View Single Post
Eski 06-01-2007, 12:07   #30
malina
agaclar.net
 
malina's Avatar
 
Giriş Tarihi: 03-04-2004
Şehir: İstanbul
Mesajlar: 37,246
Dergi yazılarına gelen tepkiler

Alıntı:
Merhaba,

05 / Ocak / 2007 tarihli "dergi" konulu mail´inizi okudum. Ve şunları yazma ihtiyacı hissettim. Bu satırlar sizi hedef alıyor değil. Fakat ortada olan bazı şeylerin dinamiğindeki çarpıklıkları ele almayı hedefledim:

Anadolu coğrafyasındaki son otuz yıl içinde çok şey söylendi. Söylenenlerin bir kısmı da, tabi ki, tabiatın tüketilişi üstüneydi.
Fakat söylenenler, gerçeğin saf hallerini ortaya koyabilmekten uzak kaldı. Çünkü söylenenlerin zaten büyük bir kısmı gerçeği ortaya sermeye değil, gerçeği maskeleyebilmeye dönüktü.
Bu temel özellik, gezegen tabiatının yokoluşuna dönük olarak söylenmiş olan şeylerde de tabi ki baştan aşağı hakim oldu.

Böyle olunca, "DİYAR"da hayatın insan kavrayışına sırıtan "merkez tema"sı, bu konuyu idealist bakışın elinden alabilmiş ve konuda da ön planda / bayraktar olabilmiş görünmek amacıyla, ("gezegen tabiatının yokoluşu" konusuna) ister istemez el atmak zorunda kaldı. Bu ise, kâh, hayatın kendiliğinden vasıfları, kâh, bunların ideoloji sınıfına aktarılma gayretleri neticesinde türetilmiş bir "çevre" temasının, hem de çoğu zaman olduğu gibi, "hazırdan" / ithal edilmek suretiyle benimsenmesini ortaya çıkardı.

Halbuki ithal tema da zaten 1945´te kurulmuş global statukonun insan varlığı ve düşüncesi karşısında esasen ezelden beri varolan "negatif irade"den güya kavram düzeyine çıkarttığı bir şeydir. Ki, bunun USA veya bugün varolmayan SSCB yorumları arasında pek de fark yoktur. Her ikisinde de esas olan, gezegen tabiatının bu tabiatı tüketerek varlıklarını kanserleştirmiş "sosyal mücavirler" içinden yorumlanmasıdır. Yani, dünya tabiatının bir hammadde deposu olarak kullanılması ve bunun normal gösterilmesi...

Gezegen tabiatı içinde arsız urlar durumuna gelmiş sosyal mücavirler ve bunların jeostratejik bir topoloji içindeki sınırlanmalarıyla adlarına "ülke "denen halleri, elbette, varolan dökümün karakterinin belirlenmesinde etkili olmaktadır.

Yani, bilim, insan´ın değil, rejimin / rejimlerin elindedir.

Bu ise, rejimlerin ana dizgisinde yeralan akademik yapıların "ana amaç (gerçeğin ortaya konmasını onu maskelemek suretiyle engellemek)" doğrultusunda çabalayan cübbeli "memur" güruhlarından ibaret olmalarını açıklar. Yani, dünya yüzeyinde hayatın, "sosyal mücavir / devlet ve rejim" şeklinde yapılanan temel yapılanışları bütününden aşılamadığı müddetçe "bilim" kavramının sürekli olarak hayatın güdümünde kalacağı çok açıktır.

Bu tesbit ardından temenni edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve insanın gezegen yüzeyindeki ezeli ümidi "büyük devrim"e, peşin bir şekilde "ütopya" denilmesi de yine aynı güdümün sonucudur. Halbuki insanın tüketilmesi mümkün olmayan bu ümidini tıpkı "çevre" lafında olduğu gibi sahte bir şekilde "maske" olarak onca zaman kullanmış olanlar da onlardan başkası değildi. İnsanın yükselişinin durdurulması ardından, hayat, gezegen yüzeyinde engizisyonunu antik dönem öncesi çağlarında olduğundan farksız şekilde güçlendirmeyi başardı -ki, buna modernite denir-. Son yüzelli yıldır bayraktarlık salatası olarak kullanılmış devrim maskesi de elbette pandomim tiyatrosunun senaryosundan çıkarıldı. Şimdi hayatın çatısı böylesine güçlendirilince onun yerini -ideolojiler öldü- cümlesi aldı. Seri imalat bu yönde sürdürüldü. Halbuki konunun içyüzü çok açık: İnsan yaşantılarını çöl çekirgelerinin yaşantılarından farklı kılmayı sağlayacak o "büyük devrim" hayali gerçekleştirilemediği ve mücavir çekirgelerin "hayatı arkalarına almak suretiyle" insanı "eşek" yerine koymayı başarma iradeleri kırılıp parçalanamadığı müddetçe gezegen tabiatı yokolmaya devam edecektir...

Burada insan´ın dişil / sosyal koza altında, gezegen tabiatının ise kozanın ötesinde tüketilen bir hammadde deposu olarak tükenişlerinin parallellik arzetmeleri tesadüf olmayıp, insan kavrayışına çivi gibi çakılan gerçeğin ta kendisidir.

Gezegen tabiatı üzerine kafa yoran insanın asıl meselesi, "bilimin hayatın dişil / sosyal / oligarşik engizisyonundan kurtarılamaması" şeklindeki kök meseleden beslenmektedir.

Dünya tabiatının kurtuluşu, esasen, tahmin edilebileceğinin çok ötesinde ve böylesine derinlemesine "temel mesele"ye yaslanmaktadır.

Yani, aslında, tabiatla birlikte insan varoluş ve kavrayışına da açık vermez hale gelmiş olup, felsefi bakış altında baştan itibaren "hayat" kavramı ile ifade edilen bu şey böyle devam ettiği müddetçe, sosyal mücavir urları içinde tabiata yabancılaşıp dişileşmiş ve bir predator´u da olmaması sayesinde böylesine gemi azıya alabilmiş bu azılı nüfus üretme çiftliklerinin bizzat "tabiat" eliyle" yokolmaları kaçınılmaz görünüyor.

Bu tesbit karşısında, modernitenin, "sürdürülebilir yaşam" saçmalığına daha fazla sığınabilme şansı hiç kalmamıştır. Çünkü bu güne kadar kendi içindeki insan´ın haykırışını bastırabilmek için bütün imkanlarını seferber eden bu şeyin artık tabiatın katledilmiş olmasına dair gerçeği bastırabilme imkanı bulunmamaktadır. Yani, insan ölüyor ve kahrolmuş halde mezara gönderiliyordu. Sorun yoktu. Çünkü geride ondan bir sürü vardı.

Halbuki "tabiat" bir tane. Ve öldüğünde başkası olmayacak...

Gezegen tabiatı, sorumsuzluk karşısında aslında fazlasıyla sabretmiştir. Fakat artık düğmeye basma zamanı gelmiş bulunuyor.

Şu bakımdan içim rahat: Dünya, muhtemelen galakside (hatta belki de koca evrende) başka hiçbir yerde olmayan bir miktarda su varlığına sahip. Yani, predator´u olmayan bu nüfus üretme çiftliklerinin hunhar talanı dahi bu gezegeni bir Venüs ya da Ay´a çevirmeye yetmeyecektir. Yani, dünya, bütün canlı tabiatını kaybetse dahi, bu okyanusları varken, temel "jeolojik tükeniş" dalgalanmalarına asla girmeyecektir. Bence dünya (veya evrendeki diğer bir gezegen) için önemli olan da budur.

Acizane, eskiden dünya okyanuslarının "atmosferin gördüğü büyük tahribat yüzünden" birkaç bin yıl içinde uzaya uçabileceğini ve dünyanın jeolojik bir tükenmişlik haline düşeceğini tahmin etmekte idim. Fakat son yıllarda bu kanaatim zayıfladı. Hayır, bu okyanusları varken bu gezegen, dişil / sosyal bir hayat halindeki varlığını idameyi "kendini reddetmek"te gören bu soyun elinden tükenmeyecektir.

Şu aşamada önemli olan, 1945 miladı ardından gezegen yüzeyinde zaferini ilan etmiş "dişil / sosyal nüfus üretme çiftliği" merkeziyetinin dünya tabiatının talanında baş sorumlu olduğunu görüp görmediğidir. Ki, hiç de görmüşe benzemiyor. Çünkü hayat ağacının en temel kuralı, binilen dalın kesilmeyeceğidir. Mesele, 1. dünya - 3. dünya meselesi de değildir. Çünkü 3. dünya zaten 1. dünyanın periferi durumundadır (yani, 1. dünyanın, GSM aletleri ve petrole her yıl düzinelerce milyar $ ödeyen bir 3. dünya hapishane sistemini haritadan silmesi hiç mantıklı değildir. Ta ki, çöplük dağ olup hafriyat makinalarınca ezilip preslenemez oluncaya kadar. O zaman ise bir termonükleer bomba ile çöplüğü havaya uçurmayı deneyebilirler. O zaman, "misket bombaları"nın kitle imha silahı olmakla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı emekli general takımınca dahi, net bir şekilde anlaşılır).

İtiraf etmeliyim ki, düşüncem ve ona esas teşkil eden antropoid düğümleri, kimi zaman, üretimi çoktan durmuş fakat kuş uçmaz kervan geçmez kimi yerlerdeki eczanelerde tek tük kalmış ilaçlara benzetirim. Aksi takdirde 1945 sonrasında düşünceyi ayakta tutabilmek elbette mümkün olamazdı. Yani, bu 3. dünya diyarındaki yerel izolasyonun / mahkumiyetin bu acizane Anadolu filozofuna tek faydası bu olmuş olmalı: İnsan sözkonusu olduğunda insan gibi, tabiat sözkonusu olduğunda ise "tabiatın cephesinden" düşünebilmek... Fakat bu 1945 sonrası köy veya metropolitan, fakat herhalikarda "kanser" sosyal mücavirinin yezidi çemberi içinden (böyle) düşünebilmek tabi ki imkansız.

"Olup biten" herzaman ortadadır ve bu yüzden daima farkında olunur. Önemli olan, olup bitenin altında neler olduğunu ortaya serip gerçeğin maskelerini düşürebilmektir. Felsefi bakışı, üniversite kampüsleri içinden baronluk maaşlarına talim ederek dillerinden özellikle 3. dünya çöplüklerinde hiç düşürmedikleri ve "bilim -sel" denen şeyden farklı kılan da budur: Filozof / Felsefi bakış, hayata yalakalanma ahlaksızlığına düşmez...
(1945 sonrasında felsefe´nin matbaada sahtesinin basılması gayretleri ve bu becerilemeyince veya buna toptan gerek kalmadığı dürtüsü ağır bastığında peydah olan, onu "yok" saymak tutumlarının ardında da elbette filozofun ahlakına duyulan sinsi tepki vardır).

Fakat, gezegen tabiatı böylesine mahvedilmiş durumdayken hâlâ mücavirin "hümanizm" tekrarlarını sahnelemeye çalışmaları ne kadar da anlamsız kalıyor. Bunları zapping´lemekten ruhum yoruldu. Fakat fikir müşterisi olmayan aynı tiyatro (hayatın yerel dişil / sosyal cep tiyatrosu), sırf kaba kuvvet ve akşam olmasını iple çeken "nüfus artırma özlemi" sayesinde ülke paketlerinde oynanmaya devam ediliyor.

"Sürdürülebilir yaşam"...

Nasıl ve nereye kadar sürdürülebileceğini gerçekten merak ediyorum...

Not:
1- 2005´te size "tavsiye üzerine" üye olmuş ve göndermiş olduğunuz hatırlatma mail´ine kadar da sizi unutmuş "Ormancı" adlı bu üyeniz, kırk yıllık ömrünün yirmi yılını dünya tabiatını hem reel, hem de kavram düzeyinde anlayabilmek ve fakat daha önemlisi, bu anlayışını yazıya dökebilmek için "savaşmış" biridir. Şundan emin olmalısınız ki, bu savaş, adam gibi bir coğrafya duygusu ve buradan destek alacak bir coğrafya veri tabanı (tematik olarak, mesela ciddi ve detaylı bir hassasiyet / tükeniş verisi) dahi olmayan bir 3. dünya diyarında birilerince yamaçlara sürülen gönüllü fakat aynı zamanda biraz da şapşal, modernite taklitçisi "mücavir alan ameleleri"nin ağaç dikme / tohum ekme faaliyetinden çok daha sağlam ve köklü bir zemine sahiptir.

2- Arzu ederseniz bu yazıyı yayınlayabilirsiniz.

Gelen maili buraya ekliyorum...

malina Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön