View Single Post
Eski 20-10-2010, 07:54   #4
denizakvaryumu
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 13-04-2006
Şehir: Ankara
Mesajlar: 9,099
Dünyada yaklaşık yedi milyon kilometrekare tuz bulunuyor. Ama sadece
kapladığı alanla, yemeklere verdiği tatla, sebze, et ve balıkların
bozulmasını engelleyen koruyucu özelliğiyle değil, kutsal bir sembol
olmasıyla da tarih sayfaları arasında yerini alıyor tuz. Antik Yunan
düşüncesine göre toprak, hava, su ve ateşin tümünü içerdiği için
kutsal bir sembol. Birçok dinin şeytan çıkarma ayinlerinin de bir
parçası. Bu kadarla kalmıyor; tuz, günümüzde birçoğu sağlık alanında
olmak üzere 14 bin ayrı ürünün imalatında kullanılıyor.

Bizler artık her şeyi daha çok kendi içimizden gelerek yapmaya
başlamalıyız. Çocuklarınızın okula götürmesi için sevecenlikle
hazırladığınız bir tost ekmeğinde, 5 yıldızlı bir otelin menüsünden
çok daha fazla enerji olduğu söyleniyor. Eskiden yemekler neden
kutsanırdı? Tabi ki onlarla rezonansa girmek için. Bunun dindarlıkla
hiç ilgisi yok. Bu doğayla tekrar bir olmak için, ahenkte olmak için.
Bazı çiftçiler ayın ritmleriyle işlerini yaparlar. Biz bunu su ile
denedik. Örn. dolunay ve yeni ayda aynı yerden su alıp kimyasal
analizini yaptırdık. Sonuçta bu suların sanki farklı kaynaklardan elde
edilmiş gibi bir sonuca vardık, çünkü dolunayda alınan suda çok daha
fazla oksijen ve daha az nitrojen mevcuttu. Bunun sonucunda da suda
farklı basınç durumlarının ve böylece de farklı mineral yapı oluştuğu
görüldü.

Daha derinlere indiğimizde suyun doğal bir homeopatik olduğunu
görüyoruz. Peki homeopati nedir? Örn. D 23'e kadar (23 katı)
sulandırarak, aslında orijinal maddeden suda hiçbir şey kalmamasına
rağmen iyileştirebilmektir. Fakat bizim için önemli olan madde değil,
bizi ilgilendiren onun enerji içeriği. Homeopatik bir ilaç ne kadar
çok sulandırılırsa daha etkili oluyor. Çünkü onu yavaşlatan madde
enerjisinden arındırıp enerjilerinin rahat akışını sağladığımız için.

Buradan yola çıkarak şimdi tuz'a geçiyoruz , sözüm ona `beyaz altından
- beyaz zehire'. Mutfağınızda bulundurduğunuz tuz, tuz değil, sadece
NaCl. Bildiğimiz tuzun ana ögesi ne kadar çok NaCl olsa da aslında
doğal tuz kimyasal olarak çok daha fazla elementten oluşuyor. Bunlarda
bilinen yaklaşık 84 element, ve NaCl de bunun sadece 2 tanesini
oluşturuyor. Doğa, aslında doğal olan her şeyde tamamın olmasını
sağlıyor. Buna bakarak insan bedeni de sadece su ve tuzdan oluşuyor,
ve bu tuz da aynı doğadaki tuz gibi bu 84 elementten oluşmakta. Ve
öğrendiklerimize göre, önemli olan elementin kendisi değil, onun
içerdiği enerji, enformasyonu, dalga boyu veya frekans deseni.

Doğal tuzda fizik bedenimizde de bulunması gereken tüm elementler
mevcut. Ve vücudumuzda herhangi bir element eksik olduğunda da bunun
tuzda mevcut olduğunu biliriz. Bu da %100 rezonans demektir. 1897
yılında, bay Schüßler (Schüßler tuzları'nın kurucusu) insan
bedenlerinin yakıldığında geriye kalanın tuz olduğunu tespit
etmiştir.

Modern bir çöp yakma tesisine gittiğinizde depoların beyaz tuz
artıklarıyla dolu olduğunu görürsünüz.. Maddeyi de oluşturan budur.
Böylece tuz da bir platonik şekil oluşturuyor. Suyun tetraeder şekli ,
kuvars'ın heksagonal şekli, tuzun da küp şekli var, 5 platonik
şekillerden biri. Bu küp'ün içinde, kristal kafesinin içinde tüm
frekans desenleri mevcut.

Bedeninizde tuz olmasaydı hiçbir düşünceyi düşünemeyeceğinizi biliyor
muydunuz? Eskiden yemeklere tuz, yemeklerin tuzlanması için değil,
düşünme yetisine sahip olabilmek için konulurdu. Kiliselerdeki takdis
edilmiş su, belli bir titreşim karakterini aktarmak için kullanılıyor.
Veya çocukların vaftiz edilmeleri örneği: çocuğa kendi içindekilerini
hayatında güçlendirerek çıkarabilmesi, tanıyabilmesi için vaftiz suyu
ile titreşimler verilmekte. Eskiden tuz hakları, tuz savaşları, tuz
yolları diye terimler mevcuttu.

Tuz'un atom yapısı moleküler değil, elektriksel olarak görünüyor.
Tuz'u suya koyduğumuzda ve çözüldüğünde, sole, yani bunların
oluşumunun 3 . boyutu ortaya çıkıyor. Ve böylece iletkenlik meydana
geliyor. Ve suyu buharlaştırdığımızda tekrar tuzu elde ediyoruz. Bu
karşılıklı tesirden dolayı tuzun nötr gücü var, böylece bedende tuz
ile her şeyi dengeleyebiliriz; bedenin içinde, dışında, tüm titreşim
oranları tamamen nötralize edilebilir.

Belki eski geleneklerden tanırsınız, yeni evlilerin evlerinin dört
köşesi de tuzlanırdı, bunu da kötü ruhları kovmak veya uzak tutmak
için diye açıklanırdı, o zamanın kötü ruhları bugünün negatif
enerjileridir. Artık bugün sadece tuzun kristalin yapısından dolayı
radyasyon durumlarını nötralize etmek mümkün olduğunu biliyoruz. Örn.
atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor. Bu da
tuz'un sırrı, bu sır da onun geometrik şeklinde saklı.

Tuz'un içinde fizik bedeni de oluşturan her tür titreşim oranının
mevcut olduğu çok eskilerden beri bilmektedir. Örn. bir başbakan,
Cumhurbaşkanı Polonya'ya gezi'ye gittiğinde kendisine bir ekmek ve tuz
verilir, dostluğun simgesi olarak bir misafir hediyesidir bu. Ve o
kişiyle de dost olunur.

Masada tuz'unuzu paylaştığınız kişiyle dost olursunuz, çünkü onunla
aynı frekansta titreşirsiniz. Bütün bu mitolojiler bizi düşünmeye sevk
etmeli. Tuz kelimesi Latince'den `salare'den gelmekte, bu da
İngilizce'de salary olarak mevcut. Eskiden Romalı bir asker beyaz
altını maaş olarak paraya tercih ederdi. Haçlı seferler Kudüs'ü
dinsizlerden kurtarmak için değil, Ölü deniz'de tuz haklarını elde
edebilmek için yapılmıştır.

Bu beyaz altının anlamını ve önemini doğru anlamak için tarihi doğru
anlamalıyız. Sal kelimesi Latince'de `sol' kelimesinden geliyor, bu da
Sole, yani su ve tuz'un oluşturduğu karışımın adı, yine aynı zamanda
Latince'de ve İtalyanca'da Sol : güneş demektir. Böylece `sole' sıvı
güneş ışığı, biyofotonlar, ışık kuvantları, anlamındadır. Bir çok
insanda, bedenlerinde sodyum klorür fazlalığı olmasına rağmen, tuz
eksikliği olduğunda, aslında damarlarında ışık olmadığı
anlaşılmalıdır, bedenlerinde bütünselliği kaybetmişlerdir.

Dünyadaki tuzlar nereden geliyor ?

Milyonlarca yıllar önce, 250 milyon yıla kadar mevcut ana deniz
güneşin de etkisiyle kurumuştur. Kuruma esnasında 84 elementin
elektromanyetik güçleri tuzun kristal kafesleri arasına bağlanmıştır.
Enteresan olan da, bu ana denizin içindeki tuz konsantrasyonu aynı
bizim fiziksel bedenlerimizde olduğu gibi oluşu , bu da % 0,97.

Ve yine enteresan olan, tuzun içerdiği elementlerin aynıları
bedenlerimizde de mevcut. Aynı güneş ışığında olduğu gibi, kristalin
`sole' karışımını belli bir ışınım oranına maruz bırakınca, birkaç
hafta içinde `hiç yoktan', aslında `her şeyden' amino asitlerin
oluşmaya başladığını görüyoruz. Canlılığı oluşturan albümin
yapıtaşları, yani organik yaşam oluşmaya başlıyor. Neden ? Sole'nin
içinde `hiç bir şey' değil de `her şey' olduğu için !.



Şimdi Kimya'dan Fizik'e geçelim: örn. dışarıdan vitamin aldığımızda,
mesela askorbikasit (C vitamini), ve biyokimyasal olarak kan
değerimizi ölçtürdüğümüzde, kanımızda C vitamininin oranı yüksek
çıkacaktır. Fakat bu yeni madde görevini yerine getirebiliyor mu? Her
vitamin de bir enformasyon, yani bilgi taşıyıcıdır. Konu bilgiyi
taşıyan madde değil, konu enformasyonun, yani bilginin içeriği.

Vitamin nedir? Çoğu kişi vitamini, bedenin kendisi üretemediği bir
madde olduğunu sanıyor ve bu yüzden dışarıdan alınması gerektiğini
düşünüyor. Burada yine düşüncede bir bağımlılık oluşturuyoruz. Bir
vitamin, çeşitli elementlerin moleküler bağlantısından başka bir şey
değildir. Örn. C vitamininde belli bir geometri oluşturup, moleküler
yapıyı oluşturan karbon elementidir en etken olan. Ve enteresan olan,
bizim vitamin diye adlandırdığımız tüm elementler aslında
bedenlerimizde mevcut.

Bunu da ispat edebiliyoruz. Ve bedeninizin C vitaminini kendi
üretemediğine de inanmayın. Dünyada 10.000 lerce insan artık katı
madde almaksızın, sadece su ile besleniyorlar. Şimdi sadece
hayvanların C vitaminini üretebileceklerini sanıyorsanız, onları da
bizim beslendiğimiz gibi konserve ve işlenmiş gıdalarla beslerseniz,
onlar da bu yetilerini kaybedecekler. Biz de beslenmemizi tekrar
eskisi gibi, olması gereken gibi uygulasak, yani meyve ve hububatlar,
meyva sularının özlerinden , strüktürlerinden, ihtiyacımız olan tüm
enerjileri alabilir ve biyokimyasal anlamda vitamin dengemizi kendimiz
sağlayabiliriz. Örn. B12 vitamini önemli bir sinir vitaminidir, genel
söylentilere göre bedenimiz bu vitamini kendi üretemez, fakat 3 yıla
kadar depolayabilir. ve bedendeki stok tükendiğinde sinir hastalığı
oluşabilir.

Bu yüzden vejetaryenlere et yemedikleri için, ve B12 vitamininin
sadece hayvansal gıdalarda olduğu varsayıldığı için , daha çok süt
ürünleri yemeleri tavsiye edilir. Vejetaryen ve `veganer' (hayvansal
hiçbir ürünü de yemeyenler) ve normal beslenenler arasında yapılan bir
karşılaştırma çalışmasında en yüksek B12 değeri `veganer' grubunda
tespit edilmiştir. Bağırsak florası hayvansal albümin tarafından işgal
altında değilse, kendi B12 vit. oluşturabiliyor. Vitamin aldığımızda
da doğal vitaminler aldığımız söylenip sakinleştiriliyoruz.

Peki, doğal özü çıkarılmış ürünler nedir? Örn. C vit., askorbik asidi
doğal ortamından çıkardığımızda, mesela bir meyveden, bize
enformasyonunu, yani enerjisini hala verebilecek mi diye düşünmeliyiz.
1999 yılında Berlin Teknik Üniversitesinin 5-yıllık bir araştırma
çalışması tamamlanmış ve her gün askorbik asit alan kişilerin bağırsak
duvarlarında deliklerin oluştuğu görülmüştür. Askorbik asit
bütünselliğinden ayrıştırılarak elde edildiğinden agresif hale gelmiş
ve bunun yanı sıra da biyofiziksel olarak hiçbir enformasyon
taşıyamadığı görülmüştür. Bu da, örneğin birisiyle konuşmak istiyorum,
fakat bütün bedenine ne gerek var, sadece kafasını kullanalım, ağzı
nasıl olsa orada diye düşünmeye benzer.

İşte böyle bütünselliği bozuyoruz. Aynı olay doğal tuzu
kullandığımızda gerçekleşiyor.
iyofiziksel olarak baktığınızda tüm enformasyonu alabiliyor, ve
biyokimyasal olarak da tüm bedenimizi dengede tutan elektrolit
dengemizi koruyor.

Herhalde okul zamanlarınızdan yaptığınız bir deneyi hatırlarsınız.
Sadece suda iletkenlik mevcut değil, fakat suya biraz tuz ilave
ettiğinizde deney lambanız yanar. Aynı şekilde sizin içinizdeki
lambalar da yanar, sizin de iletkenkenliğiniz gerçekleşir. Bedende
herhangi bir yerde gevşek kontaktınız oluştuğunda, bir yerleriniz
ağrımaya başlar ve bir süre sonra kronikleşir. Bu durumda eski
iletkenliğinize kavuşabilmeniz için doğanın tuzuna ve suyuna
ihtiyacınız var, rafine edilmiş ürünlere değil.

Ufak bir deney yapmanızı tavsiye ederim: dilinizin ucuna biraz tuz
serpin ve ne kadar dayanabileceğinize bakın, yaklaşık 30 san. sonra
dilinize sanki delik delinirmiş gibi hissedeceksiniz, hatta ağzınızı
yıkadıktan çok sonra bile hala diliniz uyuşuk olacak, NaCl bu kadar
yakıcıdır. Artık tıp bile tuzsuz beslenmemizi öneriyor. Ve gerçekten
de bu söz konusu tuzdan mümkün olduğunca az almalıyız. Yine de
bedenimizin tuz ihtiyacı olduğu için günde 0,2 g tuz almalıyız. Fakat
diğer rafine gıdalardan dolayı zaten istemeyerek 12 gr. A kadar günde
tuz almış oluyoruz.

Tuzun bedendeki fonksiyonu , bedenimizin fiziksel anlamda bir arada
tutulabilmesi , osmoz işleminin çalışmasını sağlamasıdır. Aksi
taktirde 100 litre su bile içseniz, bedeninizde tuz olmayınca yine de
susuzluktan ölürsünüz, çünkü tuzun sayesinde aldığınız su
hücrelerinize bağlanabiliyor, hücreleriniz elektriğine kavuşuyor ve
düşündüklerinizi uygulamaya imkan buluyorsunuz. Ve bedeninizdeki tuz
oranı da sizin düşünme kapasiteniz ve şuur derecenizle eşdeğerdir.

Tuz olarak tanımladığımız NaCl'nin bedenimiz üzerinde yüksek
agresiviteli bir etkisi vardır. Deri ve genelde böbrekler, bu NaCl'yi
tekrar ayrıştırmamızı sağlarlar. Ancak yaşımız ve bünyemize göre
sadece belirli bir miktarını ayrıştırabiliriz, günde yaklaşık 5-7
gramını, daha fazlasını değil. İlginç olanıysa, bizim günde sadece
endüstriyel gıdalardan, yani konservelenmiş gıdalar olan hazır
gıdalardan 12- 20 gram NaCl aldığımızdır ki, henüz bunun içinde
kendimizin kattığı tuz yoktur.

Bu şekilde bedenimize ayrıştırabileceğ imizden çok daha fazla NaCl
almış oluruz. Bedende ayrıştırılamayan kalan NaCl'den bedenimiz
kendisini bir şekilde korumalıdır, yani bu agresiviteden.

Örneğin bir deney yapalım; 2 adet akvaryum alalım ve birinin içine
doğal deniz suyu koyalım ve balığın yaşaması için gereken ortamı
sağlayalım, diğer akvaryuma tuzlu, yani NaCl'li su koyalım ve aynı
şekilde balığın yaşaması için gereken ortamı sağlayalım. Şimdi eğer
balıkları içine koyarsanız, deniz suyunda olan balığın normal
yüzdüğünü, diğerinin ise 2-5 dakika sonra zehirlenerek öldüğünü
görürsünüz. Bu balıklar bedeninizdeki hücrelerdir ve siz böyle bir
ortamda yaşayabileceğinizi düşünüyorsunuz. İşte bu nedenle bedeniniz
sizi kendisinden korumaya çalışmaktadır.

Bedeniniz, ayrıştırılmamış olan tuzu bir şekilde nötralize etmek
zorundadır ve bunu "değerli " hücre suyunuzla yapmaktadır. Hücrenizin
canlılığını sağlayan şey, bedeninizdeki NaCl'yi izole etmek için,
nötralize etmek için şimdi kurban edilmek zorundadır ve her defasında
23 katı miktarla. Ayrıştırılamayan her gram NaCl yüksek değerli,
yüksek yapılı hücre suyunuzun 23 katına bağlanmak zorundadır ve
bununla birlikte hücreleriniz ölürler, bu şekilde bedeniniz kurur. Ve
sonrasında aynı ilkbaharda bodrumunuzdan çıkardığınız elmaya
benzersiniz, kırışıktır ama hala elmadır, işte bu da bizim yaşlanma
sürecimizdir.

Bazı insanlar ileri yaşlarda genelde sadece %58 sıvı ihtiva ederler.
Tam bu durumda çok su içmek gereklidir, günde en az 2 litre , ancak
yaşlılıkta insanın artık susuzluk hissetmez, çünkü susuzluk hissi
artık yoktur, çünkü bedende çok az tuz vardır, ancak bu durumda osmose
sağlayan tuzdan söz etmekteyiz. Ve eğer tuz alırsanız, o zaman doğal
bir susuzluk hissiniz olur.

Ancak biz "Tuz"dan bahsediyoruz, NaCl'den değil! Beden, ancak belirli
bir dereceye kadar hücre suyunu nötralize etmek için kurban edebilir,
çünkü daha fazlası ödem oluşumuna sebep olur. Bunlar, hazır gıdalarla
almış olduğunuz diğer anorganik cüruflar için mükemmel bir çöplük
olarak hizmet eden su dokularıdır. Ve birdenbire ağırlaştıkça
ağırlaşırsınız. Şimdi beden kendisini tekrar korumak zorundadır.
Koruma için bedenin bir sonraki adımı rekristalizasyondur .
Kristallerin basınç ile büyüdüklerini öğrenmiştik. Ve bunlar dağlarda
büyürler. Bedenimizin dağları da kemiklerimizdir. NaCl
rekristalizasyona başladığında kristaller buralarda büyümeye başlar.
Ancak bunun için NaCl daha hayvansal albümine ihtiyaç duyar. Ancak
bedeninize aldığınız tüm elementlerin öncelikle ayrıştırılmaları
gerekmektedir. Ve bu da albüminde amino asitler demektir, bunların
teker teker kombinasyonları ile , bunun için 347 trilyon kombinasyon
mümkün, bedensel albümin oluşabilir, diğer adı ile kas dokusu. Fakat
bu amino asitlerin tümü örn. hayvansal albüminde bulunmayan Lysin veya
Triptosan gibi, katılamadığında gerekli olan 347 trilyon kombinasyon
imkanları oluşamaz. Ve böylece almış olduğunuz albüminin hiçbir değeri
olmaz, bedeninizde küçük kristaller olarak kalır.

Bunu, karanlık zemin mikroskopisi yapan doktorunuzda kendi kanınızla
yaptırabilir ve böylece bu yöntemle ışık yandan gelerek kanınızın üç
boyutlu halini, yani canlılığını görebilirsiniz. Böyle bir deneyden
önce bir bardak süt içerseniz, sindirilemeyen albüminin nasıl da
nereye gideceğini bilemediğini görürsünüz. Albümin vücuttan dışarı
çıkabilmesi için asit ürik geliştiriyor. Vücut, bu asit ürik'in sadece
bir kısmını atabiliyor, bir kısmı da bedende NaCl ile birlikte
kemiklerin üzerinde kristal tortular oluşturuyor, kemiklerin
kalınlaşmasına sebep oluyor. Mafsalların üzerinde oluşan bu
kristallenmeden dolayı sürtünme oluşuyor. Sürtünme de iltihaplara
sebep oluyor.İltihaplar şişmelere sebep oluyor ve sinirlerin üzerinde
oluşan baskıdan dolayı ağrılarınız başlıyor. Doktora gittiğinizde de
size romatizma, artrit, artroz, gut teşhisi konulacaktır.
Kemiklerinizin üzerinde birikmiş olan bu "çöpler" den dolayı ölmek
istemiyorsanı z, onlardan kurtulabilmeniz için rafine işlemiyle
ayrıştırılmış olan antagonistlere ihtiyacınız var.

Size tavsiyemiz:kendinizi rafine edilmiş İnorganik olarak moleküler
bir yapı oluşan ürünlerden ve insanlardan koruyunuz. Sonuçta,
damarlarınızdaki tuz sayesinde bedeninizde ölçülebilir enerji,
ölçülebilir elektrik oluşuyor. Örn. hastaneye götürülmek üzere
ambulansa alınan bir kazazedeye tuz infüzyonu verilir, kana destek
olmak üzere değil, elektrik devresini tamamlamak için. Devre
kapanamadığı taktirde, ışıklarınız sönecektir. Bunun için de NaCl'ye
değil, gerçek tuza ihtiyacınız var. Bu tuzun içindeki tüm
anatagonistlere, yani diğer tüm elementlere ihtiyacımız var.

Aynı çamaşır makinasının kireçlenmesinde kullandığınız Kalgon tuzu
gibi, bedeninizde de moleküler bağlantıları çözüp atmanız lazım.
İnorganik olarak oluşan moleküler bağlantılar tekrar düzene maruz
kalarak parçalanıp, çevreleri su ile kaplanarak, hidratize olarak,
iyonlar halinde dışarı atılabilmekte. Çamaşır makineniniz de
kullandığınız Kalgon hapları da tuz haplarıdır, kendinize de böyle bir
"tuz tableti" verin, vücudunuzda oluşan inorganik moleküler
bağlantılar tuzun sayesinde kırılsın ve suyun sayesinde de
vücudunuzdan atılabilsin.
Tuzun çözelti etkisi elektriksel yapısından kaynaklanıyor, bu özelliği
de endüstride kullanılmakta. Dünyadaki tuz üretiminin %93-94'ü direkt
olarak endüstriye gidiyor. Onsuz ne plastik, soda, yumuşatıcılar,
deterjanlar, ne de yağlar, üretemezdik. Kimyasal ayrıştırma işlemleri
için en temiz NaCl gerekli. Bu işlemler için doğal tuzun içindeki
diğer elementler kimyasal reaksiyonları etkileyeceğinden önce rafine
işlemleri ile çıkarılarak sadece NaCl'in geri kalması sağlanıyor. Bu
işlemler için ayrıştırılan tuz'dan endüstride kullanılmayan %6'lık
kısımda gıda sektörüne aktarılıyor. Bu yüzden de eskiden uğruna
savaşlar verilen tuz, diğer adıyla beyaz altın, artık çok ucuza her
yerden elde edilebiliyor.

Ama elinize geçen tuz artık gerçek tuz değil, elinizde bir artık
mahsul tutuyorsunuz, bu da yoğun agresivitesinden ve fiyatından dolayı
gıda sektöründe gıdaları uzun süreli muhafaza etme işleminde, konserve
işleminde kullanılıyor ve tüm hazır gıdaların uzun ömürlülükleri bu
şekilde sağlanıyor. Kalan bir kısım da yemek tuzu olarak, içine bir de
ayrıca mineraller eklenerek, örneğin iyot, sofralarımıza geliyor.
Fakat vücudunuzda fazla nitrat bulunduğunda bu iyot sindirilemez,
bunun için önce fazla nitratı dışarı atabilmeniz gerekir.

Almanya'da artık endirekt olarak iyot ilave ediliyor; her fırıncı, her
kasap bu tuzu kullanmak zorunda. Fakat bu iyotlama işleminden sonra
hastalıkların oranı %28 arttığı da gözlenmiştir. Kalp çarpıntıları,
kalp ritm bozuklukları, yorgunluk, konsantrasyon eksiklikleri, uzun
süre iyileşmeyen yaralar, kronik akne gibi rahatsızlıklarda artışlar
mevcut. İyot alımı ile bedeninize yüksek agresivitesi olan bir metal
almış oluyorsunuz. Buna ilaveten tuzlarınıza bir de fluor ilave
edildiğinde, irade gücünüz tamamen zayıflıyor. Tuza, kimyasal isimleri
çok fazla yer tutacağından üzerinde hiçbir zaman yazılmayan ve zaman
zaman harfler ve rakamlarla kısaltılan (E-530, E-533, E 550 gibi)
maddeler de ilave ediliyor. Örn.sofra tuzunun iyi serpilebilmesi için
alüminyumhidroksit ilave ediliyor. Ve bu tuzu çocukluğunuzdan itibaren
yiyorsanız, Alzheimer hastalığına yakalanmama şansınız da çok düşüyor.
Beyninizde sinir iletişim hatlarında içtepiler iletilemedikçe, adınızı
bile hatırlayamazsınız. Ve siz tekrar gerçek doğal tuz almaya
başladığınızda, bedeninize ihtiyacı olanı, eksik olanı sağlayarak
kendinizi şifalandırırsınız.

Fiziksel veya manevi şekilde biriktirdiğiniz her şey önce tekrar
ortaya çıkar, bundan dolayı önce ağrınız olan yerinizde iltihaplanma
oluşur ve ardından iyileşme gerçekleşir. Doktorunuzun dediğinin aksine
yüksek tansiyonda veya düşük tansiyonda da doğal tuz ile yapmış
olduğunuz %26'lık `sole' yi içtiğinizde denge sağlanacaktır. İçtiğiniz
tuz/su karışımından dolayı morfogenetik alanınız tamamen rejenere olur
ve organlarınız eski enerjilerine kavuşur. Buna benzer uygulamayı
yıllarca hamam kürleri ve terapileri ile gerçekleştirmekteyiz. `Sole'
ile bir küre başladığınızda bedeninizin bataryalarına sıvı güneş ışığı
vermiş oluyorsunuz.

Bir inceleme çalışması çerçevesinde şifalı bir maden ocağına gittik.
Berchtesgaden' de (Almanya'da) böyle bir maden ocağı mevcut, buna
tıpta Spelyoterapi diyoruz. Buraya çeşitli alerjileri, astımları olan
hastalar iyileşmeye gönderiliyor. Böyle bir tuz madeninde tuzların
iyonal etkilerinden dolayı tertemiz bir hava mevcut, havada hiçbir toz
zerreciği yok. Bunun yanı sıra şifayı gerçekleştiren başka etkenler de
mevcut. Örn. Velicka'da yerin 226 m altında bir tuz madeninin içinde
gerçek bir hastane kurulu. Buraya yılda yaklaşık 3000 hasta gelmekte
ve %97'si iyileşip çıkmaktalar. Bu kadar derinlerde yerin altında
milyonlarca tonluk tuzun altında muazzam jeomanyetik frekans desenleri
yayınlanıyor. Bunlar da hastaların bedenleri üzerinde rezonans yaparak
etki yapıyor. Biz deney olarak farklı hastalıklara sahip kişileri
madene götürdük. Örn. ciğerlerinde rahatsızlığı olan bir hastanın 2,5
saat sonra ciğer değerleri tamamen normale dönmüş ve 2 saat boyunca da
bu şekilde kalmıştır. Örn. bu hastalıklı ciğerin frekansı
rahatsızlığından dolayı 58 olmuş ve aslında 40 olmalı. Böyle bir
durumda bu hastayı günlerce bu madene gönderdiğimizde eninde sonunda
maddesi de enerjisine uyum sağlayarak değişecektir ve iyileşecektir.
Herşey sadece zamana bağlı.

Fakat herkesin böyle bir madene gitme imkanı olmadığından bu
uygulamayı evde `sole' ile gerçekleştirebiliriz. Bunun için gerçek
doğal kristal tuza ihtiyacımız var, buna da jeolojik olarak `Hallith'
diyoruz. Hallith kelimesi de : hall = titreşim, lith=ışık'tan
kaynaklanmaktadır. Daha önce de anlatıldığı gibi istediğiniz kadar Ca-
tableti yutabilirsiniz, fakat sadece 1 havuç yemiş kadar kalsiyumu
bedeninize almamış olursunuz. Demek ki konu miktar değil, hücrelerin
alabilme kapasitesiyle ilgili.

Hücrelerimizin belli açıklık ölçüleri var, biz buna tıpta
semipermiyabilite diyoruz. Ve bu yüzden hücrelere 1/100.000 gr'dan
daha küçük olan her şey girebilir, daha büyük olanlar dışarıda kalmak
zorunda. Bu yüzden sebze ve meyvelerin içindeki mineraller iyonal
olarak bir geometriye sahip olduklarından organik yapılarıyla
hücrelerimize girebilir ve asimile edilebilirler. Fakat yapılarını
bozduğumuz minerallerin hücrelere girebilme şansları asla olamaz. Bu
da mineral ihtiyacımız için kahvaltı tabağımıza çelik bir çiviyi
koymaya benzer.

Elementlerin bu şekilde hücrelerin içine girebilme durumlarına
koloidal durum denir. Doğadaki kristal tuzu endüstriyel bir şekilde
çıkarma imkanımız yok, çünkü bu kristaller yıllarca basınç altında
oluşarak madenlerde damarlar içinde gelişiyor ve bunun için doğada çok
bulunan kaya tuzundan 100 kg çıkardığınızda doğal sadece 1 kg kristal
tuz elde edebiliyorsunuz. Fiyatının da yüksek olması buna bağlı.

Himalaya'dan gelen böyle yüksek basınç altında oluşmuş olan bir
kristal tuza biyofotonemisyon ölçümleri yapıldığında, bu da onun ışık
enerjisinin ölçülmesi anlamına geliyor, başka kristal tuzlarla
karşılaştırmada bu tuzun mükemmel kristal yapısından dolayı 100 misli
fazla enerji olduğu ortaya çıkıyor. Bu tuzu doğal su ile
karıştırdığınızda, kısa bir süre içinde % 26'lık `sole' dediğimiz bir
karışım oluşacaktır, Bu karışımın çok yüksek dezenfektan etkisi
olduğundan uzun süre saklanabilir. Bu `sole'den her gün 1 çay kaşığı
dolusu alıp bir bardak doğal su ile birlikte içen 123 hasta üzerinde
yapılan kan ve idrar testlerinin sonucu aslında ayrıştırılamayan
hayvansal albüminin bile tekrar idrarla dışarıya atılabildiği
görülmüştür.

Kanınızda tuzdan dolayı oluşan düzen şekilleri bu kadar güçlü !

Kanınız aslında deniz suyu-benzeri bir sıvıdan başka bir şey değil. Bu
`sole'den her gün bir çay kaşığı doğal su ile karışık içtiğinizde 6
dakika içinde elektrolit dengenizi düzeltmiş oluyorsunuz. Burada
enteresan olan bedenimizin asit-baz dengesini tuzun sağlıyor olması.
Normal koşullarda bedenimizde %70 baz ve % 30 asit olmalı, fakat
gıdalarımızın endüstriyelleşmesinden dolayı bu denge %80 asit - % 20
baz'a doğru kaymış durumda.

Uzun vadede fazla ekşimeden dolayı, hücrelerimizin strüktürleri de
bozulmaya başlıyor. Kanserli hastaların %90'ında kronik ekşime
olduğunu ve bu hastaların %98'inin kanlarında hayvansal albümin
olduğunu biliyor muydunuz ? Kanserin de beslenmesi gerekiyor ve sizin
ihtiyacınız olmayanlarla besleniyor. Prensipte bu ana sebeplerden
kurtulmaya çalışmalısınız, doğal asit-baz dengenizi korumaya çalışın.
Bunun için de doğal tuz gerekli.

Bedenimizde kan dolaşımı sistemimiz olduğu gibi bir de kapalı tuz
devir daimi mevcut. Gıda aldığınızda kanınızdaki tüm tuzlar uyarılır
ve sindirme işlemi için yardımcı olurlar. Yemeği ağzınıza aldığınız
anda kanınızdan tuz midenizin hücrelerine doğru yönlendirilir, orada
ayrıştırılır, yani iyonize olur, klor iyonu bedeninizdeki suya gider
onun sadece hidrojenini alır ve hidroklorürü oluşturur. Bu hidroklorür
sayesinde biraz önce yediğiniz yemekler parçalanır, fakat
hazmedilemez. Bu işlem tuzdan ayrıştırılan sodyumun karbondioksit ile
sodyum bikarbonat oluşmasıyla gerçekleşir. Daha önce yediğinizi
asitlerle parçaladıktan sonra bu bazlı bileşim hazmettirmeye yarıyor..
Bütün bu işlem bittikten sonra tuz tekrar kanınıza geri dönüyor ve
böylece sizin asit-baz dengenizin korunmasını sağlıyor. Midenizde
zaman zaman ekşime hissettiğinizde bir bikarbonat hapı aldığınızda,
aslında hidroklorür üretimini teşvik etmiş olduğunuzun farkında
değilsiniz.

http://groups.google.com.tr/group/do...incli-beslenme

bu kaynaktan mail ile gelmiştir.

denizakvaryumu Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön