agaclar.net

Geri Dön   agaclar.net > Doğa ve yaşama dair her şey > Geziler, Gezilecek Yerler, Türkiye'de önemli doğa alanları
(https)




Cevapla
 
Bookmark and Share Dış Bağlantılar Konu Araçları Mod Seç
Eski 08-09-2010, 02:40   #1
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezim 1.2.3.4.5



S-T-F-A
Fatih Sultan Mehmet köprüsü ve Kınalıköprü arası E–6 oto yol yapımında çalıştığım yıllarda, askerliğimden sonra Türkiye'mizin her yerinden çalışmaya gelen insanlarla aynı çatı altında bu ikinci buluşmamdı. Erzurum, Tunceli, Van, Muş, Tekirdağ, Edirne, Bursa, İnegöl, İzmir, Amasya, Merzifon, Çorum, Yozgat, Zonguldak, İstanbul ve daha birçok yerden S.T.F.A.da yol inşaatı ve şantiyeciliğin değişik branşlarında çalışmaya gelen arkadaşlar vardı.

"1930'lu yıllarda Sezai Türkeş ve Feyzi Akkaya tarafından kurulmuş olan STFA, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk mühendislik şirketlerindendir. İnşaat sektöründe gereksinim duyulan enerji, zemin ve mühendislik hizmetlerini yürütmek üzere oluşturulan uzman şirketleri ve 300 milyon ABD doları'nın üzerindeki cirosu ile STFA İNŞAAT GRUBU, günümüzün en üstün teknoloji gerektiren ihtiyaçlarını karşılayabilecek güçtedir.

STFA İnşaat A.Ş., 1971 yılında Libya'da alınan liman işi ile yurt dışına açılan ilk Türk Müteahhidi olmuştur. Libya ile birlikte; Suudi Arabistan, Tunus, İran, Pakistan, Suriye, Ürdün, Mısır, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan'da pek çok proje başarı ile tamamlanmıştır.

STFA İnşaat A.Ş., Engineering News Record'un en çok uluslararası iş alan müteahhitler listesinde her yıl yer almakta olup, enerji sektöründe ve deniz yapıları inşaatında en başarılı uluslararası müteahhitler sıralamasında ilk yirmi firma içine girerek Türk Müteahhidinin başarısını gururla sergilemektedir."

2 saati mesai içinde, 10 saat üzerinden çift vardiya çalışır ben ve ekibim işimiz icabı vardiya başlarında ekstradan 2 saat daha fazla mesai yapardık. Dağın başındaki paydostan sonra şantiyeye gitmemiz, yemek yememiz, duş aldıktan sonra istirahata çekilmemiz de genel de iki saat sürer, böylelikle 14 saat sonra yatağımıza uzanırdık.

İnşaat alanına ilk girdiğimde kendimi devasa iş makineleri arasında ayakaltında dolaşan böcek gibi hissetmiştim. Hiç eğilmeden altından geçilebilen, elli ton ağırlığında, elli ton hafriyat taşıyabilen ve kendi güzergâhından çıktığı an toprağa saplanan bu araçlar üzerinde yapılan mülakat ve uygulamalar sonunda bir süre sonra iş makinesi periyodik bakım formeni olmuştum.

Yemeğimizi, çayımızı, sigaramızı, suyumuzu en önemlisi kafa kafaya verip duygu, düşünce ve gelecekle ilgili planlarımızı paylaştığımız çok sağlam dostluklar edindik burada.

Ramazanda komşuculuk oynardık! Birbirimizi özel olarak kendimizin hazırladığı iftar sofralarına davet eder ve ikramlarda bulunurduk. Bazıları memleketinden getirdikleri yiyecekleri, (Manisa'nın su veya kola'ya banılarak yenilen kuru ekmeği, Van'dan gelen otlu peyniri, Kars'tan gelen tulum peyniri, Bursa, İnegöl'den gelen pişmaniye ve kestane şekerini vs.) bakın bu benim memleketimdendir diyerek büyük bir gururla koyarlardı başköşeye.

Kimse kimsenin nereli olduğuna, ibadetini yapıp yapmadığına karışmazdı. Hemşerim Vasfi ramazanda, şarabı galonla, birayı kasayla alırdı. 86–87 kışını İstanbul'da bilen bilir. Aynı hemşerim yolda kar'a saplanmış çoluk çocuk mahsur kalmış insanları kurtarmak babına; günlerce sırtı yatak yüzü görmedi. Greyder ile Çatalca, Büyük çekmece arasında mekik dokudu.

Aynı kış bende tankerle uç noktalardaki araç ve jeneratörlere yakıt taşırken önümde D–7 dozer, yolu açıyor ben arkasından onu takip ediyordum. Benim arkamdan yol şiddetli tipi ve kar'a dayanamayıp yine kapanıyordu. yer yer üç metrelik kar yığınları vardı. Velhasıl kerim çok şiddetli bir kış'tı.

Yine aynı hemşerim bir elinde birası; ( bilirsiniz bu içkici kısmı pek boğazına düşkündür, bir zamanlar kendimden bilirim! Olmadı mı leblebi turşuyla içenleri gördüm, varken sultan sofrası gibi olur sofraları) Bize öyle bir iftar sofrası hazırlardı ki? Hemşerimle bu konuda hep iftihar etmişim. Hani derler ya; yeme de yanında yat aynen öyle. Sevabın, nereden nasıl kazanılacağı belli olmaz. Allah ile kul arasına girmemek lazım!

İşimi hiç aksatmadan yapmış olmanın gururu ile metin beyin karşısına çıkıp “Efendim ben 30.06.1987 tarihinde başlamak üzere sizden senelik iznimi istiyorum dedim.

Makinelerin çalışma saatlerinin bile aksatılmadan raporu tutulduğu, bir saat çalışmamasının nedenlerinin hesabının sorulduğu, insanların karınca gibi koşuşturduğu toz toprak gürültü patırtı ortamında izin kelimesinin kar yağmadan önce telaffuz edilmesinin bile yasak olduğu bir ortamda, Metin bey bana baktı, ikiletmeden “tamam hallederiz” dedi.

Bu ayrıcalık beni sevindirirken birçok arkadaşımı kızdırmıştı muhtemelen!
Bu tarihte izin istememin asıl sebebi İzmir / Bornova da bir akrabamın düğünü vardı. Hem onun için hem de asker arkadaşımın yanına (Muğla) ziyarete gitmek ve oradan, Marmaris, Dalyan, Fethiye’den U dönüş yaparak, İğneada da tatilimi bitirmekti. Devam edecek...


Not: Yenilerini bitirene kadar arşivimden 13 bölümlük bu yazı dizisini beğeneceğinizi ümit ederim. Hadi hep birlikte, memleketimin güzel yörelerinde bir tur atalım... Yazı hatalarım, yazıda ki kurgu hatalarım ve ya düşük cümlelerim için şimdiden özür dilerim...


Düzenleyen Talip Girgin : 01-10-2010 saat 15:17
Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 09-09-2010, 00:09   #2
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi–2



30.06.1987:Saat 23–00
Bu saatte alınan bir bilet ile ilk kez göreceğim yerleri, karanlığın içinde görüp hafızama kaydedeceğim konusunda hiçbir fikrim yok. Yıllar sonra başına geleceklerden habersiz! İstanbul gibi her iki denize (Karadeniz ve Marmara denizi) sınırları olan, Kocaeli'nin, il sınırları içindeki İzmit körfezinden geçerken, tarihin derinliklerinde kalmış, nice kavimlere ev sahipliği yapmış bu gizemli şehrin yatırlarına olan saygısından olsa gerek, korna dahi çalmadan yağ gibi süzülüp geçmişti otobüsümüz.

"İsmini Denizli’deki ünlü doğa harikası (Hierapolis) Pamukkale’den alan Pamukkale Turizm; Denizli’li bir aile olan ve soyları Balım Sultan’a kadar uzanan 3 kardeş, Sadık, Turgut ve Turan Bababalım tarafından 1962 yılında kurulmuştur. Firma ilk seferlerini İstanbul ve Ankara’ya gerçekleştirerek kara yolu ulaşım sektöründe faaliyet göstermeye başlamıştır. Kurucuların desteği ile her zaman “kaliteli hizmet ve müşteri memnuniyeti” ilkesiyle hareket ederek kısa sürede yolcularının ilgisini ve güvenini kazanmıştır. Müşteri memnuniyeti ilkesini bir saniye unutmadan hizmet veren, hizmet ağını başta Ege kıyıları olmak üzere birçok noktaya seferi bulunan ve sektöründe hep ilklere imza atan bir kurum olmuştur." *

Böyle güvenilir bir firmaya ait otobüs ile İstanbul-İzmir arası bir yolculuğa çıkmış, yolculuk esnasında ilk defa göreceğim yerleri daha rahat görebilmek için, özellikle çok öncesinden 3 numaralı koltuğu kendime ayırttırmıştım. Çay, kahve, fanta, kola, gazoz, diyet ürünler, vs. Mükemmel ikramları sunan ve gerekli yerlerdeki ihtiyaç molaları ile yolcularının her türlü rahatını düşünen bu firmayı seçmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimi ileriki yolculuklarımda daha iyi anlamıştım!

Gecenin karanlığında Gölcükten geçerken Türk donanmasına selam verip! Türklerin ilk Kaptan-ı Deryası olan deniz kumandanı kara lakaplı Mürsel Alp'i rahmetle anmadan geçmiyoruz Karamürsel'den.
Otobüsümüz Yalova'dan geçerken; Yalova'nın tarihi hakkında sizlere kısa bir bilgi vermeden geçemeyeceğim.

Yalova, Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde Kara Yalovaç, Kâtip Çelebi'de ise Yalakabad ve Yalıova adlarını almaktadır. O dönemlerde Yalova isminin verildiği de görülmektedir. Bu isimler 19. yüzyılda, yörede kırk gün kalıp tetkiklerde bulunan ünlü tarihçi Hammer tarafından da doğrulanmaktadır.
Friglerden Bizanslılara kadar çeşitli milletlerin yaşamış olduğu Yalova bölgesi, 1326 yılında Osmanlı Devleti Komutanı Gazi Abdurrahman tarafından fethedilmiş ve ebedi Türk yurdu haline gelmiştir

Yalova, 1867 yılında Bursa Merkez Sancağı'na bağlı bir kaza iken, 1901'de bağımsız İzmit Sancağı'na bağlanmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan askeri birliklerince işgal edilen Yalova, verdiği büyük mücadele ile 19 Temmuz 1921 tarihinde düşman işgalinden kurtulmuştur. Kurtuluş Savaşı sonrasında 19 Ağustos 1929 tarihinde ilk defa Yalova'ya gelen Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, Termal'in yeniden inşaasını sağlamıştır.

Atatürk, 22 Ocak 1938 tarihinde açılan Termal Oteli'nin ilk konuğu olmuş ve 9 gün süreyle Yalova'da kalmıştır. 1929 yılında yapılan Millet Çiftliği'nin yapılışı sırasında, ikinci kata gelindiğinde, batıda bulunan ağacın kesileceğini gören Atatürk, yapının temelini biraz doğuya alarak binayı kaydırmış ve ağacın kesilmesini engellemiştir.

Bu nedenle köşk, Yürüyen Köşk olarak anılmaktadır. Atatürk'ün, “Kurtuluşa öncü” ve “Benim Kentim” olarak bahsettiği Yalova, adeta yazlık başkent haline gelmiş ve yine Atatürk'ün isteği üzerine 1930 yılında İstanbul'un ilçeleri arasına katılmış.1995 yılında ise İstanbul ilinden ayrılarak il yapılmıştır. Bursa’nın Gemlik ilçesine bağlı Armutlu Beldesi ile Kocaeli’nin Karamürsel ilçesine bağlı Altınova Beldesi ilçe yapılmak suretiyle il sınırları içerisine alınmıştır.

Bugünkü Yalova Kaplıcaları'nın tarih içinde önemli bir yeri bulunmaktadır. M.Ö. 1200 yıllarında bir yer sarsıntısı ile meydana geldiği tahmin edilen Termal ilçesindeki Kurşunlu Hamamı'nın dış duvarlarında kuvvet tanrısı Herakles (Herkül), sağlık tanrısı Asklepios, sıcak su ve sağlık perileri olan Nemfler'in kabartmaları görülmektedir. Termal'in Bizans döneminde imparatorların dinlenme ve tedavi yeri olarak büyük üne sahip olduğu bilinmektedir. Bizans döneminden sonra Selçuklular'ın yönetimine giren bölge, Haçlı Seferleri sırasında yakılıp yıkılmıştır.

Kayın, meşe, gürgen, kızılcık, kestane, ıhlamur vs. ağaçlarının hışırtısı ve kokuları arasında otobüsümüz, Orhangazi’ye doğru devam etti. Gözlerim yarı uyur yarı uyanık arada elime su döküp yüzümü ıslatıyordum henüz uyumak için daha çok erkendi. En azından benim için böyleydi.

1332 yılında Orhangazi'nin fethedip kendi adını verdiği Orhangazi'de soluklanıp; Gemlik'e; efsaneye göre ilk olarak Herkül'ün geldiği ve buraya kaybolan arkadaşı 'Syrus'un adını verdiği söylenir'ki, Gemlik, Bursa civarında kurulan en eski kenttir. Tarihi MÖ 12.yy'a kadar uzanır. Tarihi yapılarının yanında; Türkiye'nin en lezzetli sofralık zeytinlerinin yetiştiği yerlerdendir. Üstün kaliteli elma, armut ve şeftali üretimi de yapılmaktadır.

Deniz seviyesinden oldukça yüksekte ve serin bir gecede, sabahın ilk saatleri;
Nerede olduğumuzu bilmediğim fakat Bursa'ya oldukça yaklaştığımız bir yerde ihtiyaç molası verildi. Devam edecek.


*Kaynak; pamukkaleturizm den ve wikipedia alınmıştır.

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 09-09-2010, 02:51   #3
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi–3



BURSA: Burada Bursa'nın tarihini anlatmaya kalkmak gibi bir yanlışa düşemem! Malum Bursa'nın tarihimizdeki değerini ve bugün için de, ne kadar önemli bir şehrimiz olduğunu zaten bilmeyen yok. Dolayısıyla bazı arkadaşlarımız bu güzel ilimizi çok daha kapsamlı anlatmışlardır. Benim de yıllar önce burada yaşanmış güzel anılarım var. Bunlardan bir iki bahsedip geçmek istiyorum.

Bursa'yı tam önümüze aldığımızda; on üç yaşımdayken (1975) balık tutmaya geldiğim dereleri gördüm, sağımda Murat 124 lerin, Şahin 131 lerin doğduğu Tofaş fabrikası ile Oyak Renault, fabrikasının gururlu duruşları önünden "Pamukkale seyahat" otobüsü ve yolcuları olarak süzüldük! Solumda kıvırcık, domates, salatalık vs yetiştiren bahçıvanın, 1 lira karşılığında bizim yüzmemize izin verdiği sebze yıkama havuzunun kalıntılarını gördüm.

Bir an için arkadaşlarım (Kemerçeşme mahallesinden) Salih, Aydın ve ben bahçıvanın çamurlu havuzunda yüzmek için nasıl para denkleştirdiğimizi hatırladım. Rahmetli amcam beni yaz tatilinde İstanbul'dan alıp buraya getirmişti. Yaz tatilini burada geçirirken arada ona yardım ediyordum. Amcamın evde bir trikotaj makinesi vardı. Sağa sola ittirerek ördükleri kazakların satışında ona yardımcı oluyordum.

Bir gün hiç unutmam, Salih’lerin tek kat hasır beton evlerinin üstünde zamanın gözde parçaları " İkimiz Bir Fidanız" ile "Gençlik Başımda Duman" şarkısını üç arkadaş sesimizin çıktığı kadar avaz avaz bağırarak söylüyoruz. Tabi biz kendimizi öyle kaptırmışız ki, sanırsın her birimiz bir assolist. Ne zaman Salih in annesi elinde sopayla evin üstüne çıktı; bütün assolistler birinci kat üstünden bahçede ki bir kamyon inşaat kumunun üzerine kuğu gibi süzüldük!

Bursa da ve birçok yerde ki arkadaşlarımız bu oyunu belki çok iyi bilirler; 1975 li yıllarda benim ilk defa burada gördüğüm… kitap üzerine para atma oyunu vardı. Teksas, Tommiks, Zagor, Kızıl maske gibi vs. Kitapları dört beş adım mesafeye bir ucunun altına misket büyüklüğünde taş koyup ve üzerine ters taraftan metal yirmi beş kuruş atarlardı.

Kim parayı kitabın üstünde durdurursa kitabı alırdı. Ne zaman harçlıksız kalsak Salih arkadaşım bir arkadaştan ödünç bir kitap alır, daha sonra bu kitabın üzerine mahallenin belirli noktalarında yoğunlaşan kalabalıklarda para attırırdı.

Tabi bu işin birde kurnazlığı vardı çocuk pudrası ile kitabın üzeri sıvazlanır cam gibi parlatılırdı. Kitabın bir ucunun altına misketten irice bir taş koydun mu o kitabı almak tamamen hayal olurdu. Ödünç aldığımız kitaptan elli yüz kuruş kazandık mı o paralarla Salih arkadaşım pazarda ne kadar kitap varsa toplardı.

Kitap sahipleri Salih'i görünce kitapların altındaki taşların iriliğini iki katına çıkarsa da bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Salih parayı öyle bir yapıştırırdı ki kitap sahibi her seferinde kendi etrafında fırdöndü gibi sinirinden dönerdi.

Biz daha sonra çamurlu havuzdan, geçip kaplıcaları keşfetmiştik. Biraz sıcak ama en azından temiz ve şifalıydı. Yine bir gün erkenden mahallede kitap operasyonu yapmış, kazandığımız paralarla Çekirge’ye kaplıcalara gitmiştik.

Hep merak eder dururdum onca yer varken neden ihtiyarlar bir arada toplanıp üst üste küçük bir havuzun içine bacaklarını sokarlardı. Usul usul yanlarına sokulup bir boşlukta bende ayaklarımı bu küçük (aslanağzı) havuza soktum.

Serde erkeklik var ya! Gençlik başımda duman ilk aşkım ilk heyecan? Bağırmak istiyorum ama bağıramıyorum kitlendim kaldım, ihtiyarlar bana bakıyor içlerinden" helal olsun çocuğa" diyorlar herhalde! Daha fazla dayanamadım can havliyle küçük havuzdan fırladım… aaa o da ne? Kırmızı çoraplarım olmuş!
Vallahi çatır çatır yandım, insan oraya bir yazı yazmaz mıydı yahu "dikkat çok sıcaktır, çocuklar giremez” diye.

Efendim üç arkadaş havuzun etrafında hopluyor, zıplıyor, dalıyor çıkıyorduk. Sanki havuz bizim olmuştu! Müşteriler habire değişiyor bir tek biz değişmiyoruz, kovulana kadar devam. Bizim gibi, ama bizden biraz daha büyük olan çatlaklar vardı! İçeriye koşarak gelirler ve mermerde buzda ki gibi kayıp son anda parende atarak havuza dalarlardı.

Bazen havuzdaki insanların üstüne düşerlerdi ama gırgır, şamata, ortam süperdi. Bazen de yabancı turistler gelir ellerindeki fotoğraf makineleri ile yüzü gözü sabunlu, yıkananları çekerlerdi. Bunların içinde bayan turistler bile vardı. Hiç çekinmeden erkekler hamamına girerlerdi. Bizim de resmimizi çeksinler diye türlü maymunluk yapardık.

Yüzmeyi, deniz de değil bu havuzlarda öğrenmiştim… Gözlerimi su altında açmayı da! Karşıdan karşıya dipten yüzerken mesafeyi ayarlayamamış, kafamı merdivenlere vurmuştum. Birden canımın yanması ile gözlerimi fal taşı gibi açmıştım, o zaman anladım ki suyun altında gözlerimiz açık olarak yüzsek bile gözlerimize su kaçmıyor!

Bir gün kese olmak istedim. Hayatımda kimseden öyle dayak yememiştim. Adam manyak mıdır nedir? Resmen beni yüzdü, kolumu bacağımı büktü yamulttu. Arada bir elense bile çekti. Şaplak sesleri yankı yapıyordu koca hamam da! Ben çoktan vaz geçtim ama bu yeniçeri kılıklı tellak, zemberek gibi kurulduğu için sonuna kadar devam etti.

Elinde çimen yeşili bir tişörtle içeriye giren görevli" Bu kimin? Bu kimin?" diye bağırıyordu. “Benim” diye karşılık verdim. Adam bana sinirle "len oğlum, öldünüz mü kaldınız mı? Sabahtan beri buradasınız sizin eviniz yok mu?" defolun evinize... Diyerek sonunda bizi kovmuştu.

Bunu yazmadan geçemem. O zamanlar kaplıcaları bilenler bilir, sıcaktan soğuğa çıkınca bir paravanın ardında ıslak peştamalları kurusuyla değiştiren bir görevli vardı. Tam da bu peştamalcı görevlinin bulunduğu bölümün karşısında yerden yuvarlak bir mermer sütunun içinden buz gibi bir kaynak suyu akar.

Biz o mermer taşa ağzımızı dayayıp kana kana su içerdik. Bu arada da peştamalcının insanları paket gibi sardığı sırada, son anda kendinden geçen müşterileri kucaklayıp kenardaki özel tahtaların üzerine yatırırdı. Her üç beş kişiden biri mutlaka kendinden geçerdi! Bu görevli, insanların sıcaktan soğuğa geçerken baygınlık geçirmesine o kadar alışmış ki, nerdeyse bayılmayanları bile kucaklayacak!

Görevli benim peştamalımı değiştirirken gülüyordum, gözlerimi açtığımda Salih ile Aydın bana gülüyorlardı “keh keh” “sen de uçtun oğlum sen de uçtun.” Bunları düşünmüştüm Bursa’dan geçerken. (Acep ne haldedir şimdi Çekirge’de ki bu tarihi hamamlar?) Devam edecek.

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-09-2010, 15:00   #4
Ağaç Dostu
 
omrfrk's Avatar
 
Giriş Tarihi: 16-05-2010
Şehir: Elazığ
Mesajlar: 105
Galeri: 8
bilgiler ve paylaşım için teşekkürler

omrfrk Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 12-09-2010, 18:32   #5
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi omrfrk Mesajı Göster
bilgiler ve paylaşım için teşekkürler
Teşekkür ederim Ömer Faruk kardeşim sağ ol

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 01-10-2010, 00:43   #6
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi–4-5



Umut Durağının, Kurtuluş Yolcuları buraya!
— Bugün, başka bir gariplik var havada! Alışa gelmişliğin dışında bir şeyler olduğunu hissediyorum. Birkaç saat içinde, çalınan eşyalarımın sıklığı ve hırsızların çokluğu beni hem şaşırtıyor, hem korkutuyor. Bavulum, içinde iş ile ilgili projelerim olan bond çantam, birde motosikletim çalındı.

Çalınmayan, koltuk altına sıkıştırdığım şemsiyem kalmıştı elimde birde ben! Akşam olmuştu olmasına ama zaten bütün gün kapalı bir hava hâkimdi gökyüzüne.

İnanılmaz derecede cereyan eden çok fazla olay var. Oysa az ilerideki, asayişten sorumlu polis memurlarının kılı bile kıpırdamıyor ve ya olayların dinmesini bekliyorlardır her zamanki gibi! Müdahale etmemek, emir gereği olsa gerek ne bileyim!

— Nara ve çığlıklar eşliğinde, uzun uzun korna öttürerek, sağa sola savrularak ellerindeki içki şişelerini yolun ortasına atan sürücüler!
Kaldırımlarda öbek öbek sarhoşlar, bali çekenler, alelade esrar, eroin içenler.
İnsanlara kene gibi yapışıp ekmek parası, bazen şarap parası isteyen, merhamet tacizi yaratıklar.

Küçük çocukların ve masum insanların katilleri! Hastanelerden ilaç çalanlar, yeşil kart hırsızları, çer çöplerle hastaları dolandıran sahte doktorlar. Yıllardır insanları türlü yalan ve vaatlerle kandıran, her seçimde yeniden oy isteyen siyasiler, terör odakları, umut, aşk, sevgi hırsızları. Sanat diye, meslek diye; ülkemiz insanının birlik ve beraberliğini koruyan, kollayan örf, âdet ve geleneklerimizi yok sayarak Türk insanıyla alakasız film yapanlar.

Çoluk çocuk TV başında bizi utandıran, utanmazlar!
Daha niceleri; Meydanı boş bulan meydancılar vs, vs.

— Kapkaç yapan motosikletli iki kafadar hızla kaçarken, yoldaki setten, arkada oturan kişi yere düştü ama halen motosiklete tutunuyordu. Bir süre yerde süründükten sonra motosiklet hız kesince çevik bir hareketle, zıplayıp arka semere oturdu ve gözden kayboldular.

Kullandıkları motosiklet benim motosikletim değildi!
Polislere gidip eşyalarımın ve motosikletimin çalındığını söyledim. Hatta söyleyebildim mi? bilemiyorum.
Arabanın camını biraz indirip, bana kulaklara kadar yaygın kara gözlüklerin ardından “Ne var“? Diye sordular.

Polis arabasını öyle sote bir yere çekmişler ki polis olduklarını bile bile yanlarına bir suçlu gibi korka korka gittim!

Bana “tamam sen git biz bulunca seni ararız“ dediler.
İyide ne adımı sordular ne adresimi aldılar nasıl beni bulacaklar? Enteresan bir durumdu bu. Doğrusu bunu onlara tekrar sormaya cesaret edemedim, buz gibi soğuk ve anlaşılmaz idiler.

— Uzakta şimşekler çakıyor. Gök çatır çatır çatırdarken, sanki dünya ortadan karpuz gibi yarılacak veya göğüs kafesimden içimi çekip çıkaracaklarmış korkusu sarıyor benliğimi.

—Yıldırım tarafından çarpılma şansımızın 600.000'de 1 olarak tahmin edilmekte olduğunu okumuştum bir yerde; tepemde kara bulutlar dolaşırken bana bu ihtimal çok yakın gibi geliyor ! Gittikçe yakınlaşan şimşekler kuru ağaç dalları gibi çatallı görünüşleri ile kendini gösteriyor, bulut tepesinden stratosfere doğru boşalan roket şimşekler aklımı başımdan alıyordu. Böyle durumlarda korkudan hiçbir şey görmez gözüm. Yer yarılsa da içine girsem, gizlensem derim.

Gök yarılacak gibi çatırdadığı zaman korkmuyorum diyen kişinin alnını karışlarım.

— Rabbimin, hatalarımızın çokluğundan dolayı gök gürültüsü ile bizleri azarladığı hissine kapılırım. Sonra yağdırdığı rahmeti ile tüm dünyayı pisliklerden arındırır ve ona kesin, kati dönüş öncesi kendimizi affettirmemiz için bizlere bir şans daha verdiğine inanırım.

— Gök birden patladı! Korkudan öleceğim sandım. Arka arkaya "Kelime-i Şahadet" getirmeye başladım. "eşhedu enla ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve resuluhu" Kaç kere söylediğimi hatırlamıyorum.
Ardından, yakın bir yere yıldırım düştü. Aniden sağanak yağmur başladı, şemsiyemi açıp koşar adımlarla meydancılardan uzaklaştım, sığınacak yer aradım ve sonunda başladığım yere o gizemli sokağın başında bulunan otobüs durağına sığındım.

Bölüm:2


— Ne garip, benden başka ıslanan ve yağmurdan kaçan bir başka kimse yok! Oysa durak tıklım tıklım dolu; Sanki saatlerdir buradalar ve aynı otobüsü bekliyor gibiler. Ne yağan yağmurdan haberleri var, ne nerde olduklarından! Bu insanlar çok sessiz ve sakinler. Birbirlerine sokulmuş öylesine bekliyorlar.

Durağın ismi "umut durağı" yolcuların perişan hallerine bakılırsa buraya unutulmuşlar durağı demek daha doğru olur kanımca!
"Affedersiniz buradan geçen otobüs nereye gidiyor?" diye sordum, yanımdaki şâhısa.

Üç beş saniye sonra yüzüme bakmadan; "Kurtuluş"a, dedi!

- Teröristlerin patlattığı bir bomba sonucu eşi ve dört oğlunu kaybeden Mehmet .... olayda yaralı olarak kurtulan oğlunun da sağ bacağının kesilmesi sonucu psikolojisi bozulmuş, oğlu barışı da yanına alıp gelen otobüsle kurtuluşa gideceğini söyledi.

— Birkaç gün önce babasına "babacığım ben galiba öleceğim" demişti! Okulda arkadaşları ile oyun oynarken geçirdiği kalp krizi sonucu gözlerini hayata yumdu 6 yaşındaki ana okul öğrencisi küçük Çetin. “Koçum, sana bakmaya kıyamazdım. Hiç yerinde duramazdın. Oynadığın oyunlar gözlerimden, söylediğin sözler kulaklarımdan gitmiyor. Her gün ‘Baba ne niye bu kadar ilaç içiyorum’ diye sorardın. ‘Ben öleceğim’ dedin oğlum, içine mi doğdu'' diyen babanın ağıtları, yürekleri dağlamıştı.

O anne ve baba da bugün “Kurtuluş” yolcuları arasındaydı!

— Daha önce evi yıkılan ve göçük altında bir kızını kaybeden, 5 yaşındaki oğlunu trafik terörüne kurban veren acılı baba Sefer; şimdi beyninde ur tespit edilen 7 yaşındaki kızının yaşaması için seferber olmuş hayırsever vatandaşlardan yardım almak için kurtuluşa gidenlerdendi.

Oturduğum yerden yolun karşı kıyısını göremiyorum oysa yağmurdan önce görünüyordu.

Ortalığı aniden bir sis kapladı yağmur dinmişti. Sis perdesi arkasında beni telepati yolu ile kendine çeken bir gücün varlığını hissetmeye başlıyorum. Kıpır kıpır, yerimde duramaz oldum. Bir yandan merak diğer yandan korku vardı içimde.

Hayvan kostümü giymiş biri şemsiyemi aniden elimden çekip yolun karşısına koşmaya başladı. Bende peşinden yolun karşısına geçtim. Ne olduğu belirsiz bu yaratığı, köprü korkulukları önünde yakaladım ve elinden şemsiyemi almaya çalışırken birden korkulukların üstünden şemsiyem ile birlikte kendini boşluğa saldı eyvah!

Burası az önce yıldırım düşen yer olmalı. Aşağıda dikdörtgen bir havuz vardı ve havuzun içi su yerine deniz kumu ile doluydu. Havuzun üzerinde sanal bir ekran oluşup, slâyt gösterime geçti! Benden çalınan bavul, bont çantam, şemsiyem ve motosikletim kumun içinde görünüp kayboluyordu. Yalnız onlar olsa, kaybettiğim daha neler neler vardı görünen!

Önceden sahip olduğum bütün evcil hayvanların, resimleri dahi göründü. Özlediğim, yaşayan yaşamayan arkadaşlarım. Annem, Babam ve diğerleri bana el sallıyordu. Aniden kum havuzun üzerinde beliren, sadece yürüyen ayak izleri oluyor ve beni düşünce gücünle çağırıyordu gel gel “kurtuluş” burada diyordu!

Havuzun etrafında oluşan kalabalık başlarını köprüye kaldırarak bana bakıyorlar ve hep bir ağızdan “onu çağırıyor“ diyorlardı. Yaklaşık on metre yüksekte köprünün korkuluk demirlerine tutunarak yere çömeldim “ben senden korkuyorum, ben senden korkuyorum“ diyebildim. Tüylerim diken diken. Aşağıdaki insanlardan bazıları havuz içine ayağını uzatarak kumun üzerine basma girişiminde bulunduklarında kum birden girdap oluşturuyor ve o kişiyi yutmaya çalışıyordu.

Ben, bunu gördükçe korkularım daha da artıyordu. Bulunduğum yerin bir altında balkon gibi bir yer vardı. Yandan merdivenle zemine kadar iniliyordu. Korkulukların arasından beş yaşındaki kardeşim, Gülcan'ı görüyorum. Anka kuşuna kurban edilmek istenen kız gibi saf görünüyordu ve kendisine verilen bir bardak ilaçlı çayı hiç düşünmeden içti.

Hemen onun yanına atladım, onu geri itekledim bardağa kendiliğinden dolan aynı çaydan bir bardak içip, ucunda ölümde olsa ben giderim diyorum; yeter ki kardeşime bir şey olmasın!

Çay mideme inerken bende değişiklikler olmaya başlıyor, ayaklarım yerden santim santim kesiliyor ve havalanıyorum. Denizde sırt üstü yüzmek için kendimizi geri attığımız gibi kendimi boşluğa atıyorum. Havada kuş gibi asılı kalıp sonra iki elimi yukarı kaldırıyor kontrollü bir şekilde kumun üzerine iniyorum. Dokundum dokunacak vaziyette suyun üzerinde batmadan durur gibi kumun üzerinde duruyorum.

Yine bir güç telepati yoluyla benim kuma, denize dalar gibi dalmamı istiyor. "Neden" Diyorum. “Sen dal ve ilk eline geçeni çıkar“ diyor bu görünmez ve esrarengiz güç.

Bana artık kötülük yapılmayacağına inandığım için denileni yapıyorum. Su dolu bir havuza dalar gibi kumun içine balıklama dalıyorum. Gözlerim kapalı karanlığın içinden bir şey yakalıyor ve yukarı havuz kenarındaki insanların ayakları dibine çıkarıp bırakıyorum. İlk çıkardığım yedi, sekiz yaşlarında "Rüya" isminde bir kız çocuğu! Onu ellerimden kapan umut durağından Aydın oluyor!

Her dalıp çıktığımda umut durağı yolcularından birisini, Kurtuluşa götürecek umudunu yakalıyorum. Birebir olmasa da hayatını idame ettirecek, hidayete erdirecek, sevgiyi şefkati yaşatacak, insanları tekrar hayata bağlayacak oluşumlardı, gün yüzüne çıkardıklarım.

Bir saniye duraklamadan, bir sağa bir sola dalıyor tuttuğumu çıkarıyorum. Hey yüce Allah’ım bu nasıl iştir ki ben bu zahmetli bu yorucu işi bir salise bile bırakmadan, bıkmadan devam etmek isteği ile yanıp tutuşuyorum?

— Güçlü bir ses "SEN, BU İŞ İÇİN SEÇİLDİN. BAŞINA GELEN HER ŞEY BURAYA GELMEN İÇİN PLANLANDI" dedi.
Bu arada fazla derine dalmışım ki gözlerim kapalı çıkardığım bir ucube ile karşı karşıya kaldık herkes birden geriye kaçtı. Kurtuluş yolcuları yine bir araya toplandılar hep bir ağızdan "BU MEYDANCILARDAN!" Diye bağırdılar "bunu tekrar en derine götür" dediler.

Ucubeyi tuttuğum gibi en derine götürdüm. Bir daha kazayla da olsa bu “Meydancı”lardan birini asla gün yüzüne çıkarmayacaktım. Çünkü kumun içinde gözlerimi açtım ve kum benim gibi seçilmiş bir insanın gözlerine zarar vermiyordu.
Kurtuluş yolcularının umutlarını yıkan, günahsız masum insanların malına, canına kasteden bu meydancılar; kızgın lavlara karışıp cehennemin derinliklerine doğru yol alacaklar!

Hayatta; bazen korktuğumuz şeyler bizim kurtuluşumuz olabilir.
Belki de beklediğimiz her neyse, korkularımızın ardında gizleniyor olabilir.
Belki de onları bulup çıkarmak için, ihtiyacımız olan biraz cesarettir.
Belki de meydancıların çoğalması bizim hoş görüsüzlüğümüzden kaynaklanıyor olabilir!
Belki de biz göründüğümüz kadar dürüst olmamaktan korkuyoruzdur kim bilir?
İzmir'e gelince beni uyandır demiştim muavine;
"Kalk ağbi İzmir'e geldik" dedi genç muavin!!!
Devam edecek...

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 04-10-2010, 15:34   #7
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi 6-7


resim:wwwdostlukbizde.net

İzmir'de kına gecesi
"Haydi, Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı; Dinsin artık bu kalp ağrısı. Şu ağacın gölgesinde olsun; tam kenarında havuzun." Böyle diyor Cahit Sıtkı Tarancı. Biz de bir akşamüstü, apartmanın en son katında balkonda, üfür üfür esen rüzgârın kucağındayız. Çilingir soframız da, karpuzundan, kavununa beyaz peynirinden, domatesine, leblebisinden bademine, beyin salatasından karidesine, yoğurdu cacığı, piyazına, zeytinyağlı dolmalarından sarmalarına kadar, yok yok.

Bu gece.
Hem eğlence var,
Hem gözyaşı!
Bu kaos içinde
Bir yer bul kendine.
Sıkıntıdan ister ye,
İstersen iç,
İstersen kına yak!
Eğlen.
Bak keyfine.

Karşı yakadan beri yakaya kadar ışıl ışıl oldu her yer.
Daha erkenden, elleriyle dizlerine basa basa yokuş yukarı kadife kaleye doğru tırmanan insanlar gördüm! Tek başına, İkili, üçlü, dörtlü ve daha fazla gruplar halinde. Bunlar evlerine giden insanlar mı? Yoksa İzmir’i kaleden seyretmek isteyenler mi bilemiyorum.

Sahte haykırışları, feryadı figanları sizde benim gibi duyuyor musunuz? Sanmayın bir arbede var caddelerde, sokaklarda. Bu feryadı figanlar can havli ile bağırış ve yakarışlar lunaparktan geliyor!

Pervane gibi dönen salıncakların ve hızlı trenin, insan üzerindeki etkisini, insanın da ona olan garip tepkisini, ben çok iyi bilirim çok!

Kelli felli erkek gibi yaslamıştık sırtımızı trenin arkalığına. Korkuyla yüzleşmek; o ne acı tecrübe öyle! Bir daha trene binmek ha? Vallahi tövbe. Beş dakika sonra ne erkeklik kalmıştı serde ne bir güzellik, feri gitmiş yüzlerimizin! Bir tek istifra torbaları kalmıştı elimizde. Bir bankta oturmuş, dakikalar sonra ancak durabilmiştik ayakta. Sonra? Saatlerce bakıp bakıp gülmüştük birbirimize. "Sen daha çok bağırdın" diye, üç arkadaş birden yüklenmiştik kulakları çınlasın, Meloşa.( kimbilir nerdedir şimdi yine öyle çılgın mıdır? Hızlı trenlere, salıncaklara biner mi bilmem)
Fuarın içinden gelen hızlı tren zedelerin haykırışları, bizi tedirgin etse bile, bunların geçici korkular olduğunu biliyordum artık. Bu sesleri duydukça, Meloş geliyor aklıma ve her ne hikmetse oturduğumuz balkonun demir korkulukları olduğu halde, yere düşecekmiş gibi oluyorum! "İyisi mi oğlum, otur oturduğun yerde" diyorum.

"Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce. Bas kırbacı sihirli seccadeye, Göster hükmettiğini mesafeye Ve zamana.
Katıp tozu dumana, Var git, Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'ta; Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan." Diyor devamında Cahit Sıtkı Tarancı.

İçeriden hoş geldiniz sesleri geldi kulağıma
Ne yalan söyleyeyim, zor geldi oturduğum yerden kalkmak.
Hoş bende misafir değil miyim burada?
Zaten ne geleni tanırım ne de gideni!
Doğrusu hiç te merak etmem, kim olursa olsun bana ne?
Limonata bardağına yarıya kadar rakı, sonrasına biraz su doldurdum.
Üzerine de buzluktan bir kare buz koydum.
Arkama bir yastık. Ayaklarımı da, duvarın üstüne koydum.
Ellerimi başımın arkasında, ensemde kenetleyip;
Bir lahza olsun, kayan yıldız da kayboldum.

“Orhan veli'nin eskiler alıyorum” şiirinde
.... "Şiir yazıyorum-
Şiir yazıp eskiler alıyorum-
Eskiler verip musikiler alıyorum-
Bir de rakı şişesinde balık olsam" diyor.

Şairin bu dizeleri geçerken aklımdan ben;
Balık mı, yoksa kuş mu olmalı diye karar veremiyorum!
İçeriden kora eşliğinde;

"Yüksek yükseeeeek, tepeelereeee ev kurmasııınlaaar-
Aaaaş-rı aşrı mem-le-ke-te kız ver-me-siiiinler
Anne-si-niiiin bir ta-ne-siniii hor görmesinleeeeer
Uçanda kuşlara..... maaalum olsun.
Ben annemi özle-diiim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özle-diim."

Adettendir, bilirim;
Avucuna para koyarlar
Üstüne kınayı basarlar
Ellerini ayaklarını bağlayıp bir çaputa
Ağlamaya bırakırlar.

İçerde gelin ağlar mı bilmem ama ben ağlamaya çoktan başladım
İzmir'de bazı kına gecesi merasimlerinin sonunda eğlence bitimi, şarkı türkü eşliğinde insanlar arabalara doluşur, gelinin kınalı ellerini denizde yıkattırırlarmış. ( sünnet çocuklarına da aynı şey yapılıyormuş) Allah'tan, böyle bir olayı burada yapmadılar zira ben kesin denize düşerdim.

İçki bu, şişede durduğu gibi durmuyor!


....

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 04-10-2010, 15:36   #8
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Smile


resim :internet
İzmir-Bornova:
Tabuları yıkacağım... Her karşıma çıkanla sevgili değil, bazen arkadaş olup dost kalacağım!
Henüz insanlar düğünün yapılacağı, Bornova park’ına yeni yeni gelmeye başlamışlardı.

Benim de düğün başlamadan bir iki kadeh bir şeyler içmem gerekiyordu.
Birçok insan gibi bende içkinin verdiği cesaret ile ancak çıkıp oynayabilir, dünyayı umursamaz bir görüntü çizebilirdim.

Bütün gece püfür püfür esen rüzgârın önünde o dağ senin, bu dağ benim uçup durduk! Balkon sefasından sonra misafirler giderlerken içlerinden balkonda muhabbet ettiğimiz güzel bir kızcağız ( Afrodit'in küçüğü) onca insan içinde boynuma sarılarak, yanaklarımdan şapır şupur öpüp iyi geceler deyince ben dakikalarca kendime gelemedim. Bir süre sonra kendi kendime ” vay bee bu İzmir ne güzel yermiş! İnsanları ne kadar cana yakınmış” dedim.
Dedim ama abayı da yaktım.
Bana sabah olmak bilmedi!
Sabah oldu,
Akşam olmak bilmedi.

Akşam olmak üzere, dün gece yaşadıklarım hayal mi gerçek mi bilemiyorum ve benim kalbimin atışları içimdeki düğünü çok önceden başlatmıştı. Heyecan dorukta kıvranıyorum...

Parkın karşısındaki meyhaneyi gözüme kestirdim.
Vardım geldim eşiğine
İçeri baktım bir deli âşık gibi!
Verdim selamı girdim içine.
Boş masası olmayan bir yerdi,
Garson, hoş geldin dedi...
Koca masada tek başına oturan,
Birinin yanında yer gösterdi
Benim gibi yalnız,
Adı “Hüseyin” soyadını söylemedi.
Uşaklıymış kendisi.
Banka da müdür yardımcısıymış ne,
Onun da bilmem ne derdi varmış.
Kadehler doldu, boşaldı.
Hüseyin ağbi 45 yaşında. Ben, yirmi beş;
Dertlerimiz birbirine benzemese de olduk kardeş!
Dert, dert değilmidir? Sonuçta.
Ben, anlatırken bulutları aşkı, uçmaktan filan...
O evden, işten, geçim derdinden çocuklardan bahsederdi.
Ben ona vah vah, tüh tüh, hadi ya deme ya derken;
Benim aklım hep balkonda olurdu!
O bana vah vah, tüh tüh, hadi yağ, deme yağ derken;
Onun aklı da hep müdürlükteydi!

Yeğenim geldi "Dayı nerdesin sen yahu, düğün başladı takı bitti millet seni soruyor" dedi...

—Masada otururken bir şey yok, ayağa kalkınca neden herkes dönüyor?
Otursanız ya kardeşim yerinize dedim...
"Dayı herkes oturuyor dönen sensin" dedi yeğenim.

Hüseyin ağabey ile kan ki olmuş zor kopmuştuk birbirimizden. Dışarı çıktığımda;
Bir başka âşık gördüm. Elinde bir demet gül sevgilisini bekleyen, Bornova parkında.
Soyadı "Özkan"mı ne öyle bir şey! Saatlerdir elinde bir demet gül başında sevda yelleri esiyor.
O benden önce almış mazotu ayakta zor duruyor. Aşk adamı işte ööyle rezil de eder bööyle ben gibi vezir de! He he he, kolay gelsin sevgili Özkan... Bakın bakın belki buralardadır hi hi hi.

Ben içkiyi içince ya ağlama moduna girer, Ferdiye takılırım. Ya gülme moduna girer, her şeyi alay'a alırım. ( tabi o zamanlar)
"Dayııı... Bak üç oldu ayağıma basıyorsun. Sen kendi önüne baksana yahu, sana ne elin adamından"...

Yeğende de dil pabuç kadar maşallah! Ben misafir olmasam ne yapacağımı bilirim ya neyse.

Elimi yüzümü yıkamış azıcık kendime çeki düzen verip ayakta durmayı da başardıktan sonra gelin ve damadın yanına gidip onları tebrik ettim ve takılarını taktım.

Gücü kuvveti yerinde olan, cebinde parası ve aynı zamanda karizması olan biri olarak!
Kendime oturmak için bir yer bulmaya çalışırken önümdeki masa ve sandalyeler kendiliğinden sağa sola uçuşarak bana yol açıyorlardı. "Uleyn bu İzmir'in sandalyeleri bile akıllı be!" diyerek, nihayetinde kendime oturacak bir yer buldum.

Her yer karanlık;
Sadece pist'in ışıkları açık, gelin ve damat Samanyolu'nda dans ediyorlar.
Daha sonra diğer genç çiftler onlara eşlik ediyorlar. Bazıları kız kıza dans ederken
Bu kızların gözleri kenardaki genç delikanlıları süzüyor ve ilk hamlede çağrıyı verecekler izlenimi gözden kaçmıyor.
Nihayet akşamki küçük Afrodit ile göz göze geliyorum, aramızda üç beş metre var. Bana
"hadi gel, dans edelim" diyor. Aramızda sandalye masalar olmasa beni yaka paça alacağına adım gibi eminim.
Kendi kendime, yahu bu kızın aklından zorumu var acaba diyorum? Ama ufak yollu hakkında araştırma yapmıştım. Akşam o öpücüklerden sonra. Kendisinin, bilmem ne üniversitesinde son sınıf öğrencisi olduğunu öğrendim.
Hem kültürlü, hem güzel, hem çok cana yakın ve samimi. Bu İzmir ne güzel bir yer be! Keşke burada yaşıyor olsam.

Derken gaipten sesler geliyor kulağıma "Talipçiğim kendine gel”
(Bu arada benim düğünüme, daha beş sene var. Hanımla henüz tanışmıyoruz)
Başımı kazara sol yanıma çevirdim bizim akraba; gelinin annesi "ne üzüyorsun kızı, kalksana " der gibi, bana sert bir bakış attı kaşlarını çattı mm!
Eh benden günah gitti savulun sandalyeler masalar ben geliyorum. Efendim itiraf ediyorum bu ana kadar yaptığım dans bir elin parmaklarını geçmez. Bu kadar sosyallik beni bozar, benim kültürümde erkek kız arkadaşlığı diye bir şey olmaz erkek ve kız bir arada ise onlar mutlaka sevgilidirler! Benim yaşadığım çevrede, hep bu gözle bakılmıştır. "Cahillik zor şey canım". Yakışıklılıkta öyle! Kurtulamıyorum elektriklenmelerden. Jeneratör gibi adamım vesselam. (Geçen beni bir trakunya çarptı çarptığına pişman oldu! Sonuç itibari ile kendi mevta oldu.)

Ben bu tabuları yıkmaya karar verdim. Ben bu gece duygusal takılmayacağım durduk yerde âşık olup Ferdi ağabeyimle birlikte ağlamayacağım. Bu gece dostluğun arkadaşlığın ne olduğunu yaşayacağım kendimi sıkmadan, kasmadan eğleneceğim.
Güzel Afrodit! "Gene Kelly" gibi kollarını açmış, "Frank Sinatra"sını yani beni bekliyordu.
Sandalye ve masaların üzerinden adeta uçarak "kelly" ile kuğu gibi bulutlarda süzülmeye başladık. Ritim hızlandıkça bizde hızlandık. Topuk seslerini duyuyor musunuz? "taka da tuka" ya müziğe eşlik eden kalabalığın sesini, alkışlarını? Bu gece felekten çalınan zamanı yaşıyoruz. Yarın geçmiş hatırlanmayacak kadar eskimiş olacak. Belki bu birlikteliğin son dakikaları; deniz altında mahsur kalan askerlerin son isteği sigara içmek kadar anlamlı olacak. Belki, bulutların üzerinde eşi Dione'siyle sarmaş dolaş olan Zeus, Son Tangomuzu seyrediyordur kim bilir, müzik bitince Afrodit'i çekip kollarımdan alacak!

*"Dans kendini ifade edişin en çekici yolu ve insan, ancak kendisinin olan bir dansla bunu yapabiliyor.
Tango ile insan kendi vurgusunu, kendi sesini, kendi ritmini yansıtırken, karşısındakine ait olanı dinleme şansını da buluyor…

Tango mükemmel bir dil ve öğrenen herkese, sunduğu sonsuz seçeneklerle, eşsiz bir iletişim sağlıyor.
Kendiliğinden ve yapanın yarattığı bir dans… Ve çoğu kez hayatın metaforik bir ifadesi… Çok doğal, bazen gerçekliğe bir karşı çıkış veya kendini yeniden gerçekleştirme biçimi.

Hezeyanı, hüznü, bireyselliği, iktidarı, tutkuyu, aşkı, bir olmayı, neşeyi, paylaşmayı, hoşgörüyü, yani hayata dair çok şeyi barındırıyor içinde… Farklılıklara, seçenekliliğe, olasılıklara yer bırakmayan büyük kent yaşamında tutsak olmuş, kendine, en temel, en yerleşik rolüne, cinsel kimliğine dahi yabancılaşmış günümüz insanının isyanı tango…

Öyleyse tango dans etme yeteneğine sahip olanların değil, herkesin dansı.. Tango seyredenin değil, yapanın dansı."
Siz halen tango'yu denemediniz mi? İşte size fırsat, yakında sizde İzmir de olacaksınız. Vurun topuklarınızı yere arkadaşlar! Bedeninizin ve ruhunuzun son tango ile nasıl huzura erdiğine şahit olun.

Sıkıca sarıp sarmaladığım, ellerimin arasından süzülüp giden Afrodit'i, bulutların arasında babası Zeus'un yanında görürseniz, bu blog arkadaşınızın selamını söylemeyi sakın unutmayın...

** MUHABBET OTU YA DA ZAMANIN KÖKÜ
Karanlık bir oturma odasında;
yanan bir mumun önünde birbirimize bakıyoruz,
sessizlikte ve dönüştürülme meydana gelir.
Bir sinemadaki yüzler gibi, birbirinden farklı devirlerden ortaya çıkan
birbirleriyle tanışmaları bir an için nasip olan.

Bir metre uzaklaşırken kendimizi bir yüzyıl öncesine oturturuz.
İki metre uzaklaşırken, iki yüz yıl öncesine
ve değişir yüzlerimiz.

Güzel kokuların rehberliğiyle yolculuk yaparız,
çocukluk Orta Çağlara benzer.
Oturma odasının uzak uçları, tarih öncesine
ve eğrelti otları filiz verir siluetlerden,

yüzyıllarca yıllık adımlar va bakışlar
çok yakımızda bir bebeği fark ederiz

şimdiki zaman bir kucaklaşmadır. Alevin önünde söndüğü zaman
bizi keşmekeşine daldıracak birbirini görmemenin...

•*wwwtangoturk.com
** Luis Eduardo Rendón
Çeviren: Vehbi Taşar
•Derleyen ve Kurgulayan: M.Talip Girgin

Devam edecek...

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 30-10-2010, 20:13   #9
Ağaç Dostu
 
aygün's Avatar
 
Giriş Tarihi: 23-10-2009
Şehir: istanbul
Mesajlar: 1,796
Bir solukta okudum Talip Bey. Tebessüm eksilmeyerek yüzümden...

Kutluyorum....

aygün Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 30-10-2010, 21:08   #10
Kaybettik, Allah rahmet eylesin
 
Hhatice's Avatar
 
Giriş Tarihi: 15-12-2006
Şehir: Tekirdağ
Mesajlar: 2,876
Galeri: 2
Devam edecek...
Demişsiniz . Devam etmeli Zevkle ,tebessümle,merakla okudum .Ellerinize sağlık tebrik ederim . Dilini ,anlatımını çok beğendim .

Hhatice Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 01:03   #11
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi aygün Mesajı Göster
Bir solukta okudum Talip Bey. Tebessüm eksilmeyerek yüzümden...

Kutluyorum....

Teşekkür ederim efendim sağ olun. Selamlar...

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 01:04   #12
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi Hhatice Mesajı Göster
Devam edecek...
Demişsiniz . Devam etmeli Zevkle ,tebessümle,merakla okudum .Ellerinize sağlık tebrik ederim . Dilini ,anlatımını çok beğendim .

Teşekkür ederim Efendim sağ olun Selamlar...

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 01:06   #13
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi–8


Yaşadığım bir kaç güzel günün ardından, İzmir'in güzelliklerine doyamadan, programıma göre 05.07.1987 tarihinde (saat 13,45) Fethiye'ye gidecek olan otobüse binerek İzmir'den ayrıldım.
Yıl boyunca 49 ülkeden 1,5 milyon insanın ziyaret ettiği, 8000 yıllık bir tarihe sahip, Selçuk’tan geçerken, Artemis Tapınağı'nın duvarlarında, Mısır kraliçesi Cleopatra’nın siluetini görür gibi oldum. Ruhunun, halen bu güzelliklerin üzerinde dolaştığını ve burada yaşayan insanlara karşı hasetlendiğini hissediyorum!
Tapınağın bir başka köşesinde ise, sizde benim gibi Artemis’i, sevgilisi Orion için, yas tutarken hayal edebilirsiniz. Orion’un hazin sonunu öğrendiğinizde sizde, (sevdiğine kavuşamayanlar) Artemis’in üzüntüsüne ortak olabilirsiniz!
Yakın tarihteki demirci Vasil ve Demirci Yogi’nin, kaba bir demiri sanata dönüştürme eylemlerinde, çelik örs üzerindeki kızgın demire indirdikleri çekiç darbelerinden çıkan seslere kulak vererek! Athena’nın mirası! Zeytin ve incir ağaçları arasından da geçerek, Ortaklar’a girdik.
Ortaklar, bu yolculuğum içinde gördüğüm en güzel yerleşim bölgelerindendir.
Binlerce yıllık tarihe sahip! Efeler diyarı Aydın’a geldiğimizde; çarşı meydanında Kızanların zeybekliğe geçiş törenini izledim! Sessizce, hiç konuşmadan...
— Bu koca dağların sahibi kim?
— Erimiz!
— Yiğidi kim?
— Efemiz!
— Yiğit kime derler?
— Sözünde durana, efesiyle ölene!
— Korkak kime derler?
— Sözünden dönüp, aman diyene!
— Var yemezlere acımalı mı? Dayak mı haktır?
— Dayak haktır!
— Susuz derelerde kavak biter mi?
— Bitmez!
— Bitkisiz diyarlarda duman tüter mi?
— Tütmez!
— Âdem kuşağına bel bağlanır mı?
— Bağlanırsa ağlanır.
— Yiğitlerde ne yoktur?
— Merhamet yoktur.
— Şeytan’a bel bağlanır’mı?
— Yardımcımızdır bağlanır!
— Sözünde durmayan kahpe bacının kızanı olsun mu?
— Olsun.
— Şu dualı yatağan böğrüne batsın mı?
— Batsın.
— Doğru söylediğine Nasuh tövbesi olsun mu?
— Olsun.
—......!
Yer yer küçük şelalelerin ve akıntının önündeki avını yakalamak için, küçük anafor kıyılarında pusu kuran alabalıkların gazabından kurtulmuş, yemlik bir dere balığı sevinciyle! Kayalıklardan aşağı süzülen dereye paralel, kenardan kenardan, kıvrıla kıvrıla yol alıyoruz.
Rengârenk orman içindeki bitkilere nazire yaparcasına, dere kenarındaki kayalıkların içinden çıkan zakkum çiçeklerinin başrolü aldığı renk cümbüşü içinde yüzüyoruz sanki!
Doğanın ses düzenini bozarak yabani hayatı tedirgin eden, kuşların ve börtü böcek dünyasının panik atak yaşamasına sebep olan otobüsümüz istifini bozmadan yoluna devam etmekte!
Duvarları beyaz badanalı, özgün bacaları ile özel bir mimarisi olan, koruma altına alınmış evleri ile meşhur! Asar dağı eteklerinde kurulup, ovaya doğru yayılan şirin bir ildir... Muğla.
Burayı da kendi güzellikleri içinde bırakıp geçtikten bir süre sonra nihayet Kızılyaka köyü kenarından geçerken muavin beni köye giden şose yolun başında indirdi.
Köy içine doğru yürümeye başladığımda o klasik hayvan sesleri, ağaç kesmek için kullanılan el motoru, traktör sesi, gübre kokusu vs. Kısaca köy olduğunu gösteren tüm emarelerin mevcudiyeti arasında yoluma devam ediyorum.
Köy kahvesinin taş merdivenlerinden yukarı çıkarak, girişin ön balkonundan; asfalt yoldan geçen arabaları ve Şose boyu gelenleri seyreden köylülere “Selamünaleyküm” dedim.
Ege insanın o sıcak, sevecen yapısı hemen kendini göstermişti! Sahiplenen ses tonu ile köylüler, hep bir ağızdan “Aleykümselâm, hoş geldin, hoş geldin” diyerek etrafımı çevirip bana yakınlık gösterdiler. O meraklı gözlerin merakını gidermek için.
Ziyareti sebebimin; asker arkadaşım, Birol’u görmek olduğunu söylediğimde, sanki hepsine misafir gelmişim gibi tek tek yanıma gelerek tokalaştılar.
Bir an için kendimi, kendi köyümde bayram sabahı cami çıkışındaki insanlarla bayramlaşıyorum sandım!
Ağabey diyeceğim yaşta bir yurdum insanı fırlayarak asker arkadaşım Birol’u çağırmaya gitti.
Bu arada bilirsiniz işte, ardı arkası kesilmeyen sorulara muhatap olursunuz bu her yerde böyledir. Ayrıca herkesin ısmarladığı çayı nezaket icabı içmekten çay ağacı oluverirsiniz!
Tabi bu misafirperverliğin, asker arkadaşım Birol’un köy içinde ne kadar sevilip sevilmediğiyle ilgili ve alâkalı olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez.
Örneğin aradığım kişinin köy içindeki itibarına göre insanların ilgi ve alâkası sınırlı olabilir! Kimse bunu buralarda yadırgamaz. İnsanlar nerede olursa olsunlar, itibarlarını korumaları gerekir. Bu ancak, büyüklerini saymak küçüklerini korumak ve dürüst olmak ile sağlanır.
Benim asker arkadaşım Birol’da bu meziyetler fazlasıyla vardı. Öyle olmasa buraya kadar gelinir miydi?
Devam edecek...

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 21:30   #14
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi–9


Resim: İnternet
Günlük ağacı; bir başka ismi ise “Sığla” daha önce bu ağacı hiç görmemiştim. Çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgiye göre, Köyceğiz, Fethiye, Marmaris gibi yakın çevrelerinde yetişen bu ağacın faydaları anlatmakla bitmez! Günlük ağacının, Türkiye’den başka, Rodos, Kaliforniya ve Çin’de yetiştiğini öğrendim. Bu ağacının salgısı, kozmetik sanayinin vazgeçemediği bir hammaddeymiş!
Efendim, kış’ları burada geçirmek için gelen, “Cleopatra” bu ağacın yağını aşk iksiri ve parfüm olarak kullanır, yaz gelince gemisine varil varil doldurur, Mısır’a gidermiş!

Günlük Ağacı’nın yongaları kurutulduktan sonra buhur, tütsü olarak, devamında ise iyi bir antiseptik ve parazitlere etkili olduğu için ilaç olarak ta kullanılıyormuş. Eskiden Mısırlıların bu salgıyı mumyalama işlemleri sırasında kullanırken, günümüzde bu sığla yağının özellikle sabun ve parfümeri endüstrisinde büyük önemi varmış, vs vs.
Cleopatra’nın şehvetinin kaynağı belli olduğuna göre, bu ağaçların nüfusunun
neden bu kadar çabuk yok olduğu da anlaşılıyor! Anlaşılmayan ise bu kadar değerli bir ağaca neden bölgede yeterli ilgi gösterilmediğidir. Yakın il ve ilçelerdeki “kardeş ilkokul, ortaokul, lise” öğrencilerinin diktikleri “sığla ağacı” fideleri, buradaki bu ağaçların geleceği için yeterlimidir? Bu ayrı bir tartışma konusu olsa gerek.
06.07.1987: Efendim bugünkü yolculuğumuz asker arkadaşım Birol, onun arkadaşları Ali ve Alirıza ile. (Ali arkadaşımız bizden bir veya iki yaş küçük, Alirıza ise bizden beş altı yaş büyük) Alirıza’nın Renault steyşın arabası ile Marmaris’e doğru gitmekteyiz.
Şirinköy’den sonra, Akçapınar’a yaklaştığımızda tünel şeklindeki yolun her iki tarafında uzanan okaliptüs ağaçları bu köyün en önemli özelliği olmuş. Akçapınar, adını buradaki bir pınardan almış...(Buraya daha sonra tekrar döneceğim) Portakal bahçeleriyle donanmış, Gökçe köyünden bir yudum güzellik! Tadarak yola devam ettik.
Marmaris: “Dünya’da eşi sadece Kaliforniya’da olduğu söylenen “Günlük ormanı” bu ilçededir! Civardaki adalardan gelen turistlerin konakladığı, her yanı deniz, yeşillik ve kumsallar ile örtülüdür. Sahillerinde laos, mercan, barbunya, lüfer ve trança balığı avlanır. Kara avcılığı ise tavşan, dağ keçisi, ayı, keklik ve çeşitli kuşlar bakımından oldukça zengin bir ilçemiz.”

Herhangi bir yerde oturmadan, evvela, Marmaris’in içinde, bembeyaz badanalı ve feslihan kokulu mavi pencereli evlerin arasında dolaştık. Resimler çekildik. Bar, disko ve restoranların arasından geçerek yat limanı rıhtımında turistlerin bol olduğu, ismini hatırlamadığım mekânda bambu sandalyelere oturarak, buz gibi biramızı içtik.
Daha sonra İçmelerde denize girdik o incecik kum sahilde yürüdük, resim çekildik. Etrafa bakıyordum da, her yer kartpostal kadar güzeldi. Buraların tek kusuru bana göre, hiç alışık olmadığım kadar sıcak olmasıydı. Dönüşte hafızam beni yanıltmıyorsa Marmaris’e girmeden sol tarafta bir lunapark vardı.
Biz hemen o muhteşem kalabalığın içine daldık!
Efendim lunapark’ı bilirsiniz işte, çarpışan arabalar, insanı dehşete düşüren salıncaklar, gondollar, halkacılar vs. Birkaç halka atıp iki üç misline aldığımız sigaradan, kazıklanmanın verdiği o derin rahatlama ile! Kızılderili kabile reisleri gibi, kafa kafaya verip ateş çubuklarını ateşledikten sonra, bizi ikide bir yerimizden zıplatan barut kokusuna doğru yürüdük.
Malum, tüfek attırılan çadırları herkes bilir, bir ray üzerine montalanmış demir uçakları tutan kancanın yuvarlak küçük puluna nişan alır tetiği çekersin. O’ pulu vurduğunuz zaman, kanca kurtulur ve demir uçak yerde küçük oyuk içine konulan, barut veya başka bir patlayıcının üzerine düşer ve müthiş bir patlama sesi duyulur.

Elime namlusu düzgün bir tüfek alıp 20 tane uçağın ilkinden vurmaya başladım. Her attığımı vuruyordum. Arka arkaya gelen patlama sesleri, bizi buraya nasıl çektiyse arkamda toplanan seyircileri de öyle çekmişti. Fakat benim, arkamda toplanan kalabalıktan haberim yoktu. Son uçağı da vurduğumda, çoğunluğu yabancı turist olan insanların beni alkışlayıp tebrik etmeleri karşısında heyecanlanmış birazda utanmıştım.
Öyle ki, heyecandan hediyemi almayı bile unuttum!
Hava kararmış, o muhteşem renk ve ışık cümbüşünün yanı sıra, bar, disko ve restoranların müzik ziyafetleri arasından süzülerek, akşam yemeği için (özellikle) Akçapınar’a geldik. Yazımın başlarında, Akçapınara yaklaştığımızda tünel şeklindeki yolun her iki tarafında uzanan okaliptüs ağaçlarının bu köyün en önemli özelliği olduğunu ve Akçapınar adını buradaki bir pınardan aldığını yazmıştım.
*“Akçapınar, göçlerle kurulmuş bir köy olup mazisi derin değildir. Bu nedenle yabancılar yadırganmaz, ancak köyün yeterli arazisi bulunmadığı için gelen yabancılar genelde manzarası ve asudeliğine hayran kalarak gelen maddi durumu belli bir seviyenin üstünde olan kişiler olduklarından yerli halkla aralarında sorun yaşanmamıştır."
**"Okaliptüs Yaprağı: Yüksek ateş, soğuk algınlığı, grip ve boğaz ağrısı, bronşit, astım, akciğer enfeksiyonları, üst solunum yolu hastalıkları, romatizmalı eklemler, nevraljik ağrılar, bakteriyel deri hastalıkları durumlarında başarılı sonuçlar verir. Kullanım biçimleri: Okaliptüs çayı: Bir tatlı kaşığı ince kıyılmış yaprak, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar derecede sıcak suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 15 dakika demlendikten sonra süzülür. Gün boyuna »

Her şeyi ile bereketli bu toprakları keşfettikçe, buralara olan hayranlığım bir o kadar artıyordu. Pınarın üzerinde ki restaurant’ta ızgarada levrek balığı, beraberinde masamızı süsleyen çeşitli salata ve mezeler ile karnımızı doyurduk. Böyle bir akşamda, balık yenir de, en azından bir duble rakı içmeden gitmek olur mu?
Devam edecek...!

Kaynaklar:
* tr.wikipedia.org
** ekoses.com

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 21:31   #15
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
İstanbul-İzmir-Fethiye-Gezi-10


Ölüdeniz Efsanesi
“Ölüdeniz ismini bir Türk efsanesinden alır. Ortaçağda Yunanistan'a gitmekte olan Suriye ve Mısır bandıralı gemiler Ölüdeniz'den geçer ve buradan içme suyu alırlardı. Bir gün yaşlı bir kaptanın yakışıklı oğlu su almak için sahile çıktığında çok güzel bir genç kızla tanışır. İki genç birbirlerine aşık olurlar ve delikanlının gemisi ne zaman buraya gelse buluşurlar.

Bir gün baba-oğul denizde müthiş bir fırtınaya tutulurlar. Yöreyi iyi bilen delikanlı, Ölüdeniz'deki koyun sakin, korunaklı sularına sığınmalarını önerir, ama yaşlı kaptan oğlunun sevgilisini görmek amacıyla gemiyi tehlikeye attığından kuşkulanarak buna karşı çıkar.

Aralarındaki anlaşmazlık şiddetli bir kavgaya dönüşür ve kaptan gemisinin kayalarda parçalanmak üzere olduğunu görünce küreğini oğlunun başına indirip onu denize atar. Koyun sakin suları önünde belirdiğinde artık çok geçtir. Sevgilisinin öldüğünü öğrenen genç kız kendini denize atar ve boğulur. Kıza ve sevgilisine mezar olan koya da Ölüdeniz adı verilir”

Nihayet Ölüdeniz'e geldiğimde, ağaçlık bir alandan içeri girdim. Soyunma kabinlerinin olduğu yerde üzerimi çıkarıp, bu tatil için paraya kıyıp aldığım mayomu giydim. Sanki bütün millet bana bakıyormuş gibi! (Nerde şimdiki bol paça şortlar) Yeni çiftlikte denize giren üçgen vücutlu inşaat işçilerinin kasılması gibi kasıla kasıla, Ölüdeniz'in ölü olmayan tarafından denize girmek için o yöne hareket ettim.

Çıplak ayaklarım kumla buluştuğu anda kızgın yağ’a kırılan yumurta gibi, ayaklarımın altı cozz yaptı! Serde erkeklik var’ya, kimse beni yolumdan döndüremez. Cazır cuzur giderken, daha yolun yarısına gelmeden üçgen vücuttan eser kalmadı! Birden geriye dönüp yandım Allah diyerek tabana kuvvet kabinlerin yanındaki duşların altında soluğu aldım.

Kabinlerin hemen yanında bir tümsek, tümseğin tepesinde tünemiş yarım metre sakallı başında sarık kçn da şalvarı olan, kabin ve duş sorumlusu; duş alan, sarı yağız yabancı turistlere deniz feneri gibi kıpışık gözler ile çakıyor!

—Kolay gelsin amcaaa...
—Sağ ol evlat.

Hemen, markalı beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirip, bu kez tekrar başka taraftan denizin şıpırdayan kenarına kadar geldim. Islak yerde, ıslaklığın bitip kuru yerin başladığı yere büyük bir titizlikle deniz havlumun yanı başına ayakkabılarımı çıkarıp bıraktım.

Şimdi, sıra denize dalış şeklinde. Herkes bana bakıyor ya! Çok fiyakalı bir dalış olmalıydı bu. Tam bu arada, bir Alman turist kızcağız yanı başımdan cumburlop denize atladı.
Mavi yolculuğa çıkmış beyaz bir yat gibi, lacivert suların üstünde süzülüyor.

Serde erkeklik var’ya! On numara bir dalış yaparak, lacivert sularda o bir yat, ben ise kat kat, kaslı vücudum ile nefesini içinde tutmuş balina misali, denizi yara yara hedef açık sular yüzüyorum. Bu arada on numara dalış esnasında göğsüm acı biber gibi yanıyor ya, Allah'tan suyun içinde acısı fazla fark edilmiyor!

Bu milletin' de başka işi yok mu? Hep bana bakıyorlar!
Tuttu mu bende komşumun Arnavut damarı. Ben gider, Germania gider, Germenia gider, ben gider ama nafile, boğulmaya çeyrek kala pes ettim.

Ne olcek anam, bunlar kurbağa gibi sudan çıkmıyorlar. Güya biz tatile gidiyoruz pöh, denize girmeden tatilimin bittiğini çoook bilirim!

Aklım bir karış havada, nefesimi de tutmuşum bir ara durup gözümü açtım. Nefesimi verip taze hava depolayacağım'ya, gözüm suyun rengine ilişti. Lacivert sular olmuş, kap kara! Ben de bir panik, yürü be balina kim tutar seni. Bu kez balıkçı takası gibi suları yara yara karaya geliyorum.

Satmışım anasını, ben canımı yolda bulmadım ya? Germenia’mış, pöh. Karaya çıkar çıkmaz havluya sarıldım, ayakkabılarımı giyip duş'a gittim.

Duştan sonra üzerime fileli tişörtümü giyip gözüme güneş gözlüklerimi taktım. On numara fiyakayla ortadaki büfeye soğuk bir şeyler içmeye gittim. Giderken kendimi bostan tarlasında bostan korkuluğuna benzettim!

Boynumdaki çıkıdan akçeleri çıkarıp masaya dizdim. Çek oradan bir duble viski! Aha o da nereden çıktı. Pardon kardeş dilim sürçtü ayran istemiştim.

Deniz karnımı acıktırmıştı herkes gibi bende büfede bir şeyler atıştırıp sonra; Türk sinemasının içinden, Cannes film festivalinin seyircileri arasından, Rio karnavalının tam ortasından, Fethiye ye doğru uzadım!

Fethiye’nin liman iskelesinde bir süre dolaştıktan sonra, beni evime götürecek otobüse saat 18.00 gibi, bindim. Elimde bilet, koltuk numaralarına baka baka gidiyorum.

O da ne? Benim yerime bir turist oturmuş. Kabalık olmasın diye rahatını bozmak istemedim. Otururken, birbirimize hafif gülümseyerek karşılıklı tebessüm ettik.

Merhaba,
- Hello…
- I am Talip
- Tuwlip! (lale)
Yok, mor menekşe, daha neler.
-Ta-lip
-Talip!
- Yes..! What is your name?
- I am Tom Bentley - Fisher (!)
- Nice to meet you
-Tom: Me too (bende)
- How are you?
-Tom: I am very well. And you?
- I am fine thanks. Where are you from?
- Tom: I am from Kanada. And you?
- I am from İstanbul.

(İnşallah doğru yazmışımdır)-)

Sevgili Tom, yolculuk nere?
Padişah ziyareti! (Topkapı sarayı)

Devam edecek…

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 21:32   #16
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Fethiye, İst. Yol arkadaşım–11


“Adam kalkmış Kanada’dan, İngiltere’ye gelmiş. Oradan İzmir’e inmiş. İzmir’den otobüse atlayıp öğleden evvel Ölüdenize’gelmiş. Biraz yüzdükten sonra, vurmuş kafayı lacivert suların etekleri dibindeki çam ağaçlığın içinde, birkaç saat uyumuş. Şimdi beraber bir gece yolculuk yapıp İstanbul’a gideceğiz. Sonra, Topkapı sarayını vs yerleri gezip, bir akşam İstanbul’da kaldıktan sonra tekrar İzmir’e dönecek. Tekrar uçağa binip İngiltere ve oradan da, tekrar Kanada’ya gidecek. Hem de bunu 21 yıl önceki iletişim, ulaşım ve teknoloji ile yapıyor!” Demek ki üç gün için dünyanın öbür ucundan bile gelinebiliniyormuş?
Tom Bentley Fişher ile tanışmamız bir önceki yazımdaki kadar kolay olmadı elbette!
Onunla anlaşana kadar göbeğim çatladı. Benim İngilizcem ile onun Türkçesi, otobüs içi meydan muharebesine dönmüştü; yanlış anlaşılma yüzünden bu muhabbetin sonunun, karakolda bitme ihtimali bile vardı.
Ben kendisine tarzanca el kol hareketleri ile destekli bir soru soruyorum, o’ bana, on beş tana sıralıyor. Dur kardeşim bir dakika acelen ne?

Utandım, kızardım, bozardım yanımızda bana yardım edecek, İngilizce bilen bir Allahın kulu yok. Hoş o’da Türkçe bilmiyor ya, neden utanan ben oluyorum onu da anlamış değilim!
Yok, adam biraz geçimsiz biri olsa ve ben ondan rahatsız olsam! Yerimden kaldırıp, cama kafayı yaslayıp, arkamı dönüp uyuyacağım, adam meraklı ve samimi, kıramıyorum kardeşim misafir.
Baktım etrafta bizi seyreden kimse yok. El, kol hareketleri ile birazda alaylı bende ona aklıma gelen sorularımı sıraladım, anlamıyor ki! Nasılsa son durakta birbirimize arkamızı dönüp gideceğiz.
Ontario kurtlarını! “Kaptan Swing, Mister Blöf, Gamlı baykuş ve puik'i sordum. Texas, Profesör ve Rudiyi sordum. Tommiks’i Doktoru ve kanyakçıyı sordum. Niagara şelalesini sordum.
Büyük şef “kırmızı bulut”un bir sözü geldi aklıma; “Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir teki dışında tutmadılar; topraklarımızı alacaklarımızı söylediler ve aldılar.” Bu arkadaşın ataları mı, yapmıştı bu kalleşliği? O, Kırmızı bulutun torunlarını sordum ona!
Kuzey batı geçidini, Eskimo’ları, kardan buzdan evleri, buzlar altındaki koca balıkları fok ve balinaların katillerini sordum ona.
Küçükken Texas, Tommiks, Kaptan Siwing, Zagor, Kızıl maske vs, çok okurdum.
Kahramanlar genellikle, Kızılderilileri çok bol bulduklarından olsa gerek! Üçünü beşini bir arada birden katlederler ve bizde bunlardan büyük bir haz alırdık. Şimdi sevmiyorum artık o kızılderilileri katledenleri!
Aldatıldığımızı anladığımda bu soluk benizlilere hiç güvenim kalmamıştı. Sevgimde...
O da bana Osmanlı padişahlarını sordu! Osman Gaziyi, Yıldırım Beyazıt’ı, Fatih Sultan Mehmet’i, Kanuni Sultan Süleyman’ı vs. Neyin peşindedir bilmiyorum ama hiçte kolay biri değildi.
O zamanlar otobüste sigara içmek serbest tabi. Cebimden marlboro’yu çıkarttım ve Tom’a uzattım, O’ cebinden uzun samsun’u çıkarttı, bana uzattı. (Tersliğe bakın, birbirimizi işgal etmişiz bile-))
Sağ elimi kalbimin üstüne getirerek, sol elimle paketi uzatırken, başımı da emme basma su tulumbası gibi bir aşağı bir yukarı sallıyordum. "al al, hadi utanma"
Buraya kadar, her şey güzel. Tom, benim uzattığım sigaradan bir tane aldı ve ağzına götürdü şak diye çakmağı çaktım ve ona uzattım.
Tom bana, “sen yak” der gibi elimi geri itti, yok canım olur mu öyle şey, “önce sen” ısrarlarıma dayanamayıp sigarasını yaktı.
Efendim Tom bana öyle güzel özetledi ki durumunu; Ben İngilizce bilmem. O’da Türkçe ne de güzel anlaşmışız!
Bize yardımcı, elimizde sadece kâğıt ve kalem vardı.
Kanada’dan, İngiltere’ye oradan İzmir’e, uçakla gelmiş, oradan Fethiye Ölüdeniz’e, bu sabah otobüsle gelip Ölüdeniz vs gezdikten sonra, buradan İstanbul’a giderek, Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Kapalıçarşı, Beyazıt’ı gezecek ve bir gece kaldıktan sonra, tekrar İzmir’e dönüp oradan İngiltere’ye, oradan da Kanada’ya evine gidecekmiş.
Mesleği Tiyatrocu, gitarist, piyanist, yazar birde konser şefi imiş. Pöh pöh kaldı mı başka? Yanında çalışanlarının bana resimlerini gösterdi. Kıyafetine bakınca sanki hepsi palavra gibi geliyor!

Şimdi bunu yazarken bizim baterist geldi aklıma; hem Fenerbahçeli, hem baterist, hem gitarist, hem darbükatör, hem balıkçı hem Aşk ve evlilik konusunda uzman, hem, hem, hem yahu hangisini sayayım on parmağında on marifet maşallah benden de fazla birader.

Boğazda oturuyor bir balık resmi görmedik! Ben her gün boğazda cirit atıyorum bir davul sesi duymadım. Sanki bana, hepsi balon gibi geliyor ya hadi hayırlısı-)
Mola verilince:
Bir şeyler yemek için lokantaya girdik. Hafif şeylerle geçiştirdik. Yanımda Tom olmasa, bu kadar yemekle kalır mıydım bilemiyorum. Ben aç kalırken adam formunu koruyormuş birader, olacak iş değil. Bak, bu adam Ali Gülcü ile benim bir sabah kahvaltımı görse, hele hele Ali'nin, seyrederken boğulur vallahi) Az önce anlattığım sigara muhabbeti hep aynı şekilde sürüyordu, ben, hep aynı misafirperverliği en uç noktaya kadar sürdürdüm.
Nasıl ki Marmaris’teki dostlarım bana, bir kuruş harcatmadılar ise, bende Tom’a İstanbul’a kadar bir kuruş harcatmadım. Gak deyince su, kahve vs. Gık deyince yemek ısmarladım. Adam misafir kardeşim yakışır mı biz misafirperver Türklere?
Mola’da içtiğimiz sigara yetmemiş gibi mola’dan sonra hareket edişimizin ilk kilometrelerinde yine sigara yakacağız, bu kez Tom samsunu gözüme dayadı, aslında sigara içmiyordum iş olsun diye yanıma almıştım o günlerde modaydı bu!
Bende Tom’u kırmayarak bir sigarasını aldım.
Heyecanlı ve titrek ellerle kibriti çaktı; işte bu çok fazla, hem sigara hem ateş aynı kişiden olmaz. Kendime yediremem!
“Önce sen” diye adama tutturdum. Ben ona doğru elini ittiriyorum, o bana doğru diğer elinle destek alarak, ateşi ittiriyor.
Sen bana, ben sana derken; Tom’un eli yanmak üzereyken, kibriti yere atmak zorunda kaldı! Kibrit yerde halen yanıyordu az daha otobüsü yakacaktık.
Bu dakikada, Tom’un suratı bir asıldı, bir asıldı ki, al mektuplarını ver mektuplarımı!
“Öküz öldü ortaklık bitti” hesabı...
“Bu aşk burada biter” den, bin beter bir hal var ortada!
Şimdi ben bu durumu nasıl izah edeceğim? Bir elinde sigarası, diğer elinde kibriti, surat bir karış, başını soluna çevirmiş dışarıyı seyrediyor bizimki.
Sigarayı ağzıma koydum, sol elimle onun sağ eline vurdum. “Yak” dedim, gözlerinin içini sevinç kapladı! Kibriti çaktı, sigaramı yaktı. Bende aynı elimle onun sağ eline “tık tık” vurup başımı hafif sağa doğru eğerek, sağ elimi de kalbime götürerek eyvallah dedim! Ooooh be, her şey eski haline döndü.
Devam edecek…

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 21:34   #17
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Ege Gezisi - 12


On beş- on altı saat yolculuktan sonra, sabahleyin Saat 10–00 suları Topkapı’ya geldik. Tom ile bu süre zarfında kanki olmuştum! Mahalleden arkadaşlarım, Sebo, Ramazan, Arif, Yaşar ve Metin kadar samimiydik. Top oynarken, topaç çevirirken; Şahin ağabeyin kazara camını kırıp kaçarken sanki hep yanımızdaymış gibi; bu kısacık zamanda nerdeyse az daha akraba olacakmışız da, haberim yok!
İkimizin de gözünde gözlükler, omzumuzda spor çantalar, üzerimizde spor kıyafetler ile birbirimizin omuzlarına ellerimizi atarak, ilk defa köyden şehre inmiş, birbirini kaybetmekten korkan iki arkadaş gibi! Anadolu garından çıkmaya çalışıyoruz.
Topkapı’dan çıkana kadar, uyduruktan parfüm vs satmak isteyen yurdumun ayak üstü, adam çarpan pazarlamacılarına karşı, bazen ikimiz Türk gibi, bazen de ikimiz yabancı bir turistmiş gibi davranıyorduk! Vallahi iyi de eğleniyorduk. Bizim ülkemizde turist olmak ne kadar zormuş bunu daha iyi anlamıştım.
Tam bu arada arkamdan biri bana seslendi “Tal****p” hayırdır inşallah; Tom ile birlikte 180 derece geri döndük.
Sanırım ismi Yalçın’dı kendisini STFA da çalışırken tanımıştım. Fazla cıvık biri olduğu için onu sepetlemişlerdi.
Vallahi kasılmak gibi olmasın bende bu şirketin önemli bir adamıydım. Sağ olsun Özgün beyin çalışan adama verdiği destek ve emniyet sayesinde olmuştu bütün bunlar. Defalarca denenerek, şirkete faydalı olduğu tescil edilmiş biri olarak, benden başka kaç kişi işlerin en sık olduğu temmuz ayında tatil için izin alabilirdi ki?
Ölüm kalım mevzuu dışında büyük patron bile izine çıkamazdı! Bu şirket inşaat şirketi olduğu için izinler kışın verilirdi.
Dolayısı ile ben yüz adet iş makinesinin çalışma saatlerini aklımda tutmanın mükafatını almıştım!
Her neyse konuyu dağıtmayalım. Yalçın kardeş aynı sulu davranışlarını yeni işinde de sürdürüyordu. Ayak üstü kısa bir sohbete koyulduk. Tom’un yabancı olduğunu öğrendiğinde bana “ooo hadi, iyisin iyisin, bulmuşsun bir kaz ye babam ye!” demez mi?
Hadi buyurun, cenaze namazına! Ben şimdi kendimi nasıl ifade edeceğim? Tom da, bu gerzeğin iyi bir şey anlattığını sanarak ona gülücük atıyor.
Kendimi hemen toparlayıp Yalçın’a; Tom’un iş adamı olduğunu beni çok sevdiğini birlikte Kanada’ya gideceğimizi ve bana şirketinde iş vereceğini, ayrıca bir hafta veya on gün içinde daha on kişi götürmek istediğini “Mahalleden iki, şirketten üç arkadaşın da bizimle geleceğini fakat daha beş kişi bulmamız gerektiğini söyleyince; Yalçın hemen atladı “bende geleyim”!
Hemen geri kalan beş kişiyi buldu(!) amca oğlu, dayı oğlu vs. Tom’a döndüm. Yalçını göstererek, bu da geliyor diyerek elimi kaldırarak çak pozisyonu aldım. Tom ooyeeeh diyerek karşılık verdi. Tom kurulmuş saat gibi Fethiye’den gelene kadar onunla en az yüz kere çak yaptığımız için, elimi havaya her kaldırdığımda o, ne yapacağımı anlıyordu artık!
Yalçın; sakata gelmeyiz değil mi? Diye sorduğunda “saçmalama, ben araştırmadan hiç şirketten ayrılır mıyım” dedim.
Kendisine hazırlaması için gerekli evrakların listesini yazdırdım. Üç gün sonra Çatalca’da şirket kapısında sabah saat on’da buluşuruz diyerek oradan arkamıza bakmadan uzaklaştık.
Aksaray’da, otel “Bern” de, Tom için iki yataklı bir oda tuttum.
Bütün gece yabancı dil çalıştığımız için! Hiç uyumamıştık. Duş alıp iki saat kadar kestirdik.
Daha sonra;
Aksaray’da, laleli yokuşu başındaki bir lokantada yemek yedik. Benim de turist olduğumu düşünen lokanta çalışanlarının fahiş fiyatına karşı çıktığımda “pardon yanlışlık olmuş” dediler!
Daha sonra laleli yokuşundan yukarı yürüyerek Beyazıt’a geldik. Sahaflar çarşısında Avni dede’ye “merhaba” dedikten sonra; etrafında bol kedileri olan yaşlı, tespih satan ihtiyarın yanı başından içeri girdik.
Çınar ağaçları altında az küf kokmuş raflardan İngilizce – Türkçe, Türkçe- İngilizce kelime ve hazır cümle çeviri kitabı satın aldım. Bu aşamadan sonra Tom ile iletişim biraz daha kaliteli oldu)
Beyazıt meydanından yürüyerek, Çemberli taştan aşağı, Sultanahmet’e indik.
Topkapı sarayına geldiğimizde bilet fiyatlarındaki çifte standarda halen akıl sır erdiremiyorum. Yerli turist 20 lira yabancı turist 15 lira gibi! Tom’un eline parayı sıkıştırdım ve bileti ona aldırdım.
Bu arada bahçe içinde bir grup yabancı turist bize doğru geliyordu. Fotoğraf makinemi onlara gösterip bizim resmimizi çekmelerini istediğimde; no no deyip çil yavrusu gibi kaçıştılar;
Beni yanlış anlamışlardı. Beni seyyar fotoğrafçılar ile karıştırdılar ve onların resmini çekmek istediğimi sandılar. Sonra makineyi Tom’a vererek bu işi ona havale ettim.
(Yabancı turistleri ne kadar bezdirmişiz bir kez daha anladım, makineyi vereceğim, yerli bir turist o an için maalesef yoktu)
Tom sonunda turistleri ikna etti. Çil yavrusu gibi kaçan turistler birkaç dakika gülme krizinden sonra bizim resmimizi çektiler.
Daha sonra Topkapı sarayı içinde Tom’a Osmanlı padişahlarını ve kılıçlarını gösterdim.
Boğaza kız kulesine bakan yerde resim çekildik.
Buraya gelirken, hani Laleli de yemek yediğimiz yerde fiyatlara itiraz etmiştim;
Burada, Topkapı sarayı içinde boğaza bakan, çoğunluğu yabancı turist olan bir kafe'de ise, o lokantanın kola'ya yazdığı paranın on mislini bizden aldılar. İçime evlat acısı gibi oturmuştu bu hareket.
Şimdi turistler gelmiyormuş daha dün haberlerde duydum. Onlara diyeceğim “Beter olun beterrrrrr” oh be.
Topkapı sarayından çıktıktan sonra Sirkeciyi gezdik. Daha sonra kapalı çarşıyı gezerken şark sofralarından birinin önünde Tom durdu bana “girelim yemek yiyelim” dedi.
Ben kendisine önce cebimi sonra klasik hareketimizi yani elimle gırtlağımı göstererek “ben kesiğim” işareti yaptım.
Ne dediğimi anlamış ve bana gülümsemişti. Kolumdan tutarak beni içeri soktu. Köy ağaları gibi bir köşeye kurulduk.
Vallahi Tom hesabı ödemez ise tatil sonuna kadar kebapçılığı da öğrenme ihtimalim vardı!
“Yemekte neler vardı” diye merak edenlere diyeceğim o ki,”neler yoktu ki?” olacaktır.
Devam edecek…

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 02-11-2010, 21:37   #18
Ağaç Dostu
 
Talip Girgin's Avatar
 
Giriş Tarihi: 18-01-2008
Şehir: Kırklareli
Mesajlar: 218
Gezi: Bölüm- 13 (Final)


Şark sofrası
Bilirsiniz işte önden tulum peyniri, tereyağı, ezme salata, lavaş, çiğköfte vs. Kebaplardan Adana. Alinazik. Beyti, çöp şiş, domateslisi, ezmelisi, fıstıklısı kebaplar. İçecekler ayran. Şalgam, kola vs. Ortaya kocaman bol yapraklı yeşil salata. Tatlılardan önce bol cevizli kabak tatlısı ardından künefe oh anam keyfe bak keyfe! En son üzerine bol köpüklü taze çekilmiş orta şeker kahve.

Kaç saattir buradayız hiç bilmiyorum! Her ikimizin de karnında sanki bir futbol topu varmış gibi oldu. Hani perhiz, hani diyet, ne oldu Tom amca?

Şimdi sıra geldi hesaba, bu göbekle kaçma işi zor! Tom nihayet elini cebine attı. Benim bakmaya bile cesaret edemediğim yemek hesabının üzerine dolarları koydu.

Garsonlara da her birine yüklüce bahşiş verdi. Garsonlar bana Türkçe, ona İngilizce memnuniyetlerini bildirdiler ve bizi kolonya manyağı yaptılar. Bu arada hesabı ne kadar şişirdiler Allah bilir! Bunca olaydan sonra kimseye güvenim kalmamıştı doğrusu.

Kapalı çarşıdan çıktığımızda, karnımızdaki tosuncukları seve seve! Laleli yokuşundan aşağı Aksaray’a otele döndük.
Tom; şu ana kadar kendisiyle ilgilenmemden ve ona arkadaşlık etmemden çok memnun kalmıştı. Daha önce birbirimizin adreslerini almıştık. Beyazıt’tan aldığım Türkçe, İngilizce kullanma kılavuzuna ismimi ve imzamı atarak, içine birde resmimi koyarak ona hediye ettim.

Tom’da, bana; oğlu Gavin ve kızı Miranda’yla birlikte çekildiği bir resmi, arkasına isimleri yazarak, kartvizitinle birlikte vermişti.
Birlikte olduğumuz 24 saat içinde beni defalarca Kanada’ya davet etmişti.
Yarın için onunla tekrar Topkapı da buluşacaktık.
Tom’dan ayrılıp K.çekmeceye evime döndüm.

10.07.1987 sabah erkenden Çatalca’ya şirkete döndüm. Şefim Metin Bey “oo Talip erken dönmüşsün” deyince. Ona avans almaya geldiğimi, tatilimin ikinci bölümü, İğneada da yeniden başlıyor dediğimde; bana sadece gülümsedi.

Topkapı da Tom ile buluşma saati gelmiş ve geçiyordu. Otobüs biletimi aldığım için zamanım kalmamıştı. Tom ile Pamukkale yazıhanesinde saat 12.00 de buluşacaktık 12.35 kadar beklemiştim.
Benim arabam 13.00 de kalkacağı için Trakya oto garına ancak yetişebilmiştim. Tom ile bu şekilde ayrılmış olduk. Aradan 21 yıl geçti bir daha kendisi ile hiç görüşmedim kendisinden hiç haber alamadım.

Sadece o değil tabi Asker arkadaşım Birol öskaya ile de hiç görüşememiştim.

Milliyet blog toplantısı için Ölüdeniz’e gitmeye karar verdiğimizde internetten asker arkadaşım Birol’un köy muhtarına ulaştım ve ondan benim telefonumu asker arkadaşıma vermesini rica etmiştim.

Sağ olsun telefonumu asker arkadaşıma vermiş;
26 Nisan 2008:
Bu akşam saat 20.15 suları bir telefon geldi kim olduğunu tanıyamadım.
— Kimiylen görüşüp durum?
— Kimi aradığınızı söylersen ben de kiminle konuştuğunuzu söyleyeceğim!
— He he he… Beni tanımadın mı leeen?
— Hayır kimsiniz?
— Ben Birol…
-…Birol!
—Ooo asker arkadaşım nasılsın? Sen nerelerdesin? Yahu sana ulaşabilmek için her yere mail attım. Sonunda internetten sizin köyün muhtarına ulaştım ve telefon numaramı bıraktım.
(Gündüz erkenden yaptığım bu eylem aklımdan çıkmış)
—Eee Mümin’de vaadı benim telefonum. Ben onun yanine uğradıydım bir ara senide soruverdim.
(10 yıl kadar önce)

—Evet, bana söyledi (iki sene kadar önce) ama telefonunu bulamadı. Hanımının vefat ettiğini söylemişti Mümin, çok üzüldüm asker arkadaşı başın sağ olsun. Hüseyin ne yapıyor? (Asker arkadaşımın oğlu, biz birlikte asker ocağındayken doğmuştu. Daha sonra 1987 gezimde 2–3 yaşlarındayken görmüştüm.)
Eyii, durup duru ne yapsın.
— Arılar duruyor mu ne iş yapıyorsun?
Yok dumuyor. Hepsi öldü. Birkaç tene kaadı işte ileçlık. İşler kötü esker akideşi eskisi gibi deel gari. Sen ne iş görüyon?
— Vallahi bildiğin gibi demir çelik ferforje kaynak işleri ustalık yani; sen internet nedir bilir misin asker arkadaşı?
— Yok be esker akideşi ben onlardan anlamam bilip durursun, emme sen meraklıydın böyle şeylere bilirim seni.
— Hanım yanı başımda 21 yıl sonra asker arkadaşımla telefondaki konuşmamı nemlenmiş gözleri ile dinliyordu.
Biliyor musun asker arkadaşı? Ben üç hafta sonra Fethiye Ölüdeniz’e geleceğim ve gelmişken fırsat bulursam seninle görüşmek istiyorum. Muhtara da böyle söylemiştim zaten.
— Hıı ne demek! Sen buraya gelip te bana uğramaz isen, o otobüsle beni ezmiş gibi olursun biliyon mu?
-Tamam, asker arkadaşı sana uğrayacağım söz. Görüşürüz.
-Bak bekliyon emme…
Bu vesile ile 21 yıl sonra asker arkadaşımla 19 Mayısta Allah kısmet ederse buluşacağım. Coşkun karabulut beyefendiye, vesile olduğu için, Harun Deniz kardeşime gelmemi çok istediği için ayrıca teşekkür ediyorum.

Yalçın'ı merak edenler! Vallahi ne yapıyor hiç bilmiyorum-)

Not: 21 yıl sonra Tekrar aynı yerlere bu kez eşimle ziyaret ettim. Tam bir hafta Ege’nin güzel bölgelerini gezip 10 GB resim çektim. Deniz ve akarsular, alabalık çiftlikleri, Fethiye, Ölüdeniz, Tlos, Kayaköy, Marmaris ve daha birçok yer. Duygusal sahneler ve yeni insanlar… Kızılyaka köyünün o taş merdivenlerinden çıkıp “Selamünaleyküm” dediğim kahvenin resimleri. Köyün mükemmel çiçek bahçelerini, birbirinden güzel meyvelerini; dostluğu arkadaşlığı, 21 yıl önce İzmir’de düğünü olan akrabamı, Tom Bentley ile tekrar iletişime geçmem, küçük kızının sanatçı olduğunu öğrenmem, Okaliptüs ağaçlarını, günlük ağaçlarını, arıları, keçileri, tavukları, kedileri, köpekleri, çilekleri, isimsiz evliyasını; hepsi yaşandı kopyalandı, dosyalandı 21 yıl öncesinde yaşanan her bir olay %95 tekrar yaşandı. Şimdi yazılmayı bekliyor…
Not: Coşkun Karabulut, Fethiye Belediyesi "Kültür Sanat Müdürü" kendisi yabancı turistlere Türkçe oyun ve şarkı ezberletmekle meşhurdur. Ayrıca Milliyet blogtan arkadaşım. Bu hafta yazdığı şiir kitaplarını imzalamak için Tüyapta sergide olacaktır.
Kendisine, Fethiyede bize gösterdiği misafirperverlik için teşekkür ederim...
Selam ve saygılar


SON....

Talip Girgin Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Cevapla


Gönderme Kuralları
Yeni konu gönderemezsiniz
Konulara yanıt veremezsiniz
Ek dosya yükleyemezsiniz
Kendi gönderilerinizi düzenleyemezsiniz

BB code Açık
Smilies Açık
[IMG] Kodu Açık
HTML Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum saati Türkiye saatine göredir. GMT +2. Şu an saat: 10:33.
(Türkiye için GMT +2 seçilmelidir.)


Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024