulmadığının tespit edilmesidir.

AİHM, bu gerekliliğin yerine getirilip getirilmediğini kontrol ederek, Devlet’e uygulayacağı müdahalelerin ne şekilde olacağı hususunda ve sonuçlarının, kamu yararı bakımından yerinde olup olmadığı hususunda kanaat getirebilmesi açısından geniş bir takdir payı vermektedir (Chassagnou ve diğerleri-Fransa [Büyük Daire], no: 25088/94, 28331/95 ve 28446/95, § 75, AİHM 1999-III).

Çevre gibi konular sözkonusu olduğunda AİHM, makul bir gerekçeden yoksun olması hali dışında, ulusal yasa koyucu tarafından konu ile ilgili yapılan değerlendirmeye saygı göstermektedir (Bkz., mutatis mutandis, İmmobiliare Safi-İtalya [Büyük Daire], no: 22774/93, § 49, AİHM 1999-V).

Mevcut dava ile ilgili olarak, başvuranın arazisinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesinin sebebinin, Kadastro planları ve Orman Genel Müdürlüğü’nün 1990 tarihinde bunu onaylaması olduğunu tespit etmekteyiz; ilgili tarafından da itiraz edilen bu niteleme, sorunu her açıdan derinlemesine inceleyen ve inceleme neticesinde arazinin ormanlık alan olarak nitelendirilmesi kararını onaylayan Çanakkale Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000 tarihinde aldığı bir kararla onaylanmıştır.

Dosyada yer alan hiçbir unsur bu nitelemenin, keyfi ya da öngörülemez bir durum olduğunu ortaya koymamaktadır.

O halde, dava konusu müdahale yasal olma koşulunu yerine getirmektedir.

Ayrıca, başvurana uygulanan müdahalelerin amacı, ki bu amaçlar doğanın ve ormanların korunmasıdır, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ikinci bendi uyarınca kamu yararı çerçevesinde yer almaktadır.

Başvuranın mülkiyet hakkına yönelik müdahale ile amaçlanan meşru amaç arasında hüküm sürmesi gereken orantılılık ölçüsü ile ilgili olarak, AİHM’nin pek çok kez bir hususu dile getirdiğini vurgulamak gerekmektedir. Günümüzde çok gündemde olan çevresel konular dikkate alındığında, “dava konusu tedbirin, başvuranı bu tedbiri amaçlanan meşru amaçla orantısız kılacak bir zarara uğratmış olarak nitelendirilmesi mümkün değildir” (Kapsalis ve Nima-Kapsali-Yunanistan (karar), no: 20937/03, 23 Eylül 2004 tarihli karar).

Sonuç olarak ve tazminat ödenmemesine rağmen, mevcut davada kamu yararının gereklilikleri ile kişinin temel haklarına saygı gerekliliği arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin muhafaza edildiğine kanaat getirmekteyiz.”

angel67
30-12-2008, 10:55
NETİCE : Görüldüğü üzere İnsan Hakları Mahkemesi ülkemizdeki orman hukuku uygulamalarını insan haklarına aykırı bulmuştur. Bir kişinin malını bedelini ödemeden rızası hilafına elinden almak tarih boyunca hukuka aykırı bir davranış olarak kabul edilmiştir. Mahkemenin görüşü bunun yeniden teyiti niteliğindedir. Acı olansa yıllardır ülkemizde bu uygulamalar yapılmasına rağmen iç kurumlarımızın bunu fark edememesidir. Bu durum göstermektedir ki vatandaşlarımız doğal hukuktan ve adaletin koruyucu şemsiyesinden düşünce olarak uzak bulunmaktadırlar.
Kararda ki karşı görüş hükümet beyanlarından etkilenerek mülkiyetin korunduğu fakat kullanım olanaklarının ortadan kaldırıldığı durumlar içindir. Oysa Türkiye de hepimiz bilmekteyiz ki kişilerin mallarına “geçmişte haritalarda gördük” şeklindeki bir izahatla el konulmaktadır ve tapuları iptal ettirilmektedir. Bu kararda da yer aldığı üzere Türkiye’deki tüm orman kadastroları yeni oluşturulmuş belgelerle yapılmaktadır. Türkiye’de idari yapı kendi yorumunu getirerek aslında olmayan bir hukuk düzeni yaratmıştır. Şu soruyu kendinize sorabilirsiniz; kim eğer lehine bir belge ve bilgi elinde mevcutsa bunu mahkemeden gizler .Bugün idare bu bilgi ve belgeyi gizlemektedir, öyle ise gizleyecek bir şeyi vardır. İdare bugün bu giz perdesinin ardında saklanmaktadır. Ben buradan diyorum ki “ Madem ki şeffaf devletiz ve devletin elinde bu kadar imkan var o halde Orman Genel Müdürlüğü’nün geçmişe dönük olarak harita ve planlarını internet sitesine koyması çok doğru bir davranış olacaktır “.
Bu yazının geliştirilmesinde yardımcı olabilecek kişiler avmustafaoztok@gmail adresine yazabilirler.

[1] Çanakkale Barosu Avukatı

[2] www.turkhukuksitesi.com

[3] . Yargıtay 20 Hukuk dairesi Esas 1992/2797 0607.1992 tarihli kararında “Açıklanan olguya göre öncesi için yapılacak araştırmaya esas olacak biçimde, 1945 ve daha öncesine ait memleket haritası, hava fotoğrafları, <<amenajman>> planları getirtilip;”
Benzer bir karar 1. “ YARGITAY KARARI KARAR NUMARASI:1992/4882 ESAS NUMARASI:1992/6384 KAYNAK :YARGITAY 20.HUKUK DAİRESİ”
2. YARGITAY KARARI KARAR NUMARASI:1992/2696 ESAS NUMARASI:1992/1885 KAYNAK :YARGITAY 20.HUKUK DAİRESİ
3. “YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ 97/7936 K 97/ 7421 E 22.9.1997
Orman sınırlaması yapılmayan veya sınırlandırmanın ilk olarak yapıldığı yerlerde, bir yerin orman niteliğinin ve hukuki durumunun 3116, 4785 ve 5658 sayılı Yasa hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir. Mahkemece bu amaçla, çekişmeli taşınmaz yerinde sadece memleket haritası ve <<amenajman>> planı uygulanmış, taşınmazın bu belgelere göre konumu belirlenmiştir.
Ayrıca, hava fotoğraflarında uygulanmak suretiyle, bu fotoğraflardan taşınmazın ne olarak gözlendiği hususu gözardı edilmiştir. Taşınmazın, raporunda (B) kesimine ilişkin değerlendirmesinde, üzerinde 5-10 yaşlarında fıstık çamları, ayrıca meşe, sandal, ladinden söz edildiği halde, 1948 tarihli memleket haritasında açıklık alan içerisinde kaldığı ve tarihsiz <<amenajman>> planında ise; 13 nolu bölme içerisinde sarı renkle boyalı ziraat alanı içerisinde kaldığı, toprağı humuslu ve orman toprağı olduğu ve orman sayılan yerlerden olduğu söylenmiştir. Bu durumda rapor taşınmazın eylemli durumu ile resmi belgeler ve haritaları itibariyle kendi içerisinde ve sonuç kısmıyla çelişkili olup, resmi belgelerle çelişen rapora dayanılarak karar verilemez. Eylemli durumun varlığı halinde ağaçların cinsi, yaşı, dağılım durumu ve kapalılık derecesi ayrıca saptanması gerektiği gibi, en eski tarihli hava fotoğrafları ve memleket haritasında ne şekilde görüldüğü ve işaretlendiği belirlenmeli ve haritalarında işaretlenmelidir.
Mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa <<amenajman>> planı ilgili ……”
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir :

"Aihm Kararı Ve Orman Hukuku" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Mustafa Öztok'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak yazarının izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.:rolleyes::rolleyes:

angel67
20-01-2009, 19:58
harika bağsetmişsiniz helal olsun devletin kendisi dolandırıcı hem tapu veriyor hemde tapuyu iptal ediyor hiç bir bedel vermeden peki bu arsaya yatan parayı kim ödüyecek devletmi yazıklar olsun haram olsun.......

angel67
20-01-2009, 21:08
RESMİ GAZETE
Tarih :25 Nisan 2002 Sayı :24736
Özel Ormanlarda ve Hükmi Şahsiyeti Haiz Amme Müesseselerine Ait Ormanlarda Yapılacak İş ve İşlemler Hakkındaki Yönetmelik



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ormanlarda ve Amme Müesseselerine Ait Ormanlarda İnşaat İzni

Madde 10-Şehir, Kasaba ve Köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki özel orman veya amme müesseselerine ait orman alanlarında 6831 Sayılı Orman Kanunun 17 nci Maddesine göre izin alınmak ve yatay alanın %6 sını geçmemek koşuluyla imar planlamasına uygun inşaat yapılabilir.
İnşaatların yapılmasında orman alanlarının tabii vasıflarının korunmasına özen gösterilir. Ormanın kapalılık durumu, arazinin topoğrafik yapısı da göz önünde bulundurulmak suretiyle ormanın en zayıf olduğu ve alt yapı hizmetlerinin en uygun götürülebileceği yerde izin verilir. Kamu eline geçecek tesisler de dahil olmak üzere yapılacak her türlü alt yapı ile diğer sosyal, ticari ve idari amaçlı tesisler ve bunlar arasındaki bağlantı yolları dahil maksimum planlanabilir İmar planı alanı, genel özel orman alanının %6’ sını geçemez.İzin verilirken 6831 Sayılı Orman Kanununa göre konusu itibari ile daha özel kanun konumunda olan; 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu, 3621 Sayılı Kıyı Kanunu ile 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve 3194 Sayılı İmar Kanunu ayrıca göz önünde bulundurulur.
Genel Müdürlüğün 202 sayılı “Orman Yolları Planlaması ve İnşaat İşlerinin Yönetilmesi Hakkında Tebliğ” esaslarına göre ormanın devamlılığı ve işletmesine yönelik yol şebeke planları tanzim edilir. Bu planlar İnşaat ve İkmal Dairesi Başkanlığınca onaylanır. Onaylanan bu planlar dahilinde yapılan yollar Orman Kanununun 52 nci Maddesine göre verilen %6 lık yapılaşma kapsamına tabi değildir.

Oğuz Karsan
20-10-2009, 15:58
Merhaba.

Sn. angel67, Konu ile ilgili kanunlar, yönetmelikler ve diğer kurallar ne derse desin hiç önemli değil. Neden biliyor musunuz? Çünkü bu kanunlar, yönetmelikler ve diğer kurallar sizin ve benim gibi normal insanlar için(tabi siz ve ben normal kabul ediliyorsak)

Gerçekte ise, Kanun ve nizama uymamayı alışkanlık haline getirerek böylece para kazanmayı alışkanlık haline getirmiş olan insanlar için hepsi boş laftır. Onlar kazanmayı umdukları paraların küçük bir yüzdesini belli kişilere dağıtarak kanunlara uymama veya kanunun zorunlu tuttuğu ödevleri yapmama serbeststliğini elde ederler.

Söylemek istediğim tam anlaşılmadıysa özetleyeyim. Kanunları para gücü ve birilerinin yardımıyla by pas ederler. Ne kadar edebilirler diye soracak arkadaşlara hemen binlerce örnek verebilirim. Üzerinde konuştuğumuz konu esasında küçücük bir örnektir.

Gümrükten tutun da, Savunma ihalelerine kadar her yerde nelerin yapılabildiğini hergün gazetelerde okumuyor muyuz? Bu ülkede paranız ve yeteri kadar cesaretiniz varsa, içinden çıkamayacağınız problem, halledemeyeceğiniz iş, etrafından dolaşamayacağınız kanun yoktur.

Altını olan kuralı koyar, Kuralı koyan altını alır.

Hatta bazılarının çıkarı uğruna önce dağa çıkar ya da yurtdışına kaçarsınız, teröristliğe başlarsınız, daha sonra teröristlikten vazgeçip ben geri dönüyorum ateş etmeyin dersiniz. Herkes sizi sınırda kahraman gibi karşılar, bağrına basar. Sıkıcı sandığınız ifade alma işi diğer gelecek müşterilere örnek olması için, süratle bitirilip önce savcılığa birkaç saat içinde de mahkemeye çıkartılıp kanunlara uygun bir biçimde aklanıp serbest bırakılırsınız.

Sizinle savaşırken Ülkesini, Milletini, Vatanını, Ulusunu, Bayrağını, Namusunu, şerefini, savunmak uğruna şehit olan Mehmetçik ise ne yoluna ölmüş sayılır anlaşılmaz. Bu gibi ayrıntılar üzerinde de aydınlarımız asla kafa yormaz.


Saygılar

tugrul bıyıklı
21-10-2009, 01:13
konunun hepsini okudum çünkü bende bir oman mühendisi öğrencisiyim ve ormancılık hukuku diye bir ders alıyorum. bu dersi yeni almaya başladım ve ülkemizde ki hukuk yetmezliğini daha iyi anlamaya başladım. hay gözünü seveyim bu ülkede demokrasi varmış, hukuk varmış, kanun varmış öylemi. yok kardeşim görüyoruz işte rahmetli Halil İbrahim amcanın çektiğini. şuraya bak ya koca ülkeyiz 3 kıtaya hükmeden bir neslin torunları ve tomurcuklarıyız ama daha kendi kendimize yetemiyoruz, kendi insanımıza kaptırabildiğimizi kaptırıyoruz.

yanlış öğrenmediysem ben tapulu aldığım bir arazinin ( ki hiçbir ormna olarak sayılmayan ve engeli olmayan bir arazi olsun) 10 yıl içinde orman arazisi olarak ihlali yapılabiliyormuş. bu nasıl oluyor? ben hala anlamış değilim. ben tarla olarak bir arazi alacağım. sonra orayı isteğime göre ağaçlarndıracağım sonra devlet gelip 10yılda ağaçlarım 5 metre boya ulaştı diye arazimi istimlak edecek orman arazisi diye. sonra ben kendi devletimin birimlerine dava açacağım a.i.h.m de. mantık ne?

mantık ne anlayamadım şu ana kadar gördüğüm hukuk derslerinden fakat amacı anladım. KENDİ İNSANINI KENDİ DEVLETİNE DÜŞMAN ETMEK VE DIŞA BAĞIMLILIĞA SEVK ETMEK.
neden bunlara ses çıkmıyor? neden bir insanda kalkıp demiyor ki yahu bizim hukuk kurallarımızda yasalarımızda yanlışlarımız, eksiklerimiz var ve bu yüzden dışa bağımlı kaldık düzeltelim şunu da halkımız refah içinde ülkemizde yaşasın? aydınlarımız ve yöneticilerimiz ne iş yapıyorlar? a.i.h.m'ye neden başvurmak zorunda kalıyoruz? **** kendi gördüğüm ve sonuca vardığım bir soruyu sizlere de sorayım kendi içinizde düşünün sevgili büyüklerim.

Türkiye Cumhuriyeti sizce hukuk yönünden bağımsız mıdır? yoksa halen daha sömürge midir?

hepinize saygılar...

NOT: eğer üslubumda yanlış olduysa af ola. burada yazı yazan kimseye değildir sitemim!

Oğuz Karsan
22-10-2009, 13:09
Merhaba.

Sn. tugrul bıyıklı, yazdıklarınıa bir ekleme yapmama izin verin lütfen.


Bir hususta söylediklerinize ekleme yapmama izin verirseniz, T.C. Devletinin Tapu dairesinden aldığınız arazi istediğiniz kadar orman arazisi olmasın, Orman kadastrosu geçmiş ve araziniz orman sayılmayan yer olsun, tarım arazisi olsun, haritalarda sarıya boyanmış olsun.

Orman Kanunlarında ve yargıtay kararlarında orman idaresine öyle imtiyazlar tanınmış ki düşünemezsiniz bile. Orman idaresinin açacağı davalarda zaman aşımı yani sınır yoktur. İsterse bu raziye biz orman değil demiştik ama elli yıl önce burası ormanmış deme ve önünüze belge koyma hakkına sahipler.

Ormanlarımızı korumak açısından bazı kişiler tarafından öngörülen bu kurallar iyi de biz sadece ormanda ve uzayda yaşamıyoruz ki. Medeni dünyaya geldiğinizde diğer ülkeler ile olan ilişkilerde hemen cuvallıyoruz ve muz cumhuriyeti benzetmesiyle suçlanıyoruz.

İçimiz acısa da, Bu suçlamaları hakediyoruz. Görülmekte olan orman davalarının sayısını kimse bilmiyor. Ama yargıtayda bekleyenler ile iki milyonu bulmuş.

Tapulu arazinize orman istediği şekilde dava açabilir. Hiç birşey de yapamazsınız. Arazinizin orman olmadığını ispat etmek için gereken belgeler ellerindedir ama size vermezler. Bir anda gizli belge oluverir istedikleriniz. Ayrıca hangi belgeyi mahkemeye götürürseniz götürür, bilirkişi faktörünü unutmayınız.

Bilirkişiler görünüşte bağımsız çalışan orman mühendisleridir, ancak ormandan aldıkları belgeleri mahkemeye sunarlar. Diyelim ki, orman tahdit haritasında sizin araziniz sarı boyalı olsun. Bu durumda kazanacaksınız diye bir kural da yoktur. Bilirkişi ormandan getirdiği belgelere dayanarak burası orman deyiverir. Birşey yapamazsınız. Sn Hakimin de aklına bu belgeler acaba orjinal mi demek aklına gelmez. Malum Koskoca Orman İdaresi göndermiş, Araştırmaz.

Kanunlarda ve yargıtay kararlarında bu gibi davalarda sık sık karşımıza çıkan eski memleket haritaları ve hava fotoğrafları da ormanın elinde bir kozdur. Davayı kazandığınızı zannettiğiniz anda mahkemeye kapkara, ne olduğu anlaşılmayan ve ancak belli eğitimi alanların anlayabileceği pis bir fotokopi sunulur.

Özetlersem, hiçbir tapu, orman idaresi ve bağımsız olduğunu sandığımız mahkemeler karşısında geçerli değildir. Haksız ve taraflı konulmuş kurallar, her tapuyu iptal edebilme imkanını ve ayrıcalığını onlara sunuyor.

Arazi alacağınız zaman orman idaresine, bu arazinin orman ile bir ilişkisi yoktur diye bir yazı isteyiniz bakalım verecekler mi?

Saygılar

tugrul bıyıklı
24-10-2009, 22:54
saygılar

izin ne demek oğuz bey elbetteki eklemeler yapacağız ve düzeltmeler yapacağız.
öncelikle aydınlattığınız için teşekkürler. anladığım kadarı ile köyün ağası belli o nezaman ne derse o oluyor güzel ülkemizde. ne hakim "hop kardeşim bir inceleyelim bakalım." diyor ne de yasal hak arama özgürlüğünüz oluyor. anlatmak istediğimde tam olarak buydu.

"Türkiye Cumhuriyeti sizce hukuk yönünden bağımsız mıdır? yoksa halen daha sömürge midir?"

yukarıda kurduğum cümle ile...
ben verdiğiniz bilgiler doğrultusunda ve okuduklarım sonucunda bu sorumun cevabını anladım ne yazık ki. sizde anlamışsınızdır. buna ne dur diyen olur ne de önemini anlayan bu ülkede. bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete modeli bizim yönetim biçimimiz artık.

herkese saygılar ve sevgiler...

Oğuz Karsan
25-10-2009, 11:42
Merhaba.


"Türkiye Cumhuriyeti sizce hukuk yönünden bağımsız mıdır? yoksa halen daha sömürge midir?"

yukarıda kurduğum cümle ile...
ben verdiğiniz bilgiler doğrultusunda ve okuduklarım sonucunda bu sorumun cevabını anladım ne yazık ki. sizde anlamışsınızdır. buna ne dur diyen olur ne de önemini anlayan bu ülkede. bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete modeli bizim yönetim biçimimiz artık.



Sn. tugrul bıyıklı,

Kökleri neredeyse 7oo yıla varan Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, esasında çok büyük bir Ulus Devlettir. Bu nedenle, Adeta batan bir transatlantiğin tahliye botuna benzemektedir. İçi olması gerektiğinden daha kalabalık, Hızlı gidememekte ancak her türlü dalgaya karşı koyabilecek kadar da sağlamdır.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk bu devleti kurmuş, ancak Osmanlı İmparatorluğundan süre gelen köhnemeye yüz tututuğundan yeni dünya düzenine uymayan devlet düzenini, modern dünyaya adapte edecek reformları gerçekleştiremeden kalbimizde daima yaşayacak olsa da malesef ebediyete göçmüştür.

T.C.'nin bazı yönleriyle, yeni dünya düzenine adapte olamamış devlet düzeni, bugün de devam etmekte ve Osmanlıdan gelme tebaa zihniyetini bazı devlet dairelerinde kendisini hissettirmektedir. Devletin Memurları halka hizmet yerine eziyet edebilmektedirler.

Son 20 yıl da vatandaşın hakkını arama çabaları ile filizlenmeye başlayan demokratik düzen, eski gelenekler ile yönetilmek istenen kurumlarda çatışmaya başlamıştır. Statükocu zihniyet olarak adlandırdığımız bu düzenin savunucuları, hakkını aramaya alıştırılmayan ve devletin düzenine karıştırılmak istenmeyen halk modelinin yavaş yavaş ortadan kalkması üzerine afallamaya başlamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir derken Ülkeyi yönetecek kişilerin halk tarafından seçilmesi prensibini Vatandaşın özümseyebileceğini düşünmüş olmalıdır. Halbuki Ulu Önderin ölümünden sonra halk Devletin idaresinden uzaklaştırılmış, iktidarı gelme pahasına, dış güçlerin taşaronluğu yapılmış, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde yavaş da olsa yeni dünyaya ve medeniyete yol almaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti, önce büyük bir gemi gibi yavaşlatılmış, daha sonra ise medeniyetten uzak kalmamızı planlayan güçler tarafından ters yöne çevirilmeye çalışılmıştır.

Milletin hakimiyetini önlemek isteyen güçler, Yeni dünya düzenine sadece kendi menfaatlerine yarayacak hallerde uymayı seçtiğinden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün halka verdiği hakkı, uzunca bir süre halkın elinden almış ve bu gücü kendi menfaatlerinin gerektiği yerlerde kullanmayı tercih etmiştir.

Madenlerimiz ve diğer zenginliklerimizden yararlanmamız için oynanan bu oyuna uzun süre iktidara her gelen katılmış, Millet geri kalmış ve haklarından yoksun bırakılmıştır. İktidar heveslileri, Birçok ülkeden daha önce kavuştuğumuz bağımsızlığımızın engellenerek dışa bağımlı hale getirilmemize göz yummuşlardır.

İktidarda bulunanların gaflet delalet hatta hiyanet içinde bulunabileceğini bile hesaba katan Ulu Önder, Gençliğe Hitabeyi yazmış, ama Türk Gençliğine yol haritası olacak bu önemli yapıt simgeleştirilerek okulların duvarlarına asılmış ancak içeriği genç beyinlere hazmettirilerek öğretilememiştir.

Türk Halkının diğer özelliklerinde olduğu gibi anlama ve idrak etme kabiliyeti de, dış güçlerce köreltilmeye çalışılmasına rağmen yavaş da olsa ilerlemektedir.

Oynanan bütün oyunlara aklı ermeye başlayan Türk Milleti, Dünyanın dışında kalamayacağımızın bilincine varmış olduğundan, en ileri ülkelerdeki varolan hak ve adalet kavramından hareketle zaten asil kanında varolan genlerin de farkına varmış ve bu arada araştırmaya da başlamıştır.

Bu araştırma Milletimizi kendine yetecek başarıya götürecektir. Emperyalist ülkelerin oyunlarından nasıl korunacağımızı ve yeni oyunlarını o zaman öğreneceğiz ve esas bağımsızlığımızın ve farkında olmadığımız zenginliğimizin tadını o zaman çıkaracağız.

O gün gelene kadar da bu yarı uyuşuk halimiz sürebilir. Ama Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bize miras olarak bıraktığı reçeteler ile başaracağımıza kesin gözüyle bakmaktayım.

Saygılar

tugrul bıyıklı
28-10-2009, 00:39
saygılar syn. oğuz bey;

yazdıklarınız adeta içimde yanan aleve körük, yüreğimizde hiç bir zaman ölümünü kabullenemediğimiz o Ulu Önder Atatürk'e hasretimi artırdı. keşke bir müddet daha ömrü yetseydi de o müthiş fikirlerinin hepsini hayata geçirebilseydi. neler değişirdi şuanda neler.

evet belki bir gün dediğiniz gibi uyuyuşumuzdan kalkacağız, silkelenip kendimize geleceğiz ve tabiri caizse masaya yumruğu vuracağız. ama nezaman olur kim bilebilirki...

asıl konumuza gelince de "Özetlersem, hiçbir tapu, orman idaresi ve bağımsız olduğunu sandığımız mahkemeler karşısında geçerli değildir. Haksız ve taraflı konulmuş kurallar, her tapuyu iptal edebilme imkanını ve ayrıcalığını onlara sunuyor." cümlenize de tüm yüreğimle katılıyor ve onaylıyorum. aynen bu söylediğiniz gibi araştırdım ve cümleniz doğru. arazimizi orman arazisi yapıp almak istiyorlarsa elimizde ne olursa olsun alıyorlar. bunu yapabilmek için her türlü imtiyazı sağlamışlar...

tekrardan bilgilendirmeniz ve fikirleriniz için teşekkürler oğuz bey.

saygılar ve sevgiler...

akmert2011
20-02-2011, 16:09
Sn. Oğuz Karsan 1.( bu konuyla halinde olmadığını biliyorum ama bana ormanların yararlarının maddeler halinde yazılması gerek bu konudayardımcı olursanız sevinirim bu arada bende bu konuda çalışacağım) 2.(Yeni bir konu açmak için napılması gerek yardımcı olursanız sevinirim)


Not:Bu konuda olumlu veya olumsuz şey yazarsanız alınmam olumsuz dediğim yardım edemem anlamındaydı yinede herkezden teşekkür ediyorum

akmert2011
20-02-2011, 16:37
Arkadaslar yanlız bu ok gerekli

Oğuz Karsan
22-02-2011, 10:49
Merhaba.

Sn. akmert2011,

Önce hoşgeldiniz demek istiyorum.

Forumda, ilk başta herkes benzer problemleri yaşamakta. Ancak yöneticilerimiz karşılaşabileceğimiz sorunlar ile ilgili, gerekebilecek bütün açıklamaları içeren bölümler oluşturmuşlar. Faydalandıktan sonra yine başa çıkamadığınız problemler olursa onları da bilahare dile getirebilirsiniz.

Ormanların ve Ağaçların yararlarına gelince, bu konu öyle birkaç kelime veya madde ile geçiştirilemeyecek kadar kapsamlıdır.

Basit bir araştırma ile aşağıdaki bilgilere ulaştım ekliyorum.


ORMANIN ÖNEMİ VE YARARLARI

Orman; toprağı, ağaç ve ağaççıkları, yaban yaşamı, otu, çiçeği, mantarı, böceği, kuşları, mikroorganizmaları ile aynı sistem içinde bütün olarak yaşayan doğal bir varlıktır.

Orman ekosistemi içinde barınan her varlık, sistemin uyumlu bir öğesi konumundadır. Ormanda bu hayat çemberi içine düşen her varlık, ister gözle görülemeyecek ölçekte bir bakteri olsun, isterse dev bir ağaç **** bir çiçek veya böcek olsun durmadan bu çemberin içinde döner durur. Böylece durmadan doğan,durmadan didinen, durmadan çözülen, durmadan oluşan ve tabii durmadan dönen milyarlarca varlık, ortaya olağanüstü bir sistem, tek sözcük ile bir orman varlığı çıkarır.

Ormanlar, yaşayan, çoğalan; ekonomik ve teknik yararlanma olgusu içinde tükenmez kaynak özelliği gösteren, bu yanıyla insanoğluna esin kaynağı olan ve ona güç veren, insanlığın kalkınmasını, mutluluğunu, refahını sağlayan önemli bir anahtardır.

İnsanoğlu, başlangıçta ağaçtan ve ormandan yalnızca günlük gereksinimleri için yararlanıyordu. Yaşantısını sürdürürken, çevresindeki zenginlikleri keşfetmesi, bunlardan olanakları ölçüsünde yararlanması, son derece doğal bir davranıştı. Ama uygarlık geliştikçe, insanın günlük gereksinimleri yalnız çeşitlenmekle kalmadı, aynı zamanda boyut da kazandı. Birey, örneğin ruhsal gereksinimleri için de; yücelik, güzellik kavrayışına karşılık veren bir alan olarak estetik duygulanımları için de ormandan yararlanmaya koyuldu.
Ormanın somut-maddi yararları ile soyut, daha doğru ifadeyle manevi-kollektif-sosyal yararlarını ayrı başlıklar altında kısa kısa gözden geçirmeye çalışalım.

Odun ve Odun Dışı Ürünler
İnsanoğlunun ilk keşfettiği ve yararlanmaya koyulduğu doğal kaynakların başında orman gelmektedir. Ormanları, yukarıda, kendi yaşama ortamlarında var olan, çoğalan; ana elemanı ağaç, ağaççık olmak üzeri, diğer bitkisel, hayvansal, mineral öğelere de yaslanan, tüm bu öğeler arasında karşılıklı etkileşim ve kendine özgü yaşama beraberliği bulunan, insanlığa maddi manevi yararlar sunan bir varlık olarak almıştık.

Ancak odun hammaddesinin, günümüzde, artık iki binin üzerinde kullanım olanağına sahip olduğu bilinmektedir. Odunun teknolojik özellikleri üzerinde yapılan araştırmalar, odundan yararlanma çeşitliliğinin her geçen gün biraz daha artacağını göstermektedir.

Bu değerli kaynağın ilk bakıştaki yararları arasında, özellikle çeşitli sanayi dallarında, işkollarında hammadde olarak kullanılışı gösterilebilir nitekim kâğıt sanayiinden kimya, enerji, madencilik, ulaştırma, bayındırlık, tarım sanayiine dek pek çok alanda kullanılan odun, aynı zamanda insanoğlunun bin yıllara yayılan uygarlık serüvenini de özetlemektedir.

Öte yandan ormanlarımızdan odun hammaddesinin yanında odun dışı ürünler de elde edilmektedir. Nitekim ormanlar reçine, tanen, sığla yağı, defne yaprağı, defne yağı, mantar, çamfıstığı, keçiboynuzu (harnup), kestane, somak, cehri, mahlep, kitre (geven), meyankökü, meyan özü, kekik, ıhlamur çiçeği, adaçayı, menengiç, salep vb. sayılamayacak denli çok ürünle insanoğlunun yararlandığı en büyük doğal kaynaktır.

Bu örnekler, bize ormanları, odun olarak sağladığı maddi katkılar kadar, ormanların tükenmez bir kaynak olduğunu da göstermektedir.

Orman Su Varlığını Korur ve Düzenler
Su, doğa olaylarının yönlendirmesiyle hidrosfer (sular dünyası: okyanuslar, denizler, göller, akarsular), pedosfer (karalar dünyası) ve atmosfer arasında sürekli olarak hareket halindedir. Suyun, gaz, sıvı **** katı halde bu dolaşımına hidrolojik döngü denilmektedir.
Ormanlar, ortamların su dengesi üzerinde çok yönlü etkiler yaratabilmektedir. Örneği intersepsiyon olgusu sonucunda, iğneyapraklı ormanlarda yağışların %30-35’i, geniş yapraklılarda ise %15-20’si buharlaşma yoluyla yeniden atmosfere kazandırılmaktadır. Öte yandan bu olgunun, toprağın fiziksel özelliklerin iyileştirerek yüzeysel akışı azalttığı, buna bağlı olarak toprak aşınımını, taşınmasını en aza indirdiği, bu arada toprağın alt katmanlarına giren su miktarını artırdığı da bilinmektedir.

Ormanların yağışları artırdığına ilişkin saptamalar da söz konusudur.
Kaldı ki ormanlar, ağaçların topraktan kökleriyle aldığı suyu yapraklarıyla atmosfere vermesi sonucunda da, havadaki nem oranının artmasını sağlamaktadır. Örneğin bir meşe ağacı, günde 570 litre suyu: ortalama olarak ise bir ağaç, yılda 20 ton suyu bu yolla (transpirasyon) atmosfere verebilmektedir.

Tüm dünyada yıllık su gereksiniminin, 1990’lar itibariyle, 2.850 milyar m3 olduğu, ancak bunun 2015 yılında 11.985 milyar m3’e yükseleceği beklenmektedir. Population Action International’ın (PAI) bir araştırmasına göre ise, halen 505 milyon olan kronik ya da şiddetli su sıkıntısı çekenlerin sayısı da 2025 yılında 2.4 ila 3.2 milyara yükselmiş olacaktır.
Ormanlar, suyun niteliğini iyileştirici yanıyla da önemli bir işleve sahiptir.
Görüldüğü gibi orman, su varlığının yalnızca düzenliliğini değil, aynı zamanda bu suların temizliğini de sağlamaktadır.

İklim ve Orman
İklim ile orman arasında karşılıklı yani çift yönlü bir ilişki söz konusudur. Çünkü ormanın iklim üzerindeki etkileri kadar, iklimin de orman üzerinde etkileri bulunmaktadır. İklim, orman ekosistemlerinin yapısı ve dinamiği üzerinde rol oynayan egemen etkendir. Kaldı ki ormanların tipleri ve özellikleri, yayılış bölgelerindeki iklim, mevki ve toprak koşullarına bağlı olarak değişmektedir.
Yetişme ortamı; ormanın da içinde yer aldığı canlılar toplumunun geçek ve tipik çevresini oluştururken bu canlıların yaşamalarını ve gelişmelerini sağlayan canlılar toplumunu sürekli etkisi altında tutan doğal etkenlerin de yönlendirmesi karşısındadır. Bu dalğal etkenler, yetişme ortamı etkenleri olarak “klimatik faktörler” (yağış, havanın nemi, hava hareketleri, ışın enerjisi); “edafik faktörler” (toprak özelliklerine ilişkin karakteristikler, toprak havası, suyu besin maddeleri, derinliği, toprak tipi, toprak tür vb.); “biyotik faktörler” (insanlar, hayvanlar, bitkiler, mikroorganizmalar, insanın sosyal çevresi) ve “rölyef faktörler” (genel mevki: bir yerin enlem ve boylam derecelerine göre dünya üzerindeki konumu; denizden yatay uzaklığı; ova, yayla, tepe dağ oluşu/ özel mevki: denizden yüksekliği; arazi eğimi; arazi yüzü şekli) biçiminde ortaya çıkar.

İşte, genel iklim koşulları ve arazi yapısı bakımından belirli özellikler gösteren büyük coğrafi bölgelerdeki benzer hayvan ve bitki toplumlarına, üzerinde yaşadıkları bölgelerle birlikte “biyom” adı verilmektedir.
Tropik yağmur ormanları bu sınıflandırma içinde, bir biyom örneği olarak değerlendirilebilir. Örneğin tropik yağmur ormanları, dünyanın öteki bölgelerindeki canlılar için de oksijen kaynağıdır. Tahriplere karşı söz konusu ormanların korunması yönünde, dünya çapında kampanyalar açılması bunun göstergesidir.

Ne var ki, iklim koşullarından böylesine olumsuz etkilendiği halde; ormanlar, yine de insanoğlunun yararına iklime yani hava, yağış, nem, ışın, ısı hareketlerine olumlu yönde etkiler yapmakta, bu yönde de büyük katkılar sağlamaktadır.

Örneğin hava hareketlerinin yönü ve hızı, orman varlığına göre büyük ölçüde değişebilmektedir. Ağacın türüne, sıklığına ve ağaç tepelerinin oluşturduğu kapalılığa bağlı olarak ortaya çıkan bu etkiden, rüzgâr perdeleri oluşturmada yararlanılmakta; bundan hareketle tarımsa verimliliğin artırılması yönünde çaba harcanmaktadır.

Koruyucu orman kuşağının, açık alanların yanı sıra kentler arası yollarda da olumlu etkiler yarattığı gözlenmektedir. Örneğin kar birikimindeki yoğunluğun ya da araçlar üzerindeki rüzgâr etkisinin azaldığı görülmektedir. Ormanlar, rüzgârın hızını keserek toprak ve kar savrulmalarına engel olmaktadır.

Ormanlar güneş ışını ve ısısında sergiledikleri dönüştürücülükle de dikkat çekmektedir. Ormanların, çığlara karşı etkin bir koruyucu olması, ormanlık alanlarda çığ oluşumu olasılığının çok düşük kalması; ormanın iklim üzerindeki bir başka olumlu et*kisini göstermektedir. Ayrıca ormanların, toprağın donmasını ve çözülmesini ge*ciktirdiği bilinmektedir.

Ormanların, küçük iklimler yaratarak hava kirliliğini önlediği de gözlenmiştir. Böylesi bir etki, özellikle sanayinin yoğun olduğu kentlerde çok büyük önem taşı*maktadır. Eğer orman yoksa, kentin hemen üstünde, çıplak gözle görülecek biçim*de, kirli ve durgun bir havanın biriktiği gözlenmektedir.
Öte yandan bitkiler, kendi dışlarına devamlı su vererek, bu suyu buharlaştırarak düşük bir ısıda kalabilmektedir. Ayrıca, bütün bunların üzerine, yaprak döken ağaç türlerinin oluşturduğu ormanların, kış mevsimlerinde bile yaza oranla %60 dolayında bir kirli hava süzme-emme-temizleme yetenekleri bulunduğunu eklemek gerekiyor.


Oksijen Kaynağı Orman
Dünya Sağlık Örgütü, “hava kirliliği”ni, “canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen veya canlılar üzerinde maddi zararlar meydana getiren yabancı maddelerin, havada normalin üzerinde bir yoğunluğa ulaşması” biçiminde tanımlamaktadır. Bunun yanı sıra şöyle bir tanım daha yapılmaktadır: “hava kirliliği, atmosferdeki toz, gaz, duman, koku, su buharı şeklinde bulunabilecek kirleticilerin, insana ve diğer canlılarla eşyaya zarar verici bir miktara yükselmesidir.”

Hava kirliliği yaratan maddelerin ana kaynakları, enerji santralleri, termik santraller, çeşitli sanayi kuruluşları ile motorlu taşıtlar ve evsel gereçlerdir.
Şimdiye dek yapılan araştırmalar, hava kirliliğinin insanlarda yol açtığı zararın belli başlılarının şunlar olduğunu ortaya koymuştur:

-Havadaki zararlı maddeler, vücut direncini ve koruma işleyişini zayıflatmaktadır.
-Hava kirliliği, kalp ve dolaşım rahatsızlıklarına neden olmaktadır.
-Hava kirliliği baş ağrısı ve solunum yollarında tahribat yapmaktadır.
-Hava kirliliği akciğer kanseri yapabilmekte, ayrıca vücutta çeşitli kanser hastalıklarına, bu arada kan kanserine yol açabilmektedir.
-Hava kirliliği, sinir sisteminde tahriplere yol açmakta, deri hastalıklarıyla deri kanserlerine neden olmaktadır.
-Hava kirliliği, göz mukozasına zarar vermekte, insanın iskelet sisteminde v edişlerinde çeşitli rahatsızlıkların nedenini teşkil etmektedir.
-Hava kirliliği, kalıtımsal rahatsızlıklar için taban oluşturmaktadır.
Hava kirliliğine yönelik bu bilgilerin ardından, ormanın çok büyük bir özelliğine, onun oksijen kaynağı oluşu konusuna geçebiliriz.
Ormanın, havayı arındırma, oksijen yaratma özellikleriyle de yaşamsal bir öneme sahip olduğu bilinmektedir. Ormanlar, özümleme olayı sonucunda CO2 harcamakta, bunun karşılığında oksijen açığa çıkarmaktadır.
Bitkiler, 264 gr CO2 ve 108 gr sudan 180 gr üzüm şekeri üretir ve 102 gr oksijeni de açığa çıkarır. Bu nedenle ormanlar, hem karbon gazı tüketicisidir, hem de biyolojik anlamda başlıca karbon deposudur. Ormanların yılda hektar başına 3-5 ton CO2 tutarlarken, buna karşılık 8-13 ton oksijen ürettikleri saptanmıştır.
Orman, havadaki kirliliği emip tozu süzerek de çok önemli bir işlev görmektedir. Örneğin 1 hektar çam ormanının yılda 30-40 ton, ladin ormanının 32 ton, kayın ormanının da 68 ton kadar bir tozu süzdüğü saptanmıştır.
Ormanların oksijen üretme etkinliği üzerine yapılan bir araştırmada, hektar başına olmak üzere, iğneyapraklı ormanların yılda 30 ton, geniş yapraklı ormanların 16 ton, tarım kültürlerinin ise 3-10 ton oksijen ürettiği saptanmıştır.
Esasen, dünya ormanlarının ürettiği oksijen miktarı dünyadaki yeşil bitkilerin özümleme sırasında ürettikleri oksijen miktarının %33-46’sıdır. Böylece dünyadaki tüm ormanların ürettiği oksijenin, 55x109 ton/yıl ile 102x109 ton/yıl arasında olduğu anlaşılmaktadır.

Sağlık ve Orman

Orman, baştan bu yana sıraladığımız katkılarıyla, insan sağlığı üzerinde doğrudan pay sahibidir. Bu bölümde, onun, insan sağlığı üzerindeki dolaysız etkileri ele alınmıştır. Bunun için de, ilk önce ormanın, özellikle gürültüyü azaltıcı etkilerine değinilmiştir.

Ormanın, insanın ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkisi, işte tam bu noktada kendini göstermektedir. Gerçekten de gürültü kaynağından başlayana 250 m genişliğindeki bir orman şeridi, insanı rahatsız eden 80 dB şiddetindeki bir gürültüyü yarı yarıya; insanı rahatsız etmeyecek bir düzeye, 40 dB’ya indirmektedir. Esasen, çok tabakalı, sık ve genç bir orman ölçü alındığında, ormansız alana oranla, bu yapıda gürültü şiddetinin 1 m için 0,16 dB , 200 m için ise 32 dB daha az olduğu saptanmıştır.

Yalnızca bu veriler bile, ormanın, insanın ruh sağlığı üzerinde doğrudan olumlu etkisini kanıtlamaktadır.

Öte yandan ormanlar, ilaç üretiminde, kendilerinden yararlanılan bir hammadde deposu konumundadır. Nitekim ilaç hammaddesinin %25’i tropik ormanlardan gelmektedir. Aynı şekilde kanser hastalarında kullanılan ilaç hammaddesinin %70’i de yine tropik yağmur ormanlarından sağlanmaktadır.

Yani ormanlar, yalnız ruh sağlığı üzerinde değil, beden sağlığı üzerinde de büyük katkılar yaratmaktadır. Örneğin ağaçların ve ormanda bulunan diğer bitkilerin kök, kabuk, yaprak, dal, çiçek ve tohumları doğrudan ilaç olarak kullanılabildiği gibi, ilaç sanayiinde hammadde olarak da kullanılabilmektedir.
Günümüzde doğanın, doğal kaynakların ve doğal gıdaların yeniden önem kazanmasıyla ormandan, bitkilerden, şifalı otlardan, insan sağlığı için yararlanma anlayışı giderek dikkat çekici bir boyuta ulaşmıştır.

Türkiye ise, şifalı otlar konusunda çok zengindir ve ülkemiz doğal bir laboratuar konumunda bulunmaktadır.
Topraklarında, yaklaşık 9.000 bitki türü barındıran Türkiye’de endemik bitki türlerinin sayısı da 3.000’e varmaktadır.
Bütün bu olgular, ormanların, insan yaşamındaki önemini vurgulamakla kalmıyor; aynı zamanda onların, nasıl birer can simidi olduğunu da gösteriyor. Bu yüzden olmalı, kimi orman bilimciler, ormanların “çevre dostu” olduğu kadar, aynı zamanda “can dostu” olduğunu da vurgulamaktadır. Bir başka görüş ise ormanın artık bir “can pazarı” olduğunu belirtmektedir.
Ormanların insan sağlığı üzerindeki bu olumlu etkileri, işte bu nedenle insanları, kentlerin çevresinde orman yetiştirmeye, onları “kent ormancılığı” ve “yeşil kuşak ağaçlandırması” doğrultusunda çaba harcamaya yöneltmektedir. Nitekim “kent ormancılığı” kavramının da ancak 1960’lardan sonra yaygınlık kazanmaya başlaması dikkat çekicidir.

Eğlence-Dinlence (Rekreasyon) Açısından Orman
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren, güncel anlamıyla ilk kez ABD’de ortaya çıkan “orman içi eğlence-dinlence” anlayışı, özel fakat oldukça yaygın, aynı zamanda popüler bir rekreasyon tipi olarak, çeşitli açık hava etkinlikleri içinde, kendine önemli bir yer bulmuştur. Bir başka deyişle ormanda yapılan rekreasyon etkinlikleri; kitlesel hareketliliğe dönük, kendine özgü nitelikler taşıyan, bu anlamda kitleleri, öteki açık hava çevresi eğlence dinlence etkinliklerinden çok daha fazla kendisine çekebilen bir etkinlikler bileşkesidir. Çünkü ormanlar, bilindiği üzere, doğal kaynakları topluca sunabilen en elverişli rekreasyonel yaşam çevresi konumundadır.

Türkiye’de ise ormanlar, 1956’dan bu yana, orman-halk ilişkilerinin geliştirilmesi doğrultusunda, eğlence-dinlence gereksinimleri için de ayrılmaya başlamıştır.
Orman içindeki eğlence-dinlence, “yoğun2 ve “yeğin” olmak üzere başlıca iki kullanım tipine ayrılmakta ve etkinlikler de genellikle bu ayrım çerçevesinde tanımlanmaya çalışılmaktadır. Yoğun **** yeğin kullanıma konu olan orman parçalarında (orman içi dinlenme yerleri, milli parklar vb.) insanlar, rekreasyonel anlamda çeşitli etkinlikler gerçekleştirmektedir yoğun rekreasyonel kullanım, esas itibariyle önceden saptanan hedeflere göre planlanarak geliştirilmiş olan; organize tesislere, yüksek ziyaretçi sayılarına ve zengin etkinlik çeşitliliğine sahip orman alanlarında görülmektedir.
Bu alanlarda özellikle kampçılık, piknikçilik, balıkçılık, botçuluk, kanoculuk, kayakçılık, yüzme, gezinti, ilginç yerleri ziyaret, toplu geziler, fotoğrafçılık, toplayıcılık, doğa üzerinde çalışma, çevredeki insanlarla sohbet, zihinsel dinlenme, atlı binicilik, çeşitli sporlar, değişik oyunlar vb. etkinlikler gerçekleştirilebilmektedir.
Görüldüğü gibi ormanlar, sunduğu eğlence-dinlence olanaklarıyla da insanlar için manevi-kolektif-sosyal yararlar sağlamaktadır.

İş Alanı ve Geçim kaynağı Olarak Orman

Ormanlar, sağladıkları maddi yararların, manevi-kolektif-sosyal değerdeki işlevlerinin yanı sıra, sürekli ve geniş hacimli iş alanı olarak da insanlara büyük katkı sağlamaktadır. Çünkü ormanlar, gerek dikim, bakım, üretim; gerekse işletme, pazarlama vb. süreçlerde insan emeği gerektirdiğinden, sonuçta bir iş alanı olarak da büyük önem taşımaktadır. Bu alandaki işlenimler ve işlendirmeler, ülke ekonomisine katkının bir başka boyutunu daha dile getirmektedir. Çünkü,ş iş alanında ve işlendirme, işleme ilişkilerinden oluşan bu ekonomik zincir, etkisini ulusal ekonomide de göstermektedir. Nitekim, ormanların gayri safi milli hasılaya katkısının, resmi rakamların bir hayli üzerinde olduğu saptaması da bu gerçeği vurgulamaktadır.

Öte yandan orman alanlarının, kişi başına gelirin en düşük olduğu, işsizliğin yoğun görüldüğü yörelerde yayılış göstermesi, ormancılık sektöründeki işlendirmelerin çok önemli bir başka boyutunu daha ortaya koymaktadır. Yani ormancılık sektörü, işlendirme kollarında artış sağlayarak, orman çevresinde yeni sanayi kollarına rehberlik etmekte; sonuçta işsizliğin ve köyden kente göçün önlenmesi, bölgeler arası dengesizliğin giderilmesi, orman köylüsünün yaşam düzeyinin yükseltilmesi gibi işlevlerle toplumsal kalkınmada katalizörlük görevi üstlenmektedir.

Orman köylüsü, kendisine yönelik tarımsal uğraşlarının en alt düzeye indiği kış aylarında da işlendirilmektedir. Böylece bir yandan orman ürünlerinin teknik ve fizik özellikler açısından nitelikli olması sağlanırken, orman köylüsünün daha fazla kazanç elde etmesi olanağı yaratılmakta, bu yolla kendilerine “erken üretim primi” kazandırılmaktadır.

Ancak, tüm orman köylüsünün ormancılık sektöründe işlendirilebilmesin beklemek çor zordur, hatta olanaksızdır.
Orman köylüsü, ormanlardan, bir geçim kaynağı olarak da yararlanmaktadır. Bir başka anlatımla orman, köylüyü bir yandan işlendirirken, bir yandan yaprağı, çiçeği, meyvesi, tohumu, mantarı vb. yan ürünleriyle tenceresine girip onu aynı zamanda aşlandırmaktadır.


Ulusal Güvenlik ve Savunmada Orman

Orman, bütün işlevlerinin yanında insanlarda iyimserlik duyguları da uyandırmaktadır. Bu doğrultuda güven pekiştirmekte, yanı sıra ulusal güvenliğin ve savunmanın ana damarlarından biri olarak da önemli rol üstlenmektedir.
Ormanın, savaş ekonomisi ve tekniğine yönelik sağladığı katkılar bunlar arasında gösterilebilir. Örneğin savaş tesisleri, çeşitli araç, gereç ve silahın yapımı odun kullanmayı gerektirmektedir. Ormandan elde edilen yan ürünler, örneğin reçine, katran ve tanenli maddeler de savaş ekonomisinin işleyişi içinde yer almaktadır.

Ormanlar, bir yandan ulusal güvenlik ve savunma için kilit oluştururken, öte yandan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin olanaklarını da artırır. Çünkü orman, Silahlı Kuvvetlere, en azından hareket serbestisi kazandırır. Ayrıca ormanların, yurdu düşmanın gözünden ve silahlarından koruyabilmek gibi kimi yetenekleri de söz konusudur.

Nitekim Çanakkale Savaşları sırasında, ulusal güvenlik ve savunmada kazandırdığı yeteneği zayıflatmak amacıyla, orman da hedef alınmıştır.


Çevre ve Orman

Çevre, insan ve ekoloji sözcükleri, artık yüzyılımızı simgeleyen üçlü bir deyim haline gelmiş bulunmaktadır. Bilindiği gibi “çevre”, canlıların yaşamasını sağlayan ve onları sürekli olarak etkisi altında bulunduran faktörler kompleksidir.
Son iki yüzyılda insan; sanayi, tarım, tıp vb. alanlarda gerçekleştirdiği devrimlerle, doğada oynadığı rolünü tam anlamıyla ön plana çıkarmış, ama buna paralel olarak, peşine pek çok çevre sorununu da takmıştır.
Bu haliyle çevre sorunları, bir açıdan ve bir ölçüde "orman sorunlarına dönüş*mek durumunda kalmıştır. Çünkü çevre sorunlarının başlıcaları olarak gösterilen hava, su toprak, gürültü kirlilikleri ile öteki kirliliklerin önlenmesinde, hatta giderilmesinde çevre dostu" olarak ormanlar, doğrudan büyük işleve sahiptir Nitekim ormanlar, bazen çevre sorunlarından etkilenen bir hasta, bazen de onun koruyucu hekimi durumundadır.

Ormanları hasta eden kimi çevre sorunlarına başlıklar halinde değinelim:
ØDünya nüfusu son çeyrek yüzyılda hiç değilse dörtte bir oranında artmış bulunmaktadır. 2010 yılında toplam dünya nüfusunun bugüne oranla l milyar daha artarak, 7 milyara ulaşacağı, hatta bunu aşacağı kestirilmektedir.
ØDünyamızda yaklaşık 30 milyon civarında canlı türü vardır. Ancak bunun, yaklaşık 1.5 milyonu tanımlanabilmiştir. Tanımlanabilen canlıların 750.000'i bö*cekler, 41.000'i omurgalılar, 250.000'i bitkiler, geriye kalanı ise omurgasızlar, mantarlar ve mikroorganizmalardır. Ne var ki biyolojik çeşitlilik, geçmişe göre çok daha fazla tehlike altındadır. Araştırmalara göre, önümüzdeki çeyrek yüzyıl içinde dünyadaki türlerin ortalama %25'i yok olma tehdidiyle karşı karşıyadır. ABD'de bi*yolojik çeşitliliğin devamı konusunda yapılan bir araştırmanın sonucu, durumun ciddiyetini bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu araştırmaya göre, 1600-1900 yıllan arasında 75 canlı türü yok olmuştur. 1900-1950 yılları arasında ise yine 75 canlı türünün yok olduğu saptanmıştır. Buradan yola çıkılarak yapılan uz-görü (projeksiyon) ve öngörülerle de, 2000 yılının sonuna kadar 50 000 türün yok olacağı hesaplanmıştır.

ØHabitatların bozulmasına bağlı olarak, dünyada her yıl 25 milyon tonun üzerinde verimli üst toprak taşınmakta, 1.5 milyon ha sulu arazi de kaybolmaktadır.
ØMavi gezegenimizde su açığı, her geçen gün artmaktadır. Dünyadaki su rezervlerinin %69'u tarımda, %23 u sanayide kullanılırken, yalnızca %8'i konutlarda Kullanılmaktadır. Bu arada suyun, son üç yüzyıl içinde 35 kat azaldığı tahmin edil*mektedir.
ØKentleşme, sanayileşme, turizm, bitki ve hayvan ticareti, atık maddeler vb. nedenlerle deniz kıyı şeridindeki ekosistemler, hızlı bir bozulma içindedir. Önümüzdeki 30-40 yıllık süreçte bu bozulmanın çok daha büyüyeceği, çözümü zor karmaşık sorunlarla boğuşulmak zorunda kalınacağı kestirilmektedir.
Øİklim değişikliği, küresel ısınma, sera etkisi, ozon tabakasının incelip delinme-si, asit yağmurlan, radyoaktif serpintiler, virütik salgınlar vb. terimler, 1980'lerde bilimin sözlüğünden çıkıp, küresel çevre sorunları olarak birer birer günlük yaşa*mın sözlüğüne girmiştir.

Dünyamızda, bilinen 2 milyon çeşitten fazla kimyasala, her yıl 50 000 çeşit yeni kimyasal daha eklenmektedir. Amerika Kimyacılar Derneği, kullanımda olan kimyasal sayısının 63 000 dolayında olduğunu sanmaktadır. Kimyasallardan ancak 6 000 kadarı, mutasyon yapma ve kansere yol açma potansiyelleri açısın*dan denenebilmiştir. Geriye kalanların ne çeşit etkileri olduğu konusunda ise ne yazık ki bilgimiz bulunmamaktadır. Oysa, çevresel kirleticilerin kansere yol açabi*leceği gerçeği, ilk kez İngiltere'de 1775'te baca temizleyicilerinde skrotum kanserlerine daha sık rastlandığının ortaya çıkmasıyla öğrenilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, henüz yöresel konumda seyreden çevre kirliliği, ileride kıtalararası bir nitelik kazanacak; belki de savaş, açlık, doğal afet vb. büyük sorunlar konumuna girerek, insanoğlunun gündeminde ilk sırayı alacaktır.

Bia Ormanlar ve Orman Ürünleri
Ormanlar ve Orman Ürünleri
Ormanlar, sahip oldukları biyolojik çeşitlilikle yeryüzündeki en değerli ekosistemler arasındadır. Barındırdığı yaşamsal zenginlikle, tüm habitatlar arasında ayrı bir yere sahiptir.
Ormanlar, tarihin hiçbir döneminde, son yüzyıl içinde yaşadığı gibi bir yok olma süreci yaşamamıştır. Bu yok olma sürecinin en önemli sebepleri insan kaynaklıdır. Bunlar arasında sürdürülebilir olmayan odun üretimi, yapılaşma, yangınlar ve amaç dışı kullanım sayılabilir. Ormanlar bu süreçten iki şekilde etkilenir:

Ormansızlaşma: Bugün, 3 milyar hektar orman alanı yeryüzünden silinmiştir.
Nitelik Kaybı: Son yıllarda dünya genelinde ormanların sağlık durumu bozulmuş ve biyolojik çeşitlilikte önemli kayıplar yaşanmıştır. Uygun şekilde ve uygun yerlerde yapılmayan ağaçlandırma çalışmaları da doğal çevre üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedir.

İyi planlanmış orman yönetimiyle biyolojik çeşitliliğin, toprağın ve peyzajın korunması ve bazı durumlarda geliştirilmesi sağlanabilir. Ancak, aşırı odun üretimine ve sürdürülebilir olmayan kaynak kullanımına dayanan, ormanın gerçek işlevi dışındaki kullanımına göz yuman orman yönetimi yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Belli bir plana göre yönetilen ormanlarda yıllık kesim miktarı, kesim dönemleri, teknikleri; yol, köprü gibi altyapı faaliyetleri ormanın ekolojik yapısının devamını tehdit etmemeli, çevre koruma ilkelerine uymalıdır.
Ormancılık dışı etkinliklerin orman üzerindeki olumsuz etkileri arasında en önemlilerinden biri, hava kirliliği yüzünden ormanların yok olmasıdır.
Bir diğer önemli tehdit, yangınlardır. Orman yangınları, bitkiler ve diğer canlıların ölümüne neden olarak inanılmaz boyutlarda ekolojik yıkımlarla sonuçlanmaktadır. İstatistiklere göre, orman yangınlarının hemen hemen tamamı insan kaynaklıdır.

1. Maddi faydaları

Ormanların yapacak, yakacak ve tali ürünlerle sağladığı değerlerdir. Ormanın ilk bakıştaki faydası, ürünlerin çeşitli iş ve sanayi kollarında hammadde olarak kullanılması veya tüketimi şeklinde göze çarpmaktadır. İnşaatta, kimya ve diğer sanayi kuruluşlarında, madencilik, ulaştırma, bayındırlık gibi ekonomik faaliyetlerde odun hammaddesinin kullanış yerleri gün geçtikçe artmaktadır. Odun hammaddesinin bu derece önem kazanmasının sebebi, sahip olduğu teknolojik vasıflarından ve devamlı üreyebilen; iyi bakıldığı taktirde tükenmez bir kaynağı olmasından ileri gelmektedir.

Teknolojinin gelişmesi ve elektrik enerjisi, petrol, maden kömürü gibi çeşitli enerji maddelerinin bulunmuş olmasına rağmen odun, yakacak maddesi olarak önemini sürdürmektedir. Dünya odun üretiminin hemen hemen % 50'si yakacak olarak kullanılmakta ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu oran % 80'e varmaktadır.

Ormandan elde edilen tali ürünler, parfümeri, boya, ilaç, dericilik, tecrit malzemesi gibi endüstri kuruluşlarının ham maddesini meydana getirmektedir.
Türkiye'de üretilen orman tali ürünlerinin başlıcaları; reçine, sığla yağı, palamut, mazı, defne yaprağı, çamfıstığı, sumak, kestane, ıhlamur çiçeği, mahlep, meyan kökü ve keçiboynuzu vb.dir.

2. Kollektif faydaları

Ormanın bu yöndeki hizmetleri, maddi faydaları ile ölçülemeyecek kadar fazladır. Bulundukları yerin iklimini, kara iklim tipinden ılıman iklim tipine yöneltirler. Bu sayede don, kuraklık, aşırı sıcaklık, fırtına gibi zararları önlemek ve azaltmak suretiyle faydalı olurlar. Ormanın etkisi altında kalan sahaların nisbi rutubeti fazla olduğu gibi, akarsu ve kaynakların verimi, düzenli ve devamlıdır.

Ormanların tarımı, hayvancılığı, bayındırlık tesislerini koruması; karada ve deniz kıyılarında kumulların teşekkülüne engel olması; bataklıkları kurutmak, havaya saf oksijen vermek, gürültüyü ve hava kirliliğini önlemek suretiyle insan sağlığına yardım etmesi; çeşitli av hayvanlarını barındırıp beslemekle yurdun tabii varlığını ve güzelliğini zenginleştirmesi gibi hususlar kollektif hizmetlerinin başlıcalarını teşkil eder.

Ormanların Faydaları

Ormanlar; ağaçlarla birlikte diğer bitkiler, hayvanlar, mikroorganizmalar gibi canlı varlıklarla toprak hava, su , ışık ve sıcaklık gibi fiziksel çevre faktörlerinin birlikte oluşturdukları karşılıklı ilişkiler dokusunu simgeleyen ekosistemler olup, dünya yaşamı için vazgeçilmezdirler.

- Ormanlar yaşantımızın her safhasında ihtiyaç duyduğumuz yapacak ve yakacak hammadde kaynağıdır. Bunun yanı sıra bitkisel nitelikli tohum, çiçek, kozalak vb. ile mineral nitelikli çakıl, kum vb.hammadde kaynaklarının bir kısmı da ormanlardan elde edilmektedir.
- Ormanlar, bitkiler ve hayvanlar için doğal bir su kaynağıdır. Kar ve yağmur biçimindeki yağışı yapraklı, dalları, gövdesi ve kökleri ve tutarak sellerin ve taşkınların oluşmasını önler. Ayrıca yer altı sularının oluşmasına yardım eder.
- Ormanlar erozyonu önler. Ormanlar rüzgarın hızını azaltır, toprağı kökleri ile tutarak yağışların ve akarsuların toprağı taşımasını önler.
- Ormanlar, yaban hayatı ve av kaynaklarını koruru. Nesli tükenmekte olan hayvanların üretimi, korunması ve barınmasında koruma alanları oluşturur. Bu sahalar milyonlarca canlının yuvasıdır.
- Ormanlar bitki örtüsü ve toprak içerisinde büyük miktarda karbon depoladıklarından, ikim üzerinde olumlu etkiler yapar. Aşırı sıcaklıkları düzenler, bir ısı tamponu gibi görev yapar. Sıcağı soğuğu dengeler, yaz sıcaklığını azaltırken, kış sıcaklığını artırır, radyasyonu önler.
- Su buharını yoğunlaştırarak yağmur haline gelmesini sağlar. Rüzgar hızını azaltarak toprak ve kar savurmalarını ve rüzgarın kurutucu etkisini yok eder. Bu nedenle açık alanlara oranla ormanlarda gündüzler serin geceler ise sıcaktır.
- Ormanlar, eğelenme, dinlenme ve boş zamanları değerlendirme imkanı sağlar. Havası, suyu, doğal görünümleri ve sakin ortamı ile özellikle şehirlerde yaşayan insanları kendisine çeker. Bu yönüyle insanların beden ve ruh sağlığı üzerinde olumlu rol oynar.
- Yerleşim alanları çevresindeki hava kirliliğini ve gürültüyü önlemesi ile insan sağlığı bakımından büyük önem taşır. Ormanların insan sağlığı üzerindeki bütün bu olumlu yararları nedeniyle büyük kentlerin çevresinde ormanlar yetiştirilmekte, dinlenme yerleri kurulmaktadır.
- Ormanlar, orman içinde ve dışında yaşayan insanlara çeşitli iş alanları sağlar, işsizliği önlemede etkin rol oynar, böylece köyden kente göçü azaltır.
- Ormanlar, ulusal savunma ve güvenlik bakımından da çok önemlidir. Askeri birliklerin savaş tesisleri ile araç ve gereçlerinin gizlenmesinde, savaş ekonomisi bakımından değer taşıyan reçine, katran ve tanenli maddelerin elde edilmesini sağlar.
- Ayrıca ormanlar barajların ekonomik ömrünü uzatır, doğal afetleri önler, ülke turizmine katkıda bulunur.
- Ormanlar, doğal güzellikleri ve sayılmayacak kadar çok faydalarıyla iyi baktığımız takdirde tükenmez bir doğal kaynaktır.
- Ormanlar, eğelenme, dinlenme ve boş zamanları değerlendirme imkanı sağlar. Havası, suyu, doğal görünümleri ve sakin ortamı ile özellikle şehirlerde yaşayan insanları kendisine çeker. Bu yönüyle insanların beden ve ruh sağlığı üzerinde olumlu rol oynar.

Dünyada ve Ülkemizde Orman Varlığı
Dünya kara alanlarının %30’nu kaplayan ormanlar 3.8 milyar hektardır. Tropikal ve yarı tropikal ormanlar bu alanın % 56’sını teşkil etmektedir. Dünya ormanlarının % 95’i doğal orman, % 5’ ise ağaçlandırma ile tesis edilen suni ormanlardır.

Ülkemizin ormanlık alanı ise 20.7 milyon hektar olup yurdumuzun genel alanının % 26.8’sini oluşturmaktadır. Ormanlarımızda yetişen asli ağaç türlerimiz; kestane, kayın, meşe, kızılağaç, kavak, huş, ıhlamur, dişbudak, akçağaç, karağaç, çınar, söğüt, ceviz ve sığla gibi yapraklı ağaçlar ile çam, göknar, ladin, sedir, ardıç, servi ve porsuk gibi iğne yapraklı ağaçlardır...

Ormanların Ülkemiz Ekonomisindeki Yeri
Ormancılık sektörünün ülke ekonomisine olan katkılarını para ile ölçülebilen ve para ile ölçülemeyen katkılar olarak ikiye ayrılmak gerekir. Odun kökenli orman ürünleri üretimi, orman tali ürünleri üretimi, işlendirmeye katkısı, bölgeler arası gelişmişlik farkını azaltıcı etkisi, ödemeler dengesini olumlu yönde etkilemesi, mineral nitelikli katkıları, tarım, hayvancılık ve turizme olan katkıları para ile ölçülebilen katkılardır.
İlkim, toprak su gibi doğal kaynakların korunması ve dengede tutulması, rüzgar ve kumul hareketlerine karşı önleyici perde görevi görmesi, su akışını düzenlemesi, yer altı ve yer üstü su kaynaklarının sürekliliğini sağlayarak çoraklaşmayı önlemesi, erozyonu önlemesi dolayısıyla tarım alanları ile barajların ekonomik ömrünü uzatması, çığ ve sel baskınlarını önlemesi halkın rekreasyon ihtiyaçlarını karşılaması, insan sağlığını olumlu yönde etkilemesi ve iş verimliliğini artırması ise para ile ölçülemeyen katkılardır.
Ülkemizde çok önemli bir sektör olan ormancılık ülke kalkınmasında "itici ve teşvik edici" stratejik bir rol oynar.

Bu bilgilere benim ekleyebileceklerim;

Ülkemizin, İrandan sonra Ormanlarını en hızlı kaybeden 2. Ülke olması ve Ormancılığımızın doğru yapılamaması yüzünden de bir sürü kayıba uğradığımızdır.

Bir gün Ormancılığımızın eski ve yasakçı zihniyetten kurtarılarak çağdaş ve makul bir şekilde yapılabileceğini umit ediyorum. Tabi o zamana kadar Ormanımız kalırsa.

Bir başka kanayan yara da, Orman Kadastrosunun hala bitirilememiş olmasıdır. Başka bir dille anlatırsak, Henüz nerenin Orman nerenin tarla olduğu belli değildir. Yaklaşık 70 yıldır kadastronun bitirilememiş olması da Ormanlardan çıkar sağlayacağını düşünen siyasilerin yüzündendir.

Basiretsiz Orman idarecilerinin de ormanlarımıza verdiği zarar siyasetçilerden daha az değildir.

Uydudan elimizdeki gazetenin okunabildiği bir çağda ormacılığın dededen kalma usuller ile yapılmaya çalışılması da ayrı bir ayıptır.

Ormanlarımızın gelişip çoğalabilmesi için, Önce bu sorunların halledilmesi gerekmektedir.

Saygılarımla

evrensahin09
08-08-2011, 13:24
arkadaşlar selamlar izmir narlıderede dedemden kalma bir arazim var,orman kadastrosu geçti ve 46000m2 arazimin 41000 m2 sini tapu iptal davası açarak aldı ve bana 5 dönümünü geri verdi tabi davalar 1999 yılında bitmiş zaman aşımından dolayı birşey yapamıyorum,, herhangi bir tavsiyesi olan varmı yoksa soğuk su mu içicez :)

Oğuz Karsan
08-01-2012, 16:02
Merhaba,

Sn. evrensahin09,

Durumunuzu anlıyor ve üzülüyorum. % 100 haklı olmama rağmen, ben de tapulu arazime açılan davayı kaybettim. Orman terörü sürüyor. Mahkemeler insafsız ve adil değiller. Yürürlükteki kanunlar uygulanmıyor. Orman idareleri sanki mahkemeler ile işbirliği içinde, yargıtay kararları kendi işlerine yarıyorsa uygulanıyor, sizin lehinizeyse uygulanmıyor.

Sahte belgeler ve haritalar doğru varsayılıyor. Orman idareleri size belge vermiyor veya işinize yarayacak belgeleri elde edebildiğinizde iş işten geçiyor.

Orman kadastrosunu geçiren, neresinin orman neresinin tarla olduğunu tespit eden kendileri, Bu işleri yaparken çıkar sağlayan yine onlar, işlerini yapmayan veya bir yanlışlık varsa yapan yine onlar.Tapuyu veren de kendileri.

Türkiye Cumhuriyetinin kapı gibi tapusunu, ortaokul mezunu bir orman şefinin keyfine göre burası ormanmış deyip iptal için dava açıp iptal edebiliyor. Kendileri dava açma haklarını ve sürelerini geçirdilerse, Hazineye dava açtırabiliyorlar.

Sn. Mahkemeler ve Sn. Hakimlerimiz de, insaf kardeşim aradan 20 yıl geçmiş ormansa aklınız neredeydi? O zaman neden tapu düzenlediniz, hadi yanlışlıkla tapu düzenlediniz 20 yıldır neden defalarca satılıp el değiştirmesine göz yumma suçunu işlediniz?

Kim bu yanlışlığın sorumluları demiyor.

Ne diyeyim. Bu kafayla daha çok ormanımız yanar.

Sorumluları bana göre

1- Orman kadastrosunu yanlış yapanlar. (acaba neyin karşılığında?)
2- İmzayı denetlemeden atan orman komisyonları. (acaba neyin karşılığında?)
3- Tapunun düzenlenmesine izin veren idareciler. (acaba neyin karşılığında?)
4- Davaya, delilleri göz önüne almadan, Yargıtay kararlarına rağmen orman kadastro tutanağını ormandan istemeden veya uyarımıza rağmen, ormandan gelen haritaları orjinaliyle karşılaştırmadan, Bilirkişinin düzenlediği ve orjinali ile aynı renk ve değerleri yansıtmayan haritaları doğıru kabul ederek 40 günde davayı apar topar bitirenler.

Peki bu kadar yanlışlığı yapanlar neden cezalandırılmıyor da, en son araziyi alan kişiler cezalandırılıyorlar? İNSAF VE VİCDAN nerede? Hani ADALET

Acaba doğru mu yapıyorsunuz? Bir düşünün bakalım,

Ormanları kurtaralım diye,

Orman Kadatrosunun geçerliliğini tartışma vesilesi yapmış olmuyor musunuz?,
Tapu dairesinin güvenirliğini ayaklar altına almış olmuyor musunuz?,
Anayasa ile tanınan mülkiyet hakkını ihlal etmiş olmuyor musunuz?
Türkiye Cumhuriyetinin tapusunu hiçe sayarak devletin onurunu ve saygınlığını zedelemiş olmuyor musunuz?

En üzücü olanı da, mahkeme safhasında size sanki ormanı çalmışsınız gözüyle bakılması. Mahkemeler bu konuda da yetersiz. Kimsenin aklına yahu bu adam bu araziyi tapudan almadı mı? eee tapuyu kim ve neden düzenledi? orman kadastrosuna göre rüzenlendi peki tapunun düzenlenmesinde kusuru bulunan o koca komisyonlardaki kişilerin imzaları neden sorumlu değil de sadece tapu sahibi suçluymuşcasına davranılıyor?

Türkiye Cumhuriyetinhin kapı gibi tapusunu iptal edebilen mahkemelerin, eğer sahiden doğruysa, ormanlarımızın kaybedilmesine sebep olan imzaları atabilenlerden hesap sorma gücü neden yok? Hadi buyrun cevaplayınız.

Şimdiye kadar, yanlış karar vermekten veya orman olduğu halde yanlış imza attığı için ceza alan orman görevlisi duymadım. Acaba dokunulmazlıkları mı var?

Şimdi insanlara ne yüzle arazinizi ağaçlandırın lafları edebiliyorsunuz. Ağaçları ve ormanları böyle mi koruduğunuzu zannediyorsunuz.

daha ne diyeyim. İNSAF

angel67
04-05-2012, 08:43
Devlet 100 bin hektar araziyi iade edecek
Dava açılan ve açılan dava sonucunda tapuları iptal edilen araziler, bedel alınmaksızın eski sahiplerine geri verilecek.
03.05.12 - 14:07:34

Orman vasfını kaybetmiş arazilerin sahiplerine satışını öngören yasanın çıkmasının ardından başvurular, 7 Mayıs 2012 günü başlayacak. 2B arazileri rayiç bedelin yüzde 70'i üzerinden sahiplerinin mülkiyetine geçecek.
ARSALAR SAHİPLERİNE İADE EDİLECEK
Kanuna göre şahıs arazisi olup sonradan yapılan incelemelerde devlet tarafından 2B şerhi konulan, bu vesileyle dava açılan ve açılan dava sonucunda tapuları iptal edilen araziler, bedel alınmaksızın eski sahiplerine geri verilecek. Bu çerçevede Türkiye genelinde 100 bin hektardan fazla arazinin iade edileceği tahmin ediliyor.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı'nın verilerine göre Türkiye genelinde 473 bin 417 hektar büyüklüğünde orman vasfını kaybetmiş arazi bulunuyor. Bunların içinde 2B olması dolayısıyla şerh konularak dava açılan ve davası devam eden, davası sonuçlanıp tapusu iptal edilerek Hazine adına tescillenen araziler de yer alıyor.
Yasaya göre, geçmiş dönemlerden bu yana, tapulu mülkü olup devlet tarafından 2B şerhi konularak tapusu iptal edilen alanlar ve tarım alanları hak sahiplerine bedelsiz iade edilecek. 2B şerhi konulup henüz dava açılmayanların ise şerhleri kaldırılacak. Devam eden davalar düşecek. Tapusu iptal edilenler eski maliklerine geri verilecek. Bu şekilde Türkiye genelinde 110 bin hektar, Antalya'da ise 15 bin hektarlık bir alan bulunduğu belirtiliyor. Kadastro çalışmaları tamamlanan ve satışa hazır hale gelen 2B alanları ise 193 bin hektar civarında. Antalya Defterdarı Hidayet Mat'ın değerlendirmesine göre 2B sorununun çözülmesinin birçok olumlu etkisi olacak. Kanun sayesinde sosyal barış sağlanacak. Yaklaşık 40 yıldır devam eden vatandaşla devlet arasındaki arazi davaları son bulacak. Sorunun çözülmesiyle bu alanlar artık imara konu olacak.
EKONOMİK KODLARA AYRILACAK
Sanayi ve ticaret alanı gibi ekonomik kodlara ayrılacak. Dolayısıyla şimdiye kadar hiçbir tasarruf yapılamayan ve hiçbir yasal ekonomik faaliyet gösterilemeyen 2B arazileri ekonomiye kazandırılmış olacak. Bu da yatırım ve istihdamı artıracak. Ayrıca konut sektörü hareketlenecek. Kentsel dönüşüm kolaylaşacak. Çarpık kentleşme önlenecek. Kırsal alanda çiftçiler ölçek büyütecek.
Zaman Gazetesi'nden Şaban Gündüz'ün haberine göre; Türkiye genelinde Antalya, sahip olduğu 2B arazilerinin toplam büyüklüğü ile başı çekiyor. Antalya'da yaklaşık 45 bin hektar 2B arazisi bulunuyor. Bunun 26 bin 120 hektarlık kısmı satışa hazır. Yaklaşık 3 bin 700 hektarlık alanın ise işlemleri devam ediyor. Tapu ve kadastro kayıtlarına göre Antalya'da 72 bin 53 adet 2B parseli mevcut.
En fazla 2B arazisi 6 bin 140 hektarla Kaş'ta yer alıyor. Antalya'nın 2B varlıkları Hazine arazilerinin yüzde 10'una denk geliyor. Antalya'yı 39 bin 287 hektarla Mersin, 34 bin 887 hektarla Balıkesir, 31 bin 706 hektarla Ankara, 29 bin 643 hektarla Sakarya, 29 bin 139 hektarla Muğla ve 18 bin 233 hektarla İstanbul izliyor.

yesilgiresun
06-05-2012, 15:26
bu konuya girermi bilmiyorum ama bizimde bir sorunumuz var.2o yilini gurbette gecirip ,bütün alin terini sahil kesiminde findik bahcesine yatirim yapan babam,cikan bir kanunagöre(tahminim 15)arazisinin istedigi yerine ev yapamiyor.cünkü belediye imar proje kapsamina alinmis.bu durumda eger ev yaptirirsa belediyenin arazi üstündeki projesini kabul etmis oluyor.buda demek oluyorki arazisinin belirli bir bölümünü devlete hibe ediyor.cok uzatmadan,sorunun cözümü varmi,ne yapilabilir sormak istiyorum

Oğuz Karsan
11-06-2012, 10:02
Merhaba.

Yasaya göre, geçmiş dönemlerden bu yana, tapulu mülkü olup devlet tarafından 2B şerhi konularak tapusu iptal edilen alanlar ve tarım alanları hak sahiplerine bedelsiz iade edilecek.

Sn. angel67

Tapulu arazisi, orman olduğu iddiasıyla iptal edilenlerin durumu ne olacak diye sorsam çünkü 2b şerhi konmadan mahkemece burası eskiden ormanmış diye tapu iptal edilmişse hangi prosedür işletilecek.

Saygılar