agaclar.net

Geri Dön   agaclar.net > Bitki Dünyası > Bitkiler Hakkında Genel Konuşmalar
(https)




Cevapla
 
Bookmark and Share Dış Bağlantılar Konu Araçları Mod Seç
Eski 04-10-2010, 22:13   #1
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
İlk yaşamdan Bitkilere

İnsan, insan olduğundan beri doğayı ve kendi doğasını merak edip öğrenmek istedi. Bir zamanlar sanıldığı gibi, tüm canlıların aynı anda oluşmadığı düşüncesi son yüzyılda kabul görmeye başladı. Henüz ne kendimizin, ne de ilişkide olduğumuz doğal varlıkların soy ağacını tam doğru olarak çıkarabilmiş değiliz. Soyağacı dışında bugünkü canlıların sınıflandırılmasında kullandığımız ağacımız da var. Canlıları sınıflandırırken eskiden bitkiler ve hayvanlar alemi olarak ayırdığımız, şimdi ise prokaryotlar ve ökaryotlar olarak ayırdığımız ve altına dallar eklediğimiz sınıflandırma.
Sorularımıza verdiğimiz yanıtlarda doğruya en yakın olanlar son yüzyılda keşfettiklerimizde. Bitkiler hakkında bildiklerimiz, önceleri hangilerinin yenilebileceği ve hastalandığımızda hangilerinin işe yarayacağıydı. Tarıma başlandığından bu günlere geçen 10.000 senede ise, önce tohumu ne zaman tarlaya atacağımızı öğrendik.
İnsanın diğer konularda öğrendikleri, besinleri hakkında bildiklerimizden daha fazla ve daha doğru değildi. Yanıt veremediğimiz sorularımıza, yanıt olarak yarattığımız mitlerden ibaret bilgi ile günümüze ulaştık. Bilimsel yöntemin yaygınlaşması ile artık bilgilerimiz daha farklı ve öğrendiklerimiz sürekli sorgulandığından doğruya daha yakın.
Yaşam 3.5 milyar yıl öncesi ilk basit bakterilerden günümüzün evrilmiş tüm canlılarına kadar, enerjiye ve enerjiyi kullanabilecek bileşiklere bağımlı. Bu bileşiklerin temel elementlerinin sayısı oldukça azdır. Karbon tüm organik bileşiklerin moleküler iskeleti olup karbon atomlarının kendi aralarında ve hidrojen atomları ile kurulduğu büyük moleküller, canlıların yapısını ve onların ürettiği maddeleri oluşturur. Azot tüm amino asitler ve nükleotidlerde kullanılır. Amino asitler proteinlerin, nükleotidler ise, nükleik asitlerin (RNA, DNA) yapı taşları, tuğlalarıdır. Fosfor nükleotidlerde ve enerji dönüşümünü, aktarımını sağlayan tüm moleküllerde bulunur. Yeşil dünyada klorofil (magnezyum), kırmızıda ise hemoglobini (demir) oluşturan elementler ve diğer gereksinimler için çok az miktarda olanlar ve eser miktarda kullanılan elementler ile canlılar oluşmuş, düzenli dediğimiz dengesiz yapılarını sürdürmek için programlanmışlardır. Tüm bitkilerin karbondioksiti kullanması ve çoğu canlının oksijen gereksinimi yanında su molekülü yaşam için kaçınılmaz maddelerdir.
Bitkiler organik bileşikler yapmak için topraktan azot, fosfor bileşiklerini ve diğer iz elementlerle suyu, havadan ise karbondioksit alıp, su ile birlikte, atık madde olarak oksijen üretip atmosfere verirler. Ürettikleri organik maddelere besin deriz. Besinleri sadece bitkiler üretebilir. Kendileri enerjiye gereksinim duyduğunda oksijen kullanarak depoladığı yakıtını yakar. Bu işlemin atık ürünü ise fotosentez yaparken kullandığı karbondioksittir. Bitkilerin ürettiği besinden hayvanlar bitkileri yiyerek yararlanır. Bitki ile beslenmeyen hayvanlar ise bu işi yapmış olanları yer. Hayvanlar da enerji sağlamak için metabolizmalarında, bitki kökenli besinleri oksijen ile birleştirerek atık madde olarak karbondioksit üretir. Hayvanlar asla besin maddesi üretemediklerinden bitkilerin varlığı yaşam için kaçınılmazdır. Bitki ve hayvanlar birçok farklı işlemler için suya gereksinim duyar. Bitkilerin şeker üretiminde atık olarak ürettiği oksijen ile birlikte su da vardır, yapraklarda suyun buharlaşması kökten yukarı yine su ile birlikte topraktaki inorganik maddelerin taşınmasında yararlandıkları yollardan biri. Bitkilerin dolaşım sistemlerinde köklere suyun girişinde osmotik basınç olayını ve kök ile yapraklar arası basınç farkının dolaşım için yüksek ağaçlarda yetersiz kalmasını, bitkilerin nişasta depolarındaki nişastayı şekere parçalayarak kök suyunun yükselmesinde Turgor olayına yardımcı olarak kullanıldığını da eklemek gerek. Hayvanlar da atıklardan kurtulmak için su kullanır, ayrıca vücut sıcaklığını korumak için su buharlaştırır.
Sonuç olarak bitkiler ve hayvanlar aynı maddeleri sürekli çevrimleyen döngüdedir.
Tüm bu dönüşümlere enerji sağlayan ise güneşin ürettiği fotonlardır. Fotonlar üzerine ulaştıkları cismin elektronlarının enerji kazanmasını sağlar. Foton üzerine düştüğü nesnelerden elektron koparıp bunun yayınlanmasına neden olur. Canlı madde olan bitkilerin klorofil moleküllerindeki foton ile etkinleştirilmiş elektronlar kapana kısılmıştır. Bitki hücresinden ayrılmaz, alt hücresel pilleri doldurur. Pillerde toplanan enerji ile ATP nin kemosentez faaliyeti ile büyüme sağlanır. Enerjinin fazlası ile karbondioksit ve suyun, şekere dönüşmesini sağlanır.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 04-10-2010, 22:14   #2
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
1 milyar yaşındaki artık soğumuş olan dünyanın, atmosferindeki su buharı yoğuşup, dünya yüzeyini su ile kapladığı zaman atmosferde oksijen yoktu. Azot, karbondioksit, amonyak, metan, hidrojen sülfür ve şimdikinden daha yoğun su buharı vardı. Ve su buharının oluşturduğu bulutlarda şimşekler o zamanlar mavi olmayan gökyüzünü aydınlatıyordu. Araştırmalar ile o zamanın atmosfer koşulları öğrenildiğinde, fanus içinde eski atmosfer oluşturulup, elektrotlar arası akım geçirildiğinde ortaya amino asitler çıktı. Bu deney yanlış hatırlamıyorsam ilk 1962 de yapılmış. Ve denizler canlı maddenin temel taşı olan amino asitlerle ve şeker türevleri gibi organik maddelerle doldu. Buna denizlerin organik çorba devri diyorlar. Amino asitler, alkol, şekerler olmak üzere 70 kadar organik madde dünya dışı evrende de mevcut, bu da yakın zaman önce kuyruklu yıldız ve uzayın tozları toplandığında görüldü. Ve yaşamın, dünyaya uzaydan gelmiş de olabileceği varsayımı oluştu.
İlk yaşamın oluşması hala en büyük gizem. Belki gelecekte keşfedilecek, belki de, insan canlı madde yapmayı becerse bile nasıl başladığını asla öğrenemeyeceğiz. Puzzle’ın bazı parçaları yerlerine konsa da, eksiklerimiz çok fazla, yerlerini bulduğumuz sanılanlar da bilginin artmasıyla değiştirilmekte. Organik çorbada koruyucu zarlar nasıl oluştu da, ilk canlılar olan bakteriler sularda yaşar, bölünerek çoğalır oldular? Enerji dönüşümünde olduğu gibi bu kılıfların oluşumunda, elektronların doğası önemli olabilir.
Kovalent bir bağla bağlı iki hidrojen bir oksijen atomunun oluşturduğu su molekülü polardır. (Kovalent bağ atomların ortak elektron kullanımı ile oluşan güçlü bağın adı) Çekirdeği 8 protonlu oksijen atomunun ilk bölgesinde, hidrojen dışında diğer elementlerde olduğu gibi 2 elektron bulunur, ikinci olasılık bölgesine de 6 elektron kalmakta. Atomların ikinci bölgesi elektron sayısını 8 e tamamlamak özelliğinde olduğundan oksijen birçok elementle kolayca bağ kurar. Demirin paslanması gibi. Bir oksijen atomu tek elektronlu iki hidrojen atomunun elektronlarını ikinci elektron bölgesinde iki hidrojen atomuyla ortak kullanıp 8 e tamamladığında oluşan su molekülünün hidrojen tarafı pozitif oksijen tarafı ise negatiftir. Bu da su molekülünün polar, yani kutuplu olmasına neden olur. Su molekülleri polar olduğundan birbirini çeker. Düzgün ve pürüzsüz bir yüzeye döktüğümüz su tam olarak yayılmaz. Belli bir yüksekliği vardır yani damlalar oluşturur. Göllerin yüzeyinde böceklerin batmadan yürüyebilmeleri, suyun yüzey gerilimi dolayısı ile suyun kohezyon özelliği nedeniyledir. Su moleküllerinin bir arada durmasını sağlayan kutupsal bağ zayıf bir bağdır. Fizik derslerinde öğrendiğimiz “suyun kohezyon özelliği” ya da türdeş yapılaşma adı verilen zıt yüklerin birbirini çekmesi hidrojen bağları olarak adlandırılır. Dev organik zincir molekülleri de, kutupsal kuvvetlerle bağlanmış moleküllerdir. Suyu damlacıklar halinde tutan bu bağa benzer özellikteki polar moleküllerin bir arada olabilmesinin etkisi ile hücre zarlarının da oluşumunu sağlanır. Fosfolipidlerden oluşan hücre dış ve içindeki zarlar da kutupsal kuvvetle bir aradadır. Fosfolipid moleküllerinin oksijence zengin polar bölgeleri olup, karbon ve hidrojen atomlarının bulunduğu apolar kısımları vardır . Bu moleküllerin oksijen atomu yönü su molekülleri tarafından çekilerek sıralanır. Diğer uçlar ters yönde kalarak, hücre zarını oluşturacak diğer fosfolipidlerden benzer uçları ile içte ve dışta oksijen yönü kalmak üzere çift katmanlı küresel biçimli lipozom taneciği oluşur. oluşturur. İç yüzeyi de diğer fosfolipid moleküllerinin oksijen yönü ile içerisinde su hapsolmuş yapıdır. Bunlar laboratuar ortamında da becerebilinen yeni fosfolipidler eklendiğinde küre çapı büyüyebilen lipozom tanecikleridir. Tahminler yaşamın başlangıcında şimdikinden çok farklı gazlardan ve yoğun su buharından oluşan atmosferdeki yıldırımların ve radyasyonun etkisiyle besin maddelerinin ve hücre zarı oluşturacak fosfolipidlerin ortaya çıktığıdır. Şu anda ilk canlıların değiştirdiği eski atmosfer ve diğer koşulları çok farklı bir dünyamız var. Önceleri ilk yaşamın denizlerde ortaya çıktığı düşünülürken son birkaç yıla ait, tatlı sularda başlamış olabileceği varsayımı araştırma ve testlerden geçmekte. Bunun dışında organik maddelerin uzayda da bulunması, göktaşları ile dünyaya ulaşmaları olasılığı nedeniyle yaşamın dünya dışı kaynaklı olabileceği varsayımları ile hipotez sayısı birkaç tane. Ancak sonuçta dünya da, meteorlar gibi evrenin bir parçası. Yaşam burada da oluşmuş olabilir, dünya dışından gelmiş veya her ikisi de.
Organik bir madde olan ürenin insan tarafından üretilmesi, vital teorisini 19. Yüzyılın sonlarında çökertmişti. O zamana dek organik maddelerin sadece canlılar tarafından yapılabileceği kabulü vardı. Bu kadar kısa sürede ulaşılan bilgi ve teknoloji ile insan yüz binlerce organik madde yapmayı becererek endüstride ve evlerimizde kullandığımız organik malzemeler her gün artmakta. Organik maddelerin yaşam başlamadan önce de oluştuğu artık biliniyor.

Her nasıl olduysa, 3.5 milyar yıl öncesine ait katmanlarda görülen yaşamın kambriyen öncesi arkeyan devrinin başlarında oluştuğunu biliyoruz. Darwin türlerin kökenlerini araştırdığında kambriyen başlangıcının canlılarına kadar ulaşabiliyor, tribolit gibi karmaşık canlıların ortaya nasıl birden çıktığına yanıt veremiyordu. Bu canlılardan önceki fosil birikimleri bulunamıyor, bunları varlayacak teknoloji de yoktu. Bu canlı türlerinin nasıl ortaya çıktığını çözemediği için teorisini kabul etmeyecek olanların en önemli argümanı olabileceğini söylemişti. O zamanlar yanıtlanamayan sorunun yanıtı, kambriyen öncesi katmanlardaki ilkel canlı fosillerinin 35 yıl önce bulunmasıyla verilebildi.
Laboratuarlarda şu anda ancak; fosfolipidlerden oluşturulan, zehirli kimyasalları hücre dışında tutabilen büyürken bir süre sonra bölünebilen ve hatta elektrik yükünü koruyan lipozomlar yapılabilmekte. Bunlar bugünkü canlıların hücre zarı özelliklerine sahip olmasına rağmen içlerinde bilgi aktaran moleküller henüz yapılamamakta. İlk genlerin oluşumunun sırrı çözülmüş değil.
Oluşan ilk ilkel yaşam, tek başına neredeyse aynı özellikleri ile tam 2 milyar yıl dünyamızın tek yaşam türü oldu. Ve dünyamızda önemli değişimler becerdi. İlk canlılar sulardaki şekeri fermantasyon yoluyla alkole dönüştüren bakterilerdi. Dünyadaki kaynakların hiçbiri sonsuz değildir. Şeker tüketimleri, atmosferde yeni oluşacak şekerden fazlaydı ve kısa süre sonra şeker kıtlığında klorofile sahip mavi yosunlar ortaya çıktı. Kendi şekerlerini üretmek için atmosferdeki karbondioksiti, oksijene dönüştürürlerken okyanuslarda kireci, demiri çökelttiler. Tortul kireç katmanları, demir madenleri ve atmosferdeki oksijen onların yaşamlarının etkileridir.
Bu değişimler, doğaya ait insanın tarım yapmaya başladığından günümüze kadar yaptığı değişimlerden önemlidir. İnsan 10.000 yıl önce, tohumu rüzgarın sürüklediği kuşların götürdüğü yerlerde değil, kendi istediği yerde filizlenmesini sağlayarak yani tarımı keşfederek dünyayı ve besinlerini değiştirmeye başlamıştı. Sonra şehirler kurup, yollar barajlar yaparak ve bunları yaparken fosil kaynaklı enerji kullanarak dünyanın gidişini değiştiren canlı oldu. İlk mikroskobik canlıların atmosferi değiştirmesi, kalker katmanlarını oluşturması, yani bu bakterilerin dünyayı değiştirmedeki payı, insanın yaptıklarından çok daha fazladır. Bu değişim bilinçsizdi ve bizim iyi olarak kabul ettiğimiz, biz dahil şu anki canlıların oluşmasını sağlayan ilkel yaşamın etkinliğidir. İnsan oluşturduğu değişimlerle bugünkü doğal yaşamın köküne kibrit suyu döktüğünün bilincine henüz varmıştır. İlk yaşamın değiştirdiği dünya, canlı türlerinin gelişmesini sağlamıştır. Fakat insanın uygarlık adına değiştirdiklerini de doğa olumlu biçimde değerlendirebilir. Gelecekte çok daha farklı canlıları ile dünya yeniden düzenlenecektir.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 04-10-2010, 22:14   #3
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Canlıların sınıflandırılmasında bitkiler ve hayvanlar alemi olarak ayrılan dallar artık böyle değil. İlk ayırım Prokaryotlar ve Ökaryotlar olarak değiştirildi. İlk canlılar prokaryottu. Yani zarla çevrili çekirdeği olmayan bakteriler ve siyano bakteriler(mavi algler). Bu canlılar günümüze dek varlıklarını korumuş 1-10 mikron boyutunda DNA ları zarla çevrili olmayan, oksijensiz veya oksijenli ortamda yaşayabilen, ikiye bölünerek eşeyiz üreyen canlılardır. Ne bitkiler ne hayvanlar alemine aittirler. Klorofile sahip siyano bakteriler yaşamın başlangıcında 2 milyar yıla yakın süre içerisinde fotosentez ile oksijenli atmosferi oluşturdular. Ve klorofilsiz bakteriler ile birlikte hala yaşamaktalar.

2 milyar yıl süren bakterilerin egemenliği sonrası ökaryotlar sınıfının ilk canlıları oluştu. Bunlar sitoplazma içerisinde zarla çevrili çekirdeklerinde DNA molekülleri kromozomlar halinde örgütlenmiş canlılardı. Eşeysiz üremeleri mitoz denen karmaşık işlemle gerçekleşirken, daha sonra eşeyli üreme ile evrim hız kazanıp canlı çeşitliliği artmıştır. 10-100 mikron hücre boyutları ile prokaryotlardan büyük hacimlidirler. Çekirdeklerinde olduğu gibi, hücre içinde daha küçük zarlarla çevrili kloroplast, mitokondri gibi organcıkları mevcuttur. Ortaya çıkışları hakkında, aşırı büyümüş hücrelerin türdeşlerini yutarak ortak yaşama başlaması (simbiyoz) ile bu organellerin oluştuğu hipotezi Boston üniversitesinden Lynn Margulis’e ait olup şimdilik kabul gören varsayımlardan. Bir hücre tarafından yutulmuş siyano bakteri kendisini yutanla ortak yaşama başlamış olabilir. Hücre içindeki çekirdek, kloroplast ve mitokondrinin böyle oluşmuş olabileceği varsayılıyor. (Simbiyotik yaşamın günümüzdeki aklımıza ilk gelen örnekleri çok hücreli canlılardan olan karayosunları ile mantarların ortak yaşamından oluşan likenler). Hatta denizin 4000 metre derinliklerinde hidrotermal kaynaklarda yaşayan solucanlar ile bunların vücutlarında yaşayan kükürt yükseltgeyici bakterilerin ortak yaşamı en ilginç olan ortak yaşam biçimidir.
Ökaryotların 1.5 milyar yıl önce ortaya çıkmasını fosiller dışında farklı bilim dalları da desteklemektedir. Sularda ve atmosferde oksijenin bulunmayışının bir kanıtı 3 milyar yıllık uraninit UO2 çökelleridir. Ortamda oksijen bulunduğunda uraninit U3O8 e yükseltgenir. Uraninit çökeltileri 3 milyar yıl öncelerine aittir. Mineralojiye ait diğer bilgi dünyanın demir rezervlerinin yaşıdır. Serbest oksijenin bulunmadığı dönemlerde okyanuslarda demir +2 değerindeydi. Bu özellikteki demir deniz suyunda çözünür. Oksijen oranının artması durumunda demir 3 oksitleri oluşarak suda eriyik durumda kalamayarak çökelir. Siyano bakterilerin ilk ürettikleri oksijen ile 1.5 milyar yıl öncesine kadar okyanuslarda demir, paslanarak çökeldi. Demir rezervlerinin son oluşma tarihi de 1.5 milyar yıl öncesine dek sürmüştür. Sulardaki eriyik demirin tükenmesi ile oksijen oranı artmıştır. Daha öncesine ait dönemlerde oksijen oranının yetersizliği nedeniyle ökaryotların oluşması olanaksızdı. Yani en ilkel bitkiler olan yosunların ve bir hücreli hayvanların fosilleri bu çağdan sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar ökaryot canlılardır. Yaşamak için mutlaka oksijene gereksinim duyarlar. Bazıları düşük oksijen oranlarında yaşamlarını sürdürebilmelerine rağmen mitoz bölünmede bitki de olsalar ortamdaki oksijen değerinin düşmesi üremelerini engeller. Prokaryotlarda ise ortamdaki oksijenin varlığına göre çeşitli tepkiler gösterenler vardır. Oksijenli ortamda yaşayamayanlar(anaerobik bakteriler) olduğu gibi, oksijene katlanıp ancak oksijen olmadığı ortamda faaliyetlerini sürdürebilenler ve yaşamak için mutlaka oksijene gereksinim duyan bakteriler (aerobik) vardır. Ökaryotların tümünde oksijen yaşamaları için en önemli koşuldur. Jeoloji, mineraloji, biyokimya fosil bilimin bulduklarını desteklemekte olup bulunan ökaryot fosilleri de 1.6 milyar yıldan öteye gidememekte 1.4 milyar yıl öncesi de türlerin arttığı görülmektedir.
Kısaca 3.5 milyar yıl öncesine ait bakteri fosilleri sonrası 3 milyar önce ortaya çıkmış fotosentez yapan siyano bakteriler döneminde uranyum dioksit çökelleri oluşmuş. Bu döneme ait azot sabitleyici siyano bakteriler sonrası 2.3 milyar yıl önce oksijenli ortamda fotosentez yapan bakteriler döneminde sulardaki demir paslanıp çökmüş, okyanustaki eriyik demir tükenince 1.5 milyar yıl önce sularda ve atmosferde oksijen oranının artması ile ilk bitkiler olan yosunlar gelişmiştir.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 04-10-2010, 22:16   #4
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
İlk ökaryotlar peridiniidae familyasından ilkel bir yosun ve klorofilsiz tek hücreli canlılardı. Bu yosun klorofil içermekte fakat bitki olmasına rağmen kamçısı ile hareket eden, üstelik hiç kullanmamasına rağmen ağza benzeyen yarığı olan canlıdır. Bir de bunun klorofil içermeyen fakat ağzını kullanıp bakteri ile beslenen hayvan formu vardı. Ve bu iki canlı türü de hala yaşamaktalar. Bunlar 1.5 milyar yıldan beri var olan, bulunabilmiş ilk ökaryotlar. Bunlar öncesi geçiş canlıları iz bırakamadılar veya henüz rastlanmadı. Bir türün fosilini bulabilme şansı o türün seri üremesiyle doğru orantılıdır. Düşük sayılarda kısa süreler içerisinde yaşayıp değişme uğramış olan canlıları bulabilmek genellikle olanaksızdır. Hele 1.5 milyar yıl öncesine aitlerse.
1.4 milyar yıl öncesi eşeyli üremeye geçen ökaryotların tür sayısında artış gözlenmiştir. Milimetrik boyutlara ulaşmaları ise 750 milyon yıl önce gerçekleşmiş. Yosunlarda sert kısımların oluşmaya başlaması ise 600 milyon yıldan biraz öncedir. 570-500 milyon yılları arası canlı türlerinde artış dönemidir. Kambriyen dönemi olarak adlandırılan zamanda karalarda toprak yoktu ve hiçbir canlı izi bulunmuyordu. Sular ise yosun türleri ve özellikle çok yüksek sayıda hayvan türleri ile kaynıyordu. Su yaşamında bitkiler çok hücreli yosunlar haline gelmelerine rağmen, hayvanlar kadar çeşitlenemedi. Diğer yandan hayvanlar elbette henüz sürüngen, kuş, olamadılar ama 400 milyon yıl öncesine dek kabuklusundan omurgalılara kadar formları sularda geliştirdiler. Atmosferdeki oksijenden 3 atomlu ozon tabakası da oluşunca ultraviyole koruması sağlanmıştı. Sığ sular ve karalar yaşam için güneşin öldürücü ışınlardan arınmıştı.
Şu an kıyı şeritlerinde kayalar üzerinde yaşayan yeşil yosunlar fotosentez için derinlerde yaşayan kahverengi ve kırmızı yosunlara göre daha fazla güneş enerjisi almakta. Fakat suların çekildiği zamanlarda ise zor durumda kalıp yüksek klorofil miktarları ile yeşil ışınları yansıtıp hayatta kalırlar. 10 metre derinliklerde yaşayan kahverengi yosunlar ise daha şanslı olup en gelişmiş yosun türleridir. 50 metre dolaylarında yaşayan kırmızı yosunlar düşük ışık oranı ile gelişmemişlerdir. 440-417 yıl öncesi silüryen dönemi ismi verilen dönemde suların geri çekilmesiyle oluşan lagünlerde hapis kalan yaşam sadece minerallerce zengin, humussuz karaya uyum sağlamaya yeşil yosunlarla başladı. Dünya 4 milyar yaşına geldiğinde yani 430 milyon yıl öncesi. Ve 420 milyon yıl öncesine ait 3-5 cm boyunda minik saz biçiminde, kökten suyu yukarı damarlarla taşıyan, karaya adapte olmuş, cooksonia adı verilen bitkiler kıyı bataklıklarında gelişti. Aynı yıllarda gelecekte kurbağaya dönüşecek bir balık ta yüzgeçleri üzerinde yürüyerek karaya çıkıp su birikintilerindeki canlılarla beslenmeye başlamıştı bile. İlk bitkilerin ürettikleri sporlar rüzgarla yayılırken su ortamı, onlar için üremek ve yayılmak için gereksiz kalmıştı. 390 milyon yıl öncesine ait fosilleri bulunan kara bitkileri ise 40-50cm boyunda, gövdeleri üzerinde fotosentez yapan tüyleri olan hala yapraksız damarlı bitkilerdi. Minik sazlar sonrası kara bitkileri bunlardı ve sulardaki yosunlara göre çok daha gelişmiş canlılardı. Yaprağın görevini yapan tüylere sahiptiler. Karaya ilk çıkanların deniz yosunlarından türemiş kara yosunları oldukları düşünülürken son yıllardaki fosil buluntuları bu varsayımı değiştirmiştir. Karaya ilk çıkan kıyılardaki yeşil yosunlar ve klorofillerini denizde yitirmiş mantarlardı. Karaya ayak uyduran kara yosunları ise odunsu yapı oluşturamadıklarından fosillerine az rastlanmakta bulunan en eski fosilleri 350 milyon yıl öncesine ait. Bu nedenle yeşil yosunlar ve mantarlardan sonra karaya uyum sağladıkları kabul ediliyor. Kara yosunları önemli bir evrim geçirmeyip yine kara yosunu olarak kalmış ve bazı mantarlarla ortak yaşama geçmişler. Ayrıca, kara yosunlarının damarlarını yitirip geriye dönük evrim geçirerek ıslak ortamlarda yaşayan cooksonia benzeri canlılardan türemiş olabileceği varsayımı da mevcuttur.
Fotosentez yapabilmek için yüzeylerini genişletmek zorunda olan sazlar yaprak oluşturup, yapraklarını çoğalttıkça hayatta kalarak yeni türlerin ortaya çıkmasına neden oldular.
Damar sayılarının artması ve damarların demetler oluşturması suyun topraktan emilmesini arttırmakta, boylarının uzamalarını sağlamakta. Uzmanlaşmış hücrelere sahip kara bitkilerinde fotosentez yapamayan damar ve kök hücrelerinin artması yapraklarının da geliştirmesini sağladı. Devoniyen sonlarına doğru 360 milyon yıl önce eğrelti otları oluştu. Onların da damar yapıları vardı ve günümüzde de yaşayan ağaçsı türleri ortaya çıkıp şu an var olanlar gibi oluşturdukları sporlar ile ürüyorlardı.

Karalarda iklimin her yerde benzer ve sıcak olmasıyla tüm dünya yeşerdi. Boyları 30 metreyi bulan atkuyrukları, palmiye benzeri kibrit otları ve tabii eğreltiler karbonifer döneminin en önemli bitki gruplarıydı. Onlardan günümüze kalan sadece eğrelti otları ve zararlı ot boyutlarına küçülmüş at kuyruğu türleri ile tabii ki enerji sağladığımız fosilleri olan çağımızın maden kömürleri.
Bugünkü kara bitkilerinin ve tekrar suya dönenlerin tamamı bu üç gruptan evrimleşmiştir. Damarlı gövde olarak palmiyeleri düşünebilirsiz. Palmiye kesmiş kişiler gövdenin balık ağı biçiminde örülmüş kat kat su deposu damar katmanlarından oluştuğunu bilirler. Palmiye kesmemişler de en azından onların sakallarını görmüş veya yaprak kenarlarındaki kıl biçimde damarlarına dikkat etmiş olabilirler. Daha sonraki gelişme bugün tamamen yok olmuş ya da değişip farklı bitki sınıflarının oluştuğu tohumlu eğrelti otlarıdır. Sporun yere düşüp yerde döllenmesi yerine bitki üzerinde kalıp polenle burada birleşiyordu. Bu polenler henüz ortaya çıkmamış çiçek yerine protalyumda ürüyordu. Yumurtacık da koruyucu bir organ içindeydi. Polen rüzgarla uçup, yumurtacığa denk geldiğinde yumurtacığın oluşturduğu sıvı içinde yüzerek yumurta hücresine ulaşması su yaşamından kalma özellik. Havada eril hücrenin uçması ise sudan uzaklaşma sonrası gelişmiş özellik. Günümüzde, ginkgo ve ekmek ağacı da denilen sikas hala bu yöntemle üremekte olup, tohumlu eğreltilerin şu an yaşayanı yoktur.
Bir sonraki yapı damarların gövde merkezinden yayılması her yıl halkalar oluşturan odunsu yapıdır. Karbonifer sonlarına doğru iklimin değişmesi ile daha kuru bölgelere, köklerdeki gelişmeler ile daha iyi uyum sağlayabilen türlerin ortaya çıktığı görülüyor. 292 milyon yıl önce başlayan paleozoik zamanın (birinci zaman) son dönemi permiyen başladı. İklimin aşırı soğuması, karboniferin sıcak ve nemli iklimine iyi uyum sağlayanları yok etti. Permiyen dönemi, karbonifere tam uyum sağlamış canlılar için katasrofik olaydı. Bu yeni dönemde farklı özellikleri olan bitkiler ortama uyum sağlarken üremede müthiş bir gelişme ile çözüm buldular, tohum. Bitki üzerinde polenle birleşip, burada olgunlaşıp kuruduktan sonra toprağa düşen ve uygun ortam oluşunca yaşama başlayan tohum. Yumurtlayan kara hayvanlarından kuşların yumurtası gelişmeye belirli bir sıcaklıktan sonra başlar. Ama bu süre çok uzun değildir. Örneğin, ördek yumurtalarının tamamını yumurtladıktan sonra kuluçkaya yatarak onların aynı günde yumurtadan çıkmasını sağlar. Ancak bu yumurtaların yaşamlarına devam etmesi için bir ay gibi kısa süre içerisinde ısı almaya başlamaları gerek. Bitkilerdeki gibi bir yıl sonraki kuluçkayı bekleyemez ölürler. Memeli hayvanın döllenmiş yumurtası ilk saatlerden itibaren bölünmeye başlar. Ancak insanın geliştirdiği teknoloji ile dondurulmuş embriyo saklanabilir. Bitkilerde gelişen bir özellik olan tohum ile, yani embriyo, seneler sonrası oluşacak uygun ortama kadar yaşamına devam etmek için bekleyebilir. Hayvanlarda nadiren rastlanan bu durum kurak bölgelerde yağmur mevsimlerini bekleyen ilkel birkaç kabuklunun yumurtaları ile Afrika’da bir balık familyasının yumurtaları. Ayrıca birkaç keselide döllenme sonrası embriyo gelişiminin bir süre durulabilmesi olayı olsa da bitki tohumlarının özellikleri ile kıyaslamak olanaksız.
Permiyenin baskın bitkileri ilk kozalaklılardı. Zamanın kozaklılarından günümüze kalanlar ise sadece ağaçlar. Küçük boyutlu kozalaklılar yok oldu. Kalanlar da, şu anda tropikal bölgelerde değil ılıman ve güney Sibirya’ya kadar soğuk bölgelerin bitkilerdir. Oğlak ve yengeç dönenceleri arasında nadiren bulunurlar. En sert buzul çağında gelişmiş bu ağaçlar yavaşlatılmış yaşam özelliklerini kazandılar. Ortaya çıktıkları ve çok uzun süren soğuk çağlarda kazandıkları özellikleri nedeniyle ekvator onların yaşam alanı değildir. Uzun kış dönemlerinde donmuş toprakla kesilmiş ilişki ve durdurulmuş metabolizmalarıyla ölü gibi ayakta kaldılar. Çok kısa süren yaz mevsiminde kısa süre faaliyete geçip tekrar kendilerini çevreden koruyucu kütikül tabakalarıyla izole edip aylarca beklediler. Ve yavaş yaşama yavaş büyüme özelliklerini, kazandılar. Çam ağaçlarının tohum oluşturması bile üç yıl sürmekte. Önce minik morumsu kozalak taslakları ertesi yıl biraz daha büyük yeşil kozalaklar, üçüncü yıl kurutulmuş tohum içeren kahverengi kozalaklar. Bugün dünyada insan tarafından götürüldükleri tüm soğuk iklimlerde bol miktarda bulunan 600 kadar türleri var.
Mezozoik (ikinci zaman) zamanın ilk dönemi triasa gelindiğinde kuzey yarımkürede aşırı soğuklar nedeniyle neredeyse kozalaklılar dışında bitki kalmamıştı. 45 milyon yıl sonra başlayan Jura dönemi daha sıcak ve nemli iklimiyle boşluğu önce kozalaklıların yayılması ve tür sayılarının arttığı dönem. Yapraklı ve iğne yapraklı, diğer türlerin soğukta yok olmasıyla meydanı boş bulmuş 10.000 den fazla yeni kozalaklı türü ve dinozorların dönemi. 245-140 milyon yıl öncesindeki bu dönemde.
İkinci zamanın son dönemi kretase ortalarında 100 milyon yıl önce ise tropikal bölgelerde soğuk permiyenden etkilenmeyip hayatta kalanlardan ilk kapalı tohumlular yani çiçekli bitkiler oluşup yaygınlaşmaya başladı. Bu sıcak dönemde hızla dünyanın her yerini kapladılar. Kratase iklimi Gröndland’ta hurma ağaçlarının dahi yaşamasını sağlayacak iklimdi. Britanya tropikal ormanlarla kaplıydı. Ancak 1.8 milyon yıl önce başlayan buzullaşmaların bir ilerleyip bir geri çekildiği dördüncü zamanda flora çeşitliliği ekvatora doğru çekilmeye, dönencelerin dışı daha az sayıda türün hayatta kalabildiği dönemdir. 12.000 yıl önce sona eren, son buzul çağında Avrupa bitki türleri bakımından bu nedenle bugün fakirdir. Tropikal bitki türleri şu an insan tarafından buralara getirilip ancak bahçe ve saksılarda yetiştirilmekte. İki milyon yıl önce değişen koşullara çalılıklar ve ağaçlar yaprak dökme yöntemini geliştirerek uydular. Ağaçlar tropikal bölgeler dahil sürekli yaprak döker. Tropikal bölgelerde dökülenin yerine yeniler oluşur. Ancak diğer bölgelerde kışın soğuyan toprakla bitkinin ilişkisi kesilir. Fotosentezde kökten alınan suyun bir kısmı ile şeker üretilip, büyük kısmı ise yapraklardan kaybedilir. Bitki tüm yapraklarını aynı anda dökerek susuz kalıp kurumaktan korunur. Bu dönem, havalar soğumaya başlayınca yaprak dökümünün yaygınlaştığı dönemdir. Ve ağaçların mevsimlere uyum sağlama dönemi. Ancak ağaç tür sayısının kutuplara doğru azaldığı kuzeye doğru otların yaygınlaşmasını unutmamak gerek. Finlandiya, Kanada yoğun kozalaklı ormanları nedeniyle kuzeyde de ağaç çok olduğundan bunun yanlış olduğu akla gelebilir, konu tür sayısının azalmasıdır.
Çiçekli bitkilerin hızla yaygınlaşmasının bir nedeni de bu boşluğu dolduracak, yani onların nektar ve poleninden yararlanacak böceklerin bu dönemde gelişmesidir. Ayrıca meyvelerinden yararlanan kuş ve diğer hayvanların artması. Tozlaşmayı sağlayan böcek ve kuşlar, tohum taşıyan kuş ve memeliler onların tüm dünyayı kaplamasında rüzgar dışındaki faktörlerdir. Onlar da çiçeklerine renk ve türlü biçimler kattılar, koku eklediler, meyvelerini geliştirdiler. Yani bunlar yapıp karşılığında onlardan yararlananlar oluştukça yeni türler ortaya çıktı. Darwin, boru şeklindeki taç yaprağının 20 cm altında tepeciği bulunan tropikal çiçeği görünce buraya nasıl polen ulaşacağını düşünmüş ve mutlaka buralarda 20 cm uzunluğunda hortumu olan bir böcek vardır demişti. Ve bu 22cm uzunluğunda hortumu olan gece kelebeği birkaç yıl önce bu çiçekleri ziyaret ederken bulunup filmi çekildi.
Ağaçlardan otlara, buğdaya bugün bilinen 270.000 çiçekli bitki türü var.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-10-2010, 00:36   #5
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 29-02-2008
Şehir: Tekirdağ
Mesajlar: 533
Sevgili dostum,

Senden ricam. Mesajlarını bıraz daha kısa yaz. Kısa olursa benim gibi anlama güçlüğü olanlar sindirebilsin.

Sevgiyle kal

ensar Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-10-2010, 06:26   #6
dlk
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-09-2010
Şehir: çanakkale
Mesajlar: 339
oldukça detaylı anlatmışsınız.devamını bekliyorum.

dlk Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-10-2010, 08:30   #7
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi ensar Mesajı Göster
Sevgili dostum,

Senden ricam. Mesajlarını bıraz daha kısa yaz. Kısa olursa benim gibi anlama güçlüğü olanlar sindirebilsin.

Sevgiyle kal

3.5 milyar yılı bu kadarcık yazı ile özetlemek bence yetersiz. Biliyorsun senin orada yazmaya başlayıp, mart sonunda kaçıp Robenson yaşamına başladığımda 113 sayfa tutmuştu. 113 sayfa tutmasının nedeni de yalnızlıktan sıkılma değil. Hem orta yaşına gelmiş dünyanın geçmişi uzun, hem benim zamanım vardı.

Sonra bozuk cümleleri, imla yanlışlarını düzeltmeye başladığımda sıkılıp topunu sildiğimde doktordan yediğim fırça ile geçen salı çalakalem bu özeti yazdım. Bu özetin orijinali sende, geçen hafta beni dağ başında ziyaret ettiğinde bilgisayarına yükleyip okumanı istediğim yazı bu. Okuduğunu sanmıyorum.
Düzelmek istedim, bilgi hataları yapıp yapmadığımı kontrol edecektim, ve son bilgilerle kıyaslayacaktım. İlk sayfa sonrası, Neden Nasıl konusunda sorulan sorular ve verilen yanlış yanıtlar nedeniyle olduğu gibi buraya ekledim.

Syn dlk
Önce okuduğunuz için sevindiğimi söyleyeyim. Ensar da çok uzun bulmuş, siz de detaylı demişsiniz. Bu yazı özetin torunun torunu dahi değildir. Burada öyle gizli kalmış bilgiler var ki, atomun yapısı dahi kısa süre önce kafalarımıza sokulan bilgilerdeki gibi değil. Geçmişe ait bilgilerimiz paleoantropolojiden, diğer canlıların kökenlerine, hatta dünyanın jeolojik yapısına kadar sürekli değişmekte. Bu da bilimin bitmeyecek araştırmaları ve kendini sürekli sorgulamasından kaynaklanıyor. Her buluntu yeni fikirlere, varsayımlara neden olmakta. Ve artık bir hipotez, bilimin farklı dalları ile desteklenmedikçe doğruya yakın olmuyor.

meymundan saygılar

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-10-2010, 09:33   #8
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 29-11-2009
Şehir: İstanbul - Gaziantep
Mesajlar: 1,194
Sevgili Meymun,

İyi başladın. Doktor iyi ki fırçalamış. Ensar sıkılmış olabilir ama ben sıkılmadan okuyorum. Biliyorsun Ensar pratiklerin adamı. Teori bizden uygulaması ondan.

Devamını beklerim. Aslında bize öğrettikleri anlamda atom var mı buda tartışılır. Daha önce bilinmeyen atom altı parçacıklar bulundukça atomumda stabil yapıda olmadığını öğrenmiş oluyoruz.

Yaşamın başlangıcına gelince, "Thermophiles: The Keys to Molecular Evolution and the
Origin of Life?" isimli kitabı sıraya koymuştum ama yazdıklarını görünce öne çekmem gerektiğini düşündüm.

Selamlar.

Not: Şu yazıların orjinalini okumaya talibim.


Düzenleyen acemi_caylak : 05-10-2010 saat 10:12
acemi_caylak Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 05-10-2010, 10:04   #9
Ağaç Dostu
 
Dogasever's Avatar
 
Giriş Tarihi: 05-04-2007
Şehir: Appleton-İngiltere
Mesajlar: 1,706
Sn Meymun
Bu güzel konuyu ele aldığınız için çok teşekkürler. Bu başlığı keşke daha önce farketseydim.

Dogasever Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 07-10-2010, 16:03   #10
Ağaç Dostu
 
Müjgan's Avatar
 
Giriş Tarihi: 02-08-2004
Şehir: Ankara
Mesajlar: 4,544
Galeri: 30
Yazınızın şu halinin, orijinal metnin torununun torunu olduğunu ifade etmişsiniz. Onca minik parçalara bölünmüşken, ben de alabildiğinde hızla okudum ve aklımda kalanlar çok uzak akrabaları haline geldiler ))

Sabırla yazmanız bile, buna saygıdan okumayı gerektiriyor. Vaktim uygun olduğunda, oldukça yavaş bir biçimde tekrar okuyacağım

Yazıyı hızla okurken aklıma bir konu takıldı aslında...
"Yaşam" başladığından bu yana, hücresel yapılar ortamın koşullarıyla özdeş tavırlar almışlar. Şartlar ne gerektiriyorsa o yönde modifiye olmuş ya da metamorfoz geliştirmişler.
Şu anki yaşayanların bu halleri, binlerce yıl sonra acaba neye dönüşecek? Bitkiler azalacak, havadaki oksijen azalacak, su bitme noktasına gelecek ve bunların kaliteleri bozuk olacak diye düşünürsek -ki geleceğe yönelik "yatırımlarımız" böyle yapıcı iken ve gidişat için önlemler almazken- acaba şu anda sahip olduğumuz yaşam formları neye benzeyecekler.
Bunu düşündüm ve merak ettim doğrusu ) acaba bu konuda hazırlanmış bir çalışma var mıdır. Ya da öngörüsü olan?

Müjgan Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 07-10-2010, 20:41   #11
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Sayın Müjgan
Gelecek için kestirimler pek iç açıcı değil. Tabii bizim için iç açıcı değil. Yani alıştığımız ortamın kısa süre içinde değişecek olması nedeniyle. Bundan 12 yıl önce M.I.T. meteoroloji profesörlerinden birinin gelecek 20 yılın dünya iklim tahmininde biz de yer aldık. 20 yıl sonra Konya ovasının çöl olacağını söylemişlerdi. 3 yıldan beri buğday ambarımız perişan. Her yıl 2 milyon ton buğday ihraç ederken şimdi daha fazlasını ithal eder olduk. Bu tahminlerdeki felaketler söylenenlerden daha hızlı gelişmekte. Örneğin Katrina ve hemen ardından oluşup karaya ulaşamayan tayfunlar. Bunlar deniz suyu yüzey sıcaklığının 0.5 derece arttığında olacağı söylenen şiddeteydi. Bu şiddetteki tayfunlar 0.2 derecelik artışta oluşunca yeniden kontrol edildiğinde bilgisayar girdilerinde hata yaptıklarını bu şiddetteki tayfun için 0.2 derecelik artışın yeterli olduğu görüldü ve açıklandı.
Son yüzyılda her 40 yılda bir ikiye katlanan insan nüfusunun 2050 yılında 14 milyar olması beklenirken NASA, 2050 de yani bundan 40 yıl sonra sadece 500 milyon insan kalacağını öngörüyor. Somali benzeri açlık çeken ülkeler kervanına katılıp korsanlığa başlamamız yakın gibi. Ve yine M.I.T. nin geçen seneki geleceğin iklim tahmininde 2040 yılında Türkiye’de yeşil alan sadece Bafra ve Rize çevresinde kalacağı şeklinde.
Konya, yağışların düşmesi ve gelişen ekonomimiz ve teknolojimizle sulu tarıma geçtiğinde önce açtıkları kuyulardan santrifüj pompalarla 6-7 metreden su elde etmeye başlamıştı. 1985 lerde ise yer altı sularının düzeyinin düşmesiyle 20-30 metreden derin kuyu pompalarıyla yukarılara su basılmaya başlandı. Şimdi Konya ovasında su 250-400 metre aşağılarda. Bu derinlikten yukarı su pompalayarak elde edilecek buğdayın maliyeti 70 kuruşu bulduğundan buğday ekenler de azaldı, ya da yağmur umuduyla kumar oynayanlar çiftçiliğe devam etmekte. Trakya’da birçok bu sene arazi ekilmedi. Geçen sene 1. Sınıf Rus buğdayı Tekirdağ liman teslimi 28 kuruştu. Bu sene onlar da ihracatı kendi ihtiyaçları ve stok amacıyla yasakladılar.
Geleceğimizi artık siz kestirin. İklim ve buna bağlı su sorunları. 7 milyar insanı beslemek için zorunlu olan makineli tarımda kullanılan araçlar için gerekli enerji kaynakları da tükenmekte. Petrol fiyatlarının yükselmesinin nedeni sadece siyasi değil. Bitiyor, 30 yıl önce ABD kendi topraklarındaki petrolü çıkarmayı yasaklamıştı. Enerji için farklı seçenekler henüz bulunamadığından petrol elde edilmesi yüksek maliyetli kuyular devreye girmekte okyanus altı petrol çıkarılmakta.
Bundan 40 sene önce derede veya evinin bahçesinde çamaşır teknesinde çamaşır yıkayan kadınlarımız, şimdi bulaşığı kendi enerjilerini harcayarak değil, termik santralarda elde edilen elektrik ile yıkamakta. Nüfus 40 sene öncesinin 2 katı, ama rahatlık ve modern yaşam adına sonsuz sandığımız kaynakları tüketirken dünyayı hızla değiştirmekteyiz. Nüfus iki katı, ancak 40 yıl öncesinin yıllık fosil enerji kaynaklarının kullanımı şimdi tam 700 katı. Dünyayı değiştirmeye devam. İnsan yok olursa tabii ki birçok canlı türüyle birlikte, birkaç milyon yılda yepyeni canlıları ile dünya çok güzel olacak.
Homo sapiens kısa süre öncesine kadar bu dünyada yaşayan tek hominid türü değildi. Beyni bizden 200cc büyük olan, ölülerini törenle gömüp mezarlarına çiçek koyan Homo neanderthalensis 30.000 yıl önce yok oldu. Java adamı denilen Homo soloensis 50.000 yıl öncesine kadar yaşadı. Homo florosiensis bu dünyadan yok olalı ise henüz 12.000 yıl oluyor. Bir de bunlar var olsalardı ne olurdu bilmem. Bunların ve bizim ortaya çıkışımız dünyanın ve yaşamın tarihine göre çok yeni fenomenler. Dünya değişmekte canlıları da değiştirmekte. Fakat canlılar da dünyayı hep değiştirmişlerdir. Doğaya ait insan da doğayı değiştirmekte. Dünyanın ve evrenin insan için yaratıldığını sanarak, kendini en üstün varlık olarak görerek. Güneşin bile bizim etrafımızda, bizim için döndüğü kibiriyle, insanmerkezci düşüncelerle bugüne geldik.

Fakat unutmayalım ki çevremizde var olanlar eskiden yoktu, insanın çevresi olanakları böyle değildi, gelecekte ise hiç böyle olmayacak. Şu anda sahip olduklarımız, kullandıklarımız yaşamak için hava, su ve besinlerimiz gibi gerekli olan maddeler değildir. Cep telefonundan otomobile, bunlardan yararlanmak için dünyayı değiştirmeye değer miydi bilmem.
Şimdi ise fiziksel özellikleriyle değil, geliştirdiği teknolojisi ile dünyada varlığını bir süre daha koruyabilecek tür olarak insan şanslı görülmekte. Tabii bizim gibi ülkelerdeki bireyler değil. Yakın zamanda yaşanabilecek topraklar Kanada ve Sibirya imiş.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 07-10-2010, 22:53   #12
Ağaç Dostu
 
gece's Avatar
 
Giriş Tarihi: 22-02-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 1,670
Galeri: 32
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi Müjgan Mesajı Göster
...

Yazıyı hızla okurken aklıma bir konu takıldı aslında...
"Yaşam" başladığından bu yana, hücresel yapılar ortamın koşullarıyla özdeş tavırlar almışlar. Şartlar ne gerektiriyorsa o yönde modifiye olmuş ya da metamorfoz geliştirmişler.
Şu anki yaşayanların bu halleri, binlerce yıl sonra acaba neye dönüşecek? Bitkiler azalacak, havadaki oksijen azalacak, su bitme noktasına gelecek ve bunların kaliteleri bozuk olacak diye düşünürsek -ki geleceğe yönelik "yatırımlarımız" böyle yapıcı iken ve gidişat için önlemler almazken- acaba şu anda sahip olduğumuz yaşam formları neye benzeyecekler.
Bunu düşündüm ve merak ettim doğrusu ) acaba bu konuda hazırlanmış bir çalışma var mıdır. Ya da öngörüsü olan?
Meymun yeteri kadar karamsar olduğuna göre, ben iyimser olabilirim. 8>)

"İç açıcı olmayan" öngörü; değişen şartlara karşı alıştığı yaşam biçiminde ısrar eden (değişmeyen/değişime uyum sağlayamayan) insan üzerine kurulu. Oysa insanın en önemli niteliklerinden biri ortama, değişime uyum sağlayabilmesi değil midir?

Bilim bize; yeryüzene gelen her canlı türünden %99'unun yok olduğunu, ancak %1'inin yaşayabildiğini söylüyor. Yaşayanlar da tabii ki uyum yeteneği en yüksek olanlar; Dünyada defalarca onbinlerce binlerce yıl süren büyük buzul dönemler yaşanmış ve yenisi de yakın deniyor, bugün yaşayan tüm insanların ataları da o yıllarda hayatta kalabilmiş olanlar. Bu şüphesiz.

İster maymun'dan dönüşüldüğüne inanın, ister Adem ile Havva'dan geldiğimize; yaşayan herkes, milyonlarca yıldır yanan yaşam ateşinin ısısını yüreğinde ve gözlerinde taşıyor.

Peki bu hep böyle mi gidecek? Yaşamın dinamizmine ayak uydurabilen canlılar kendinin ya da neslinin yaşamını olabildiğince uzun süre sürdürecektir. Ama ölümden de kaçılamaz, hatta ölüm iyidir, öleceğiz ki bizden sonrakiler de (daha iyi) yaşayabilsin.

İşte bunun için bu sitede her şeyin en doğalına yer verildiği, üstün tutulduğu gibi, susuz tarıma, deneysel yaklaşımlara da sırt çevrilip, bu konularla ilgilenenler dışlanmıyor, ilgiyle izleniyor. Geçen yılki İzlanda'daki yanardağ gibi yüzlercesinin aynı zamanda patlaması gibi bir durumda, neslimizin devamı topraksız ve doğal ışıksız teknolojinin, yeteri kadar insanı besleyebiliyor olmasına bağlı olabilir. Böyle bir şeyin olup, olmayacağını bilemeyiz.

Bunun için, böylesi değişiklikler için de hazırlıklı olabilmeliyiz. Ancak görünen o ki öncelik her zaman doğal olandan yana ve yukarıda örneklenen yapay ortam ve ışık bile, doğayı daha iyi analiz edip, anlamakla ancak mümkün olabilir.

Sanırım asıl sorun, değişimin neresinde bulunduğumuz ya da tutum aldığımızla ilgili. Siz değişime nereden bakıyorsunuz?


gece
"değişmeyen tek şey değişim" diyen forum kişisi

gece Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 08-10-2010, 08:34   #13
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Sayın gece

Umarım gelecek, iyimser görüş gibi olur. Ama sadece dilemekle olmuyor. Zararın neresinden dönülse kardır deyip yaşamımızı değiştirmek gerek. Fakat 180 derece değiştirsek de geç kaldık ve değişimi destekleyenlerin sayısı şimdilik bir avuç. Geç kalınması geri dönülmezlik sınırını aşmamızdan. Eriyen tundralardan ve buzullardan atmosfere karışan metan için yapacak bir şeyimiz yok, kelin tepesi gibi açılmaya başlayan kuzey kutbunda ışığı yansıtacak buzullar yerine soğurup ısınmayı arttıracak derin okyanus açığa çıkmakta. Aynı şekilde karasal buzullar yerine ısınan kayalar ortaya çıkıyor. Yeni yağmış kar beyazı üzerine düşen ışığın %75 ini yansıtır. Buzullar daha azını karalar ve deniz çok daha az oranda yansıtarak ısınır.
Yaşam biçimimizin değiştirilme yandaşları da alıştıkları rahat yaşamlarıyla bunu pek beceremiyor. Kyoto kararlarına uymak da yetersiz. Tüm insanlar taş devrini yaşamaya başlasa da elimizden gelen bir şey yok artık. Ki taş devrini yaşamaya başlasak hem yok ettiğimiz doğa nedeniyle toplayacak avlanacak besin kalmadı ve bunca sayıdaki insanı beslemek için makineli tarım ve ileri teknoloji hayvancılık gerekir. Herkesin hint fakiri gibi yaşaması dahi bundan böyle çözüm değil.
İnsanın ortama uyum sağlayan canlı olması çok doğru. Bütün canlılar ortama uyum sağlayarak var oldular diyen çıkabilir, burada insanın uyumu farklı sizin ve benim söylediğimiz, kuzey kutbundan çöllere her yerde yaşamaya insanın uyum sağlaması. İzlanda volkanından çok daha büyük Sumatra’daki mega volkan Toba 74.000 yıl önce patladığında on yıldan fazla volkanın tozlarını taşıyan atmosferin koşullarında da insanın sayısı çok azaldı ama soyu kurumadı. Bunu jeologlardan önce genetikçiler bulmuştu. 70.000 yıl önce var olan 2.000 insanın torunlarıyız demişlerdi.Toba mega volkanı keşfedilince genetikçilere hak verildi.
Benim burada yazdıklarım konuyla ilgili bilim adamlarının gelecek için kestirimleri. Ne yazık ki benim uydurduğum bir öngörü değil. Ayrıca konu bir türe ait bireylerin zamanı geldiğinde ölümü olmayıp türlerin yok oluşu veya türün içerisinde mutasyon geçirenlerin ya da farklı özelliği olduğu için değişen koşullara ayak uyduran bireylerden farklı türlerin oluşması.

Susuz tarımdan söz etmişsiniz. Bunlar olumlu ve zorunlu uğraşlar. Doğal olandan yana olmaktan da bahsediyorsunuz. Şu anki insan sayısı, ve azalan tarım alanları nedeniyle verimli ve ileri teknoloji kullanarak tarım ve hayvancılık şart. Bunu ise doğal koşullarda yerine getirmek şimdilik olanaksız. Zaten doğal olmayan organik tarım da bunca insanı besleyemez, besinler için daha fazla para verebilecek azınlığı besler. Bu nüfusu besleyebilmek için GDO lu ürünlere, azot bileşiklerine vs muhtacız. GDO deyince yapılanların neler olduğu bilinmediği için akla olumsuz ürünler geliyor. Ancak yapılan gen değişimleri genellikle tarım ilacı kullanmamak, bu masraftan kurtulmak ve dünyayı zehirlerle bulamamak için. Örneğin bir bakteriden alınan gen mısırın DNA sına eklenerek, ona zarar veren kelebek yumurtalarını bırakıp tırtıllar oluştuğunda mısırın savunma mekanizması bu tırtıllara karşı kendini koruyan zehir üretmekte. Böylece ilaçlamadan kurtulundu. Şimdi bütün mısırlar bu özellikte. Bu mısırlar doğal mı, hayır. Bu işlemden geçmemiş mısırlar da doğal değildi zaten, Aztek’lerin kültüre almalarıyla değişmişlerdi, Colomb sonrası ise tüm dünyada değişimlerine devam ettiler. Balıklar dışında doğal besinimiz zaten kalmadı. Onlar da ağır metalleri ve diğer zehirlerimizi vücutlarında taşıyor.
Önce kültüre alarak, 10.000 yıldır değiştirip durduk her şeyi. 19. Yüzyılda hayvansal gübrelemenin yararını keşfettik, daha sonra yaptığımız minerallerle gübrelemeye uyum sağlayanları sağ bıraktık. Birçok besinimizin de orijinali, yok ettiğimiz doğal yaşamla yok oldu. Geri dönüşleri yok. Aradaki sürede oluşturduklarımızı da daha verimli ırkları oluşturunca bıraktık, insansız var olamadıklarından yok olup gittiler. Bunları elde edebilsek de düşük verimleri nedeniyle rekabet edemezler. Ancak yüksek fiyatları nedeniyle azınlık tüketebilir. Sadece çeşitliliği arttırırlar.


Karamsarlık pekiştirmesi olarak bir şey daha. Sürekli değişen koşullarda sözünü ettiğim değişimlerin yanında iki büyük olasılık daha var. Birisi asteroit düşmesi, diğeri mega volkan patlamaları. Bunlar için perhiz yapamayız elimizde değil. 1908 Tunguzkaya asteroitinden çok daha büyükleri dünyaya düştü. Dinozorları yok edenin de böyle bir olay olabileceği varsayımı da var. 1883 te patlayan Krakotoa mega volkan olmadığı halde 12.000 yıldan beri ısınma periyoduna girmiş dünyanın ısınmasını atmosfere gönderdiği külleriyle 10 yıldan fazla durdurdu. Bunlar hep ölçülmüş değerlerdir.
Benim anlattığım tahminler, her şey yolunda giderse ne yazık ki gerçekleşebilecek olanlar. Sizin, benim ve benzer düşüncedekilerin alacağını sandığı önlemlerin yarar sağlayacağı dönemi aştık. Bu sadece tedavisine başlanan ölümcül hastanın biraz ömrünü uzatmak.

Ne kadar uzun yazmışım yine. özür dilerim.
Ensar bana burayı önerdiği için ikibin kere pişman olmuş.

Saygılarımla
İyimser olmayı isteyen karamsar maymun

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 08-10-2010, 23:01   #14
Ağaç Dostu
 
gece's Avatar
 
Giriş Tarihi: 22-02-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 1,670
Galeri: 32
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi meymun Mesajı Göster
...

Umarım gelecek, iyimser görüş gibi olur. Ama sadece dilemekle olmuyor. Zararın neresinden dönülse kardır deyip yaşamımızı değiştirmek gerek. Fakat 180 derece değiştirsek de geç kaldık ve değişimi destekleyenlerin sayısı şimdilik bir avuç. Geç kalınması geri dönülmezlik sınırını aşmamızdan. ...
Karamsar olmakta haksız olduğunuzu söylemiyorum. Sadece dilemekle olmadığına da tamamen katılıyorum. Benim söylemek istediğim şey de bu zaten; her şeyi değiştiremeyeceği besbelli olan, azınlık olan bizler, doğanın özünde yer alan değişime, çoğunluktan daha iyi uyum sağlayabilir ve bu zorlu çabanın karşılığı olarak, kendimizin ve sevdiklerimizin yaşama hakkını kazanabiliriz.
Bireysel olarak bile değişimi öyle iyi anlayabilir ve ona uyum sağlayabilmeliyiz ki, "geri dönülmezlik sınırının aşılması" anlamını yitirmeli. Niye geri dönelim, neden geç kalalım, neden boş yere geçmişe takılıp kalalım...

Değişim, dönüşüm bizimle başlamadı, biz sadece hızını ve ivmesini artırdık, durduramayız, geri de dönemeyiz, dönmez, döndürmemiz gerekmiyor ki...

Basit bir şekilde örnekleyecek olursam; deniz hatta okyanus dalgalı hatta çok büyük dalgalı olabilir ancak bu yüzme bilmeyen, dalgalı denizi sütliman olsun isteyen için kötüdür, usta sörfçü olmanın, en azından sörf için girişimde bulunup, sebat etmenin nesi kötü?


Alıntı:
... Tüm insanlar taş devrini yaşamaya başlasa da elimizden gelen bir şey yok artık. Ki taş devrini yaşamaya başlasak hem yok ettiğimiz doğa nedeniyle toplayacak avlanacak besin kalmadı ve bunca sayıdaki insanı beslemek için makineli tarım ve ileri teknoloji hayvancılık gerekir. Herkesin hint fakiri gibi yaşaması dahi bundan böyle çözüm değil.
...
Benim burada yazdıklarım konuyla ilgili bilim adamlarının gelecek için kestirimleri. Ne yazık ki benim uydurduğum bir öngörü değil. Ayrıca konu bir türe ait bireylerin zamanı geldiğinde ölümü olmayıp türlerin yok oluşu veya türün içerisinde mutasyon geçirenlerin ya da farklı özelliği olduğu için değişen koşullara ayak uyduran bireylerden farklı türlerin oluşması.
Dünyaya gelen türlerin %99'unun yokolduğunu ancak %1'inin hayatta kaldığını söylerken de, 'ölüm iyidir' derken de canlı türlerini kastediyorum. Mevcut şartlara göre olması gereken olur, yaşayabilecek olan yaşar, tabii ki ölmesi gereken de ölür. Basit ve acımasız ama böyle. Biz de bu kuralın dışında değiliz, hiçbirimiz değil.


Alıntı:
... Doğal olandan yana olmaktan da bahsediyorsunuz. Şu anki insan sayısı, ve azalan tarım alanları nedeniyle verimli ve ileri teknoloji kullanarak tarım ve hayvancılık şart. Bunu ise doğal koşullarda yerine getirmek şimdilik olanaksız. Zaten doğal olmayan organik tarım da bunca insanı besleyemez, besinler için daha fazla para verebilecek azınlığı besler. Bu nüfusu besleyebilmek için GDO lu ürünlere, azot bileşiklerine vs muhtacız. GDO deyince yapılanların neler olduğu bilinmediği için akla olumsuz ürünler geliyor. Ancak yapılan gen değişimleri genellikle tarım ilacı kullanmamak, bu masraftan kurtulmak ve dünyayı zehirlerle bulamamak için. ...
Kusura bakmayın ama "bunca insanı beslemek için GDO'lu tarımın da tekno. hayvancılığın da zorunlu olduğu"na inanmıyorum. Bunların (gerçek) bilim adamlarının öngörüleri olduğunu da sanmıyor, bu tür "imkansızlık"ların, değişime karşı olan, çalışarak yiyeceğini kazanmak yerine, başkasının çalıştığını yemeye alışmış, bunun değişmesini istemeyen para babalarının yönlendirdiği bilim adamlarının sözü olduğunu sanıyorum.

Toprak bunca cömertken; gerektiği ve yeteri kadar beslenmek için, "kaynak yok, imkan yok, mümkün değil" sözleri bana anlamsız geliyor. Sorunun varolan kaynakların hoyratça kullanılıp, ulaşması gereken yerlere ulaşacak yerde, açgözlülerin talanına kurban edilmesinden kaynaklandığını sanıyorum.

Hele GDO'ları geliştirenlerin aynı zamanda ilaç sanayii ile olan 'organik' bağlarını düşününce, "ilaçsız ürün için GDO üretme" reklam/sloganı inanın hiç inandırıcı gelmiyor. Her yıl yeni tohum alma zorunluluğu ve belli bir marka ilaç kullanma zorunluluğunun kime yaradığını etraflıca düşünüp, analiz etmek gerekiyor.
Her şey bir yana tüm bu "iyi", "zorunlu" çalışmalar, niye bedeli her anlamda ödeyen insanlardan gizleniyor, neden seçim hakkı onlara bırakılmıyor.

Yiyeceğini kendi seçme bakterilerde, virüslerde bile mevcut ve onlar bile seçiyorken neden insanlardan bu kadar uzaklaştırılmak isteniyor?

Alıntı:
...

Karamsarlık pekiştirmesi olarak bir şey daha. Sürekli değişen koşullarda sözünü ettiğim değişimlerin yanında iki büyük olasılık daha var. Birisi asteroit düşmesi, diğeri mega volkan patlamaları. Bunlar için perhiz yapamayız elimizde değil. 1908 Tunguzkaya asteroitinden çok daha büyükleri dünyaya düştü. Dinozorları yok edenin de böyle bir olay olabileceği varsayımı da var. 1883 te patlayan Krakotoa mega volkan olmadığı halde 12.000 yıldan beri ısınma periyoduna girmiş dünyanın ısınmasını atmosfere gönderdiği külleriyle 10 yıldan fazla durdurdu. Bunlar hep ölçülmüş değerlerdir.
Benim anlattığım tahminler, her şey yolunda giderse ne yazık ki gerçekleşebilecek olanlar. Sizin, benim ve benzer düşüncedekilerin alacağını sandığı önlemlerin yarar sağlayacağı dönemi aştık. Bu sadece tedavisine başlanan ölümcül hastanın biraz ömrünü uzatmak.

Ne kadar uzun yazmışım yine. özür dilerim.
Ensar bana burayı önerdiği için ikibin kere pişman olmuş.

Saygılarımla
İyimser olmayı isteyen karamsar maymun
Sizin, benim ve benzer düşüncedekilerin tüm dünyayı kurtarması gerekmiyor, kendileri ve gelecekleri için diledikleri değil ama ellerindeki imkanlar ile ellerinden geleni yapsınlar yeter. Unutmayın "ölümcül hasta" sevdikleriniz, çocuklarınız, ömrünü uzatmak için, çaba harcamaya değmez mi?

Uzun yazdığınız için teşekkür ederim. Ensar da pişman olmasın, ellerine, ağzına sağlık.

Saygılar bizden.


gece
iyimser olmanızı isteyen forum kişisi

gece Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 09-10-2010, 11:41   #15
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Yazdıklarım kötümser gözüktüğü için kötümser meymun şeklinde imza attım. Ölçme olanağım olmadığından benden iyimser kimse yoktur iddisında değilim ama, aslında ben iyimserim.

İyimser olduğumu kanıtlamak için yazmayı sürdürüyorum.

Isınma sorununu hızlandıran faktörün fosil yakıtlar olduğu bilindiği halde dev ve birbiriyle bağlantılı, siyasi, sanayi ve ekonomik kurumlar konuyla ilgili bir şeyler yapmaya yönelmediler. Ve bu tavırları hala değişmedi. Bizler de ve yarın Maçka parkında toplanıp yürüyecek olanlar da bulaşıklarını makinede yıkamaya, otomobillerini kullanmaya, kapılarını uzaktan kumandayla açmaya, Ankara’ya deve yerine uçakla gitmeyi sürdüreceğiz. Yok edilen yağmur ormanlarından elde edilen ağaçlarla yapılmış ahşap eşyalar almaya devam edeceğiz. Ama yarınki eylemle dünyanın geleceğine katkıda bulunduğumuzu düşünüp mutlu olacağız. Mutluluk herkesin hakkı. Yapılacak etkinliği küçümsemediğimi eklemeliyim yanlış anlaşılıyor. En azından sorunun duyurulup yayılmasını sağlayacağız. Aklımıza geldiğinde de bazı konulara biraz dikkat edeceğiz. Tasarruflu ampül kullanarak, musluğu az açarak falan. Dikkat ettiyseniz fiillerin içine biz diyerek kendimi de kattım, çünkü ben de orada olacağım.

Bunların dışında, konunun önemini kavrayamayanlar büyük çoğunluğu oluşturmakta. Ayrıca alıştıkları ortamın geçmişten beri var olduğunu ve geleceğin de böyle olacağını iddia edenler de çok.

Yukarıda ısınma sorunu değil, ısınma sorununu hızlandıran faktörler demiştim. Dünya 12.000 yıldan beri ısınma periyodu içinde, dönme ekseninin açısı kuzey yarımkürenin ısınmasını arttıracak yönde küçülmekte.
İnsan kaynaklı ve doğal ısınma süreci Sibirya tundralarını da eritip çok yüksek oranda metanın atmosfere katılmasını sağlamakta. Eriyen buzullar yerine açığa çıkan derin okyanus ve karaların güneşten gelen enerjiyi yansıtma oranı buzullara göre çok daha düşük. İnsan nüfusu Afrika’nın tarıma zararlı çekirge sürüleri gibi oldu ve sadece modern yaşama olmayıp, önce beslenmeye gereksinimi var.
Tüm bu olumsuzluklara karşı çıkmak ortamımızı koruma düşüncesi ve işimize geldiği için. (Yanlış anlamasın, sizin karşı çıkanlardan olmayıp önlem alma taraftarı olduğunuzu biliyorum.) İnsan sadece düşüncelerinin dışındakileri ret eden canlı olmayıp alışkanlıklarının değişmesine de karşıdır. Değişimi kabul ettiğini söyleyip değişime karşı davrandığının farkında olmayabilir.
Dünya coğrafi ve diğer tüm fiziksel özellikleriyle böyle değildi. Böyle gitmeyecek değişecektir. Evrim, bizim olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirdiğimizle ilgilenmeyip canlı ve cansız maddeleriyle yolunda devam edecektir. Önemli olan değişimi kabullenmek, olanaklarımız sınırında kendi çıkarımıza uygun, doğaya da karşı gelmek. Fakat sonuçta yeni koşullara uyum sağlayabilmeyi becerirsek, daha az sayıda insanla bir süre daha var olabileceğiz.

bitti

NOT: GDO konusunda neler yapıldığını araştırmanızı öneririm. Gerçekler, kafamızda sokulan ya da bizim doğal olmayana karşı düşüncelerimizle geliştirdiğimiz yanlış bilgiler gibi değil. Işık saçan derin deniz canlılarının genleri eklenerek 12 renkli parıldayan biber, yeşil fosforlu derisi olan domuzlar deneme amaçlı. Asıl yapılanlar tohum tekellerinin ürettiği kısır hibritler gibi olmayıp ülkemizde de tohumu alınıp yetiştirilen olumlu işlerdir. Bunların sağlığımıza olumsuz etkileri şu ana kadar tespit edilemediğinden ve ekonomik olmaları nedeniyle üretip tüketiyoruz. İleride ne olur bilmiyoruz. Cebimizde dolaştırdığımız telefonlar için de durum benzer. Söylentilere inananlar cep tefonu kullanmasın.

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 09-10-2010, 12:22   #16
Ağaç Dostu
 
gece's Avatar
 
Giriş Tarihi: 22-02-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 1,670
Galeri: 32
Zaten ben de iyimser olmak için çabalıyorum ama bu biraz da sizin "mutluluk herkesin hakkı" anlamına gelip düğümleniyor. Malzeme bu, durum ortada zaten.

Yazdıklarınızın tersini iddia ediyor gibi görünüyor olabilir ama bazı konularda birbirimizi daha iyi anlayabilelim diye yazıyorum ve bu yöntemin işe yaramadığını söyleyemem. Yazılarınız için teşekkürler.

Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi meymun Mesajı Göster
... İnsan sadece düşüncelerinin dışındakileri ret eden canlı olmayıp alışkanlıklarının değişmesine de karşıdır. Değişimi kabul ettiğini söyleyip değişime karşı davrandığının farkında olmayabilir.
...
Tamamen katılıyorum, hatta olay, bilinçsiz bir kendini kandırmadan da ibaret olabilir. Bu, bir insan olarak benim için de geçerli. Burada 'yanlış hesabın Bağdat'tan döneceği' sözünü unutmayıp, arada özeleştiri yapmak, titreyip kendimize gelmede işe yarayabilir.

Alıntı:
NOT: GDO konusunda neler yapıldığını araştırmanızı öneririm. Gerçekler, kafamızda sokulan ya da bizim doğal olmayana karşı düşüncelerimizle geliştirdiğimiz yanlış bilgiler gibi değil. Işık saçan derin deniz canlılarının genleri eklenerek 12 renkli parıldayan biber, yeşil fosforlu derisi olan domuzlar deneme amaçlı. Asıl yapılanlar tohum tekellerinin ürettiği kısır hibritler gibi olmayıp ülkemizde de tohumu alınıp yetiştirilen olumlu işlerdir. Bunların sağlığımıza olumsuz etkileri şu ana kadar tespit edilemediğinden ve ekonomik olmaları nedeniyle üretip tüketiyoruz. İleride ne olur bilmiyoruz. Cebimizde dolaştırdığımız telefonlar için de durum benzer. Söylentilere inananlar cep tefonu kullanmasın.
Elimden geldiğince araştırmaya çalışıyorum, ancak asıl sorun; objektif kaynak eksikliği. Hangi canlıların GDO'lu olduğu, neden GDO'lu olduğundan itibaren net araştırmalardan çok vaatler, propagandalar, kanaatler ve önyargılar için taraflı yazılarla karşılaşıyorum. GDO'lu canlıların bir listesine bile ulaşmak, internete rağmen pek mümkün değil. Buna bir de şirketlerin 'ticari sır' nedeniyle gizlediği, gizlemek zorunda olduğu bilgileri düşününce, kendi adıma ihtiyatlı davranıp, binyıllara dayalı yöntemlere daha çok güvenme sonucuna varıyorum.

Öneriniz için teşekkür eder, özellikle önerebileceğiniz kaynak (varsa) onları daha bir dikkatle incelemek isterim.


gece
ilk yaşamdan bitkilere, bitkilerden GDO'lara, oradan nereye diyen forum kişisi

gece Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 09-10-2010, 14:40   #17
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
Önce yanıtlarınız için başından beri memnun olduğumu belirteyim. Çok farklı düşüncede olduğumuz da benim aklıma hiç gelmedi. Bizler gibi önlem alınması düşüncesinde olanların dışında bu sorunu tamamen ret edenler var. Bu kesimle farklı düşüncedeyiz. Bu grubun içinde durumdan çıkarı olanlar olduğu gibi, muazzam ve kıyamete dek değişmeyecek dengenin var olduğuna inanlar ve tanrının yarattığı düzeni insanın değiştiremeyeceğini söyleyenler var. Alışılmış ortamın sürekliliğine inanlar şu an çoğunlukta. Onlar dünyanın başından geçmiş katastrofik olaylar için oluşturulmuş mitlere inanan ve bu hikayelerle inanmalarına rağmen pek bir şeyin değişmediğini sananlar. Bir zamanlar tv programında freon12 nin ozon tabakasına etkilerini dahi ret edip kendi aralarında gülüyorlardı.

GDO konusuna gelince benim bilgim de uzman olarak değil, merak edip öğrendiğim sınırlı bilgi. Kültüre alma, insan becerisiyle seçerek türü değiştirme, kendi istediğimiz özellikleri gelişmiş olanları damızlık ayırma, melezleştirme bunların hepsi canlıların genetiğini değiştirerek yeni varyasyonların hatta alt türlerin ortaya çıkmasını sağladı. Bu 10.000 yıldır devam ederken şimdi genetik dediğimiz bilim, DNA değişimini yani DNA ya gen eklemeyi bilinçli olarak yeni teknoloji ile daha hızlı gerçekleştiriyor. 50 nesil beklemeden amaca ulaşılıyor . Genler dev moleküllerdir. Çok daha dev molekül olan DNA yı oluştururlar. Bu genlerin bazıları canlının davranışlarını, içgüdüsel bilgileri yönetirken bazıları proteinlerin oluşumunu sağlayarak canlının biçimini oluşturur. Mikroplarla savaşan proteinlerden, canlıya saldıranlara karşı zehir üreten proteinler de var ve bunların oluşumunu genler sağlar. Ekimi serbest bırakılan ilk GDO lu bitki mısır. Eskiden bitki üzerinde koçanların açılarak püsküllerinden tanelerine kadar siyah jele bulanmış içi kelebek larvaları ile dolu mısırlar vardı. Sonra buna karşı zehir geliştirilerek ürünün verimi arttırılmaya çalışıldı. 1980 li yıllarda ise kelebek yumurtasını bıraktığında kurtçukların koçan üzerinde yaşamasını engelleyen zehir salan mısırlar üretildi ve 20 yıldan fazladır bu mısırlar dünyaya yayıldı. Bu zehiri oluşturan gen sadece larvaları gördüğünde çalışıyor. Ve mısırlar ilaçlanmıyor. Tuttuğumuzda ellerimizi kömür tozuna sokmuş gibi siyaha bulayan mısır çok az kaldı. Bu gen bir bakteriden alındı. Yani doğal bir canlıdan. Kimyasal zehir kullanmaktan kurtulduk. Sağlığımıza zararı var mı belki gelecekte ortaya çıkacak. Ama biz sağlımıza zararı olan diğer doğal besinlerimizi dahi henüz tespit edebilmiş değiliz. Şimdilik önemli olan mahsurlarını bulamadıklarımızın verimli üretimi. Bir canlıya eklenecek genler de özellikleri bilinenlerden seçilmekte. Genin aktarıldığı alıcıda nasıl çalışacağı ve sağlığımıza zararlı olup olmadığı uzun testlerden geçtikten sonra piyasa sürülüp, herkesçe bu geni taşıyanlar üretilmekte. Binlerce genden birinin değiştirilmesi veya bir genin eklenmesi o canlıyı baştan aşağı değiştirmiyor.
Doğada da gen transferi her zaman var. Eşeyli üreme dışında, bakteriler çok hücreli canlıların organizmasına girdiğinde kalıcı veya geçici gen değişimi yapmakta. Mısıra eklenmiş diğer gen ise her türlü bitkiyi öldüren ilaca direnç sağladı. Tüm zararlılar ölürken mısır dimdik ayakta tarlaları dolduruyor. Bu değişiklik yapılmış mısırın ise Meksika’ya sokulması yasak. Çünkü orada mısırın atası hiçbir işe yaramaz, zararlı dediğimiz bir bitki var. Mısırın en yakın akrabası ve tarlalarda bulunması istenmiyor. Ve mısırla her an melezleşip o da bu zehire karşı dirençli tohum üretebilir.

Hem yazmaktan sıkıldım, hem evden çıkmak zorundayım sonra devam ederim.

http://www.who.int/foodsafety/public...0questions/en/

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 10-10-2010, 09:05   #18
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 29-02-2008
Şehir: Tekirdağ
Mesajlar: 533
Sevgili Gece ve Meymun,

Sizler yazmaya devam edin ben fırsat buldukça okurum. Kattiyen sıkılmam ben sizin yazdıklarınızın yarısını yazmaya kalksam bütün gün başka hiç bir iş yapmamam gerekecek.

Sevgiyle kalın,

ensar Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-10-2010, 11:43   #19
Ağaçsever
 
Giriş Tarihi: 04-05-2010
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 80
İlk yaşamda GDO ya, sonrası doğa kerim.

Sürekli değişen evren, onun bir noktası dünya ve dünyamızdaki yaşam başlangıçlarından beri türlü biçimlere girdi. Bundan sonra da her şey birbirlerini etkileyerek aynı yolda devam edecek. Dünyadaki yaşam, doğanın bir mahluku olan insanın da değişime katkılarıyla ve biz bozduk düşüncelerimizle rastlantısal yolculuğunda hala var ve güneş sönene dek olacak. Düzeni bozduğumuz üzüntümüz ise, değiştirdiğimiz koşullardan kendimizin de olumsuz etkilenmemizden kaynaklı. Canlı türlerinden bazılarının şimdiden soyu kurumuş, aslanların, gergedanların, fillerin sayısı 20 yıl önceki nüfuslarının şimdi yüzde biri kadarlar.
Fakat yaşam, gelecekte oluşturduğumuz koşullarda yepyeni formlara girecek türler ortaya çıkaracak. Yeni türler için de gelecekteki dünya, o koşulları ile yaşamın sevinç kaynağı olacak, ahırdan dışarı çıkarılınca zıplayan dana gibi, gelişmiş canlıların yavruları hoplayıp zıplayıp oynayacaklar. Bizden başka bilinçli canlılar oluşur da, işte bunda bir hikmet var derler mi bilmem.

Bir zamanlar tarıma başlanınca ormanlar kesilip Avrupa’nın Amerika’nın yaban yaşamı tarla, daha sonra şehir, yol, baraj olmaya başladı. İlkel yaşamını son yıllara kadar sürdüren insanlar da inek beslemeye başlayınca ineklerini keçilerini avlayan aslanları öldürmeye, onların yaşam alanlarına girip ekip biçmeye ve filleri kovalamaya başladılar. İnsanların daha önce uygarlaşmış olanları da, şimdi yaban yaşam elden gidiyor deyip Afrikalıya kızıyor. Ya da en azından atalarımızın daha önce yaptıklarını şimdi yapanlara biraz hak verse de, elden gidenler için üzülecek bilince eriştik. Ama buna üzülenler, yağmur ormanlarını maden aramak, tik ağaçlarından evimizin bahçesinde çim üzerinde oturmak için masa sandalye, denize dayanıklı yat kaplaması yapmak için talan edilmesine katkıda bulunduklarını düşünmüyorlar. Amazonun ortasında yapılan otoyolu protesto ederek maun mobilya kullanıyorlar.
Çelişkilerimiz içerisinde endüstriyel tarımın perişan ettiği tarım alanlarına, buralarda kullanılan yapay katkılara karşı çıkmak gibi kafamıza yerleşmiş düşüncelerimiz de var. Bunlar olmasa bu nüfus açlıktan ölür, aslında bu nüfusa ulaşamazdık. Gerçekte tüm bunların endişe verici olumsuzluklara yol açtığı doğru. Ve yetmiyor, canlılara yeni genler ekleyip daha fazla ürün elde etmek istiyoruz. İlk amacı kar, fakat sonuçta artan nüfusun besin ihtiyacı karşılanıyor. Şimdiye kadar yaptıklarımızdan ortaya çıkan olumsuzluklar nedeniyle GDO ya da şüphe ile bakmak doğal. Henüz insan sağlığına, çevreye olumsuz etkisi pek tespit edilemediğinden savunucuları da var ileride ne olacağı kuşkusuyla tamamen karşı çıkanlarımız da var.

Bakterilerden besin olarak kullandığımız canlılara eklenen genler böceklere ve yabani otlara karşı direnç kazandırmak içindi. Diğer amaç olan daha verimli ırklar elde etmek için çalışmalar ve deneyler sürüyor. Yakıt üretme amaçlı kullanılan bitkilerde yapılan gen değişimleri de nasıl olsa biz yemiyoruz düşüncesi ile kuşkulanmamız gereken konu değil. Roundup isimli süper bir zehirimiz var. Bitkileri öldürüyor. Üretim maliyeti düşük, topraktaki bakterilerce kısa sürede yok edildiği için çevreye zarar vermediği iddia edilen bir zehir bu. Ürettiğimiz bitkilere glikofosat ve fosfinotrisine direnç kazandırdığımız için toprağa verdiğimiz gübrelere yabani otlar ortak olamayacaklar, bizim bitkiler büyüyecek, verim artacak petrol yerine onlardan mazot yapacağız. Bizim GDO lu bitkilere zarar vermediğinden bu zehirlerin aşırı kullanıldığını, söylendiği hızla yok olmayıp yer altı sularına karıştığını iddia edenler var. Yaptıkları ölçümlerle bunu kanıtlamaya çalışıyorlar.
Böceklere direnç kazanmış ve bitki zehirlerinden etkilenmeyen yeni ürünler, süper bir gelişme. Fakat ya bunlar insanın tarlasında istemediği ilk formlarıyla melezleşir de onlar da bu özellikleri kazanırlarsa onları tarlalarımızdan nasıl yok edeceğiz? Çünkü rüzgar ve böcekler bizimkilerin polenlerini tarlamızdan çok uzaktaki yabani otlara mutlaka taşıyacaklardır. Onlar da bizim GDO lu canlıların genlerine kavuşup,bir sonraki nesillerinde insanın yaptığı zehirlerden etkilenmeyecekler. Tarımımıza zararlı böcekler bile DDT ye kendiliğinden uyum sağlamıştı. Hazır polen istemediğimiz bitkileri mutlaka değiştirecektir. GDO lu bitkilerimizin böceklere karşı ürettiği maddelerden etkilenmeyen böcekler de yine kendiliğinden oluşak. Yaşam çok güçlü yolunu bir bulur.

Evet doğa kerim de, insan da kerim değil mi? Bunun da çaresini bulur. Evrenin merkezi, her şey onun için yaratılmış, ye, iç, gül, oyna, üre, çoğal her yeri ele geçir. Sen en akıllı varlıksın. Bilincin desen, hiçbir canlıda yok. Eskiden 10-15 çocuk doğuran kadının 1-3 çocuğu yaşardı. Şimdi en küçük temizlik ve sağlık bilgisine sahip olunduğunda bu 10-15 çocuğun hepsi de yaşıyor. Sağlık bilgisi ile birlikte eskiden yaşayabilenlerin sayısı kadar doğum yapacak doğum kontrol bilgisi de verilseydi, ya da bunu öğrenenler Allah verdi demeyip uygulasa idi, sanırım bu kadar sorun olmazdı. Her ailenin çocuk sayısının fazla olmasını isteyenler, sonumuzun çabuk gelmesini desteklediklerinin bilincinde değiller.

maymunlar cehenneminizi 4 gözle bekleyen içinizdeki ajan meymun

meymun Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 11-10-2010, 13:50   #20
Ağaç Dostu
 
gece's Avatar
 
Giriş Tarihi: 22-02-2007
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 1,670
Galeri: 32
Alıntı:
Orijinal Mesaj Sahibi meymun Mesajı Göster
İlk yaşamda GDO ya, sonrası doğa kerim.
Sonrası için insanın tercihi belli; GDO yoluyla ölümsüzlüğe ulaşmak olacaktır. GDO düşüncesinin altında yatan asıl düşüncenin; böcek ya da yabani bitki veya verim değil de olanca çıplaklığı ile ölümsüzlük olduğunu düşünüyorum.

Sonuçta ölüm genetik olarak kodlanmış bir yaşam güvencesi ve tüm insanlığın geçmiş ve gelecekteki mücadelesi ölümsüzlüğü elde etmeye yönelik değil mi?

Alıntı:
...Canlı türlerinden bazılarının şimdiden soyu kurumuş, aslanların, gergedanların, fillerin sayısı 20 yıl önceki nüfuslarının şimdi yüzde biri kadarlar.
Filler konusunda bir çok yerde rüzgâr tersine dönmüş durumda, Afrika'da birçok yerde (üstelik bu yerler 'doğa koruma alanları') çok fazla artan fil nüfusunun itlafı ciddi ciddi düşünülüyor ve başka çare olmadığı da dile getirilmekte. Korkarım bu sefer filler genç yaşta öldürülecekleri için ölümün yaklaştığını anlayıp fil mezarlığına da gidemeyecekler. Böylece insanlar tepişince ezilenler sadece otlar değil, filler olmuş olacak, ikinci kez (ilki ticarî avcılık) aynı şeyi yapmış olacağız, üstelik bu kez öncekinin aksine 'koruyup, kollayarak', yani doğaya müdahalemiz her durumda "ötekiler" için ölüm'e çıkıyor, aferin bize. Eh bize de kala kala ölümsüzlük kaldığını sanıyoruz.

Alıntı:
... Bizden başka bilinçli canlılar oluşur da, işte bunda bir hikmet var derler mi bilmem.
Derler derler, bilinçli canlıların olduğu yerde hikmet vardır. Fakat kimin fendi kimi yener, onu bilmem, ama zaman gösterecektir.

Alıntı:
... Eskiden 10-15 çocuk doğuran kadının 1-3 çocuğu yaşardı. Şimdi en küçük temizlik ve sağlık bilgisine sahip olunduğunda bu 10-15 çocuğun hepsi de yaşıyor. Sağlık bilgisi ile birlikte eskiden yaşayabilenlerin sayısı kadar doğum yapacak doğum kontrol bilgisi de verilseydi, ya da bunu öğrenenler Allah verdi demeyip uygulasa idi, sanırım bu kadar sorun olmazdı. Her ailenin çocuk sayısının fazla olmasını isteyenler, sonumuzun çabuk gelmesini desteklediklerinin bilincinde değiller.
Çok çocuk (önceki) tarımın bir sonucuydu, emek yoğun bir alan olan (geleneksel) tarımda; çok çocuk optimum çözümdü, sorun değil. Üstelik hem toprak ağasının işine geliyordu hem de marabanın. Geçiş döneminde "kaşık düşmanı" gibi görülüp, sorun olmuş olsa da şehirli yeni nesillere bakın, ikinci çocuk artık lüks, dolayısıyla, şu an zaten (gelişmiş kabul edilen) insan nüfusu eksiye düşmüş durumda, endişe edilesi durum artık çok çocuk değil, yok çocuk. Bunu Trakya ve İstanbul'un sosyetik kabul edilen semtlerinde çok rahat görebilirsiniz;
Yüzlerce konutun olduğu sitelerde, çocuk parkları bomboştur.

Alıntı:
maymunlar cehenneminizi 4 gözle bekleyen içinizdeki ajan meymun
Maymunlar cehennemi'nde uçtakinin zıddına dönüşmesi ne güzel ifade edilmişti değil mi?


gece
Maymunlar cehennemi ile başetmek (ötekileştirme nedeniyle) kolay da, yaşanan şu insanlar cehenneminde, (beklemek gibi sıkıcı bir süreç yerine) ajan olarak bize de çalışır mısınız? Diyen forum kişisi 8>)


Not: Bu yazı, kendi kendini imha etmeyecektir. Zaman denilen, göreceli bir süreç sonunu belirleyecektir. Yeterli sabrı gösterebilenler görecek, gösteremeyenler için ise sonucu yine zaman gösterecek...

gece Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Eski 16-12-2010, 18:22   #21
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 22-11-2010
Şehir: İstanbul-Balıkesir
Mesajlar: 1,734
Üzerinde yaşadığımız ihtiyar yuvarlağın daha keşfedilecek o kadar çok yönü var ki sonunun geleceğini hiç sanmıyorum.

furkan yıldız Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön
Cevapla


Gönderme Kuralları
Yeni konu gönderemezsiniz
Konulara yanıt veremezsiniz
Ek dosya yükleyemezsiniz
Kendi gönderilerinizi düzenleyemezsiniz

BB code Açık
Smilies Açık
[IMG] Kodu Açık
HTML Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum saati Türkiye saatine göredir. GMT +2. Şu an saat: 22:25.
(Türkiye için GMT +2 seçilmelidir.)


Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024