View Single Post
Eski 05-12-2012, 09:11   #15
Ben fakir
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 07-11-2012
Şehir: Kocaeli, Avşa Adası
Mesajlar: 1,142
Dostlar ve Vefa


Yakınlarım bilir, ben “dost” sözcüğünden korkarım. Boşuna değildir bu korkum; “dostum” diyenlerin çoğundan kazık yemişliğimdendir. Bence geçerli olan, “arkadaş” kavramıdır.

Ama, giderek öyle bir noktaya geliyorum ki… kimilerine “dost” demek gereğini duyuyorum. Kim bu müstesna “dost”lar?.. Gelelim oraya!..

Bu “dost”lar, hayvanlar!..

Kediler, köpekler, dili olmayan, karşılıksız sevenler!..

Gözlerinde okuyabilirsiniz sevgiyi!..

Son devirlerde “beden dili” diye bir trend (!) var piyasada geçerli olan!..

İnsanoğlu için, beden dili deyimi, olsa olsa, istemdışı reflekslere verilen sosyal tanımlama olabilir, dil ile beden arasındaki farklı ifadeleri tanımlama amaclı kullanılan!.. Hani şu; dilimizle yalan söylerken bedenin inkârı, isyanı!..

Güzel Türkçemde “göz göre göre yalan söylemek” dedikleri!..

İşte bu beden dili deyimi, konu hayvanlar olunca, yüzde yüz inanılası bir kanıt yerine geçiyor bence. Hayvan deyip geçtiğimiz o dilsiz varlık, duygularını beden dili ile o derecede koyuyor orta yere ki, inanmamak olacak iş değil!..

****

Yaşadığım olay, iki köpekle aramda geçen, sevgi ve sevgiyi paylaşamamak üzerine bir çekişme, itişme ve sonuçta gelen kırgınlık idi…

Bu iki köpekle aramda geçtiğimiz yıllarda ve uzunca bir süreçte geçen olayları bir gecede anlatmam zor!..

İkisiyle iki ayrı öykü yaşadık evcek…

İkisini aynı yazı içine sığdırmak…

Hem uzun…

Hem zor!..

Nasıl bir zorluk derseniz, bu kadarını yürek kaldırmaz doğrusu!..

Yüreğim kaldırmaz, evet!..

Sevginin bu kadarı!..

Bu kadar hası, halisi!..

En iyisi burada kesmek!..


****

Birinci köpeğin öyküsü:

En azından onbeş yaşında filan olmalı şimdilerde.

Aslında bu köpeği daha önce yazmıştım da… Aradım, baktım, yayınlamadan bir yerlerde unutmuş olmalıyım.

Olsun, bir kez daha yazarım!..

Köyde çıkıp da Altınkum Plajına giderken, yol üstünde, köy muhtarlığının briket kesme makinasının olduğu derme çatma kulübenin yanıbaşında bir başka kulübe vardı. Tek göz, bir kapıdan oluşan, penceresi bile olmayan bir baraka idi.

Orada tanıdım Miço ve Fino’tyu.

Miço, ufak tefek, saçlarıyla beraber ağaran kırpık bıyıkları tütün sarısına kesmiş, kimi-kimsesi olmayan bir adem eskisiydi. Adını bilene rastlamadım. Lâkabı olan “Miço” göz önüne alındığında, köyün balıkçı teknelerine takılıp burada karaya vurmuş biriydi herhalde.

Bir piknik tüp, bir de tencere, göze görünen tüm varlığı idi.

O tencerede pişirdiği taamı, tek dostu, tek yoldaşı köpeğiyle paylaşırdı.

Köpek, beyaz üstüne siyah parçalı benekli, kaniş diye bildiğim ve boyuna göre numaralandırılan türün en iri boyda olanlarındandı. Kulübenin kapısında yatar, gelip geçeni sessizce izlerdi. Kimseye havladığını duymadım. (Ta ki bu akşama kadar!)

Zaman içinde brikethane kulübesi yıkıldı. Miço ve (benim taktığım adıyla) Fino’su, daha içerilerde bir başka kulübeye taşındılar. Yaşama tempoları değişmemişti.

Ve bir yıl, (herhalde sekiz on yıl olmuştur!) geldiğimizde, duyduk ki, Miço ölmüş!..

Hani şu;

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”

Meseline tıpa tıp uyarcasına…

Fino, o yaz kulübenin önünden ayrılmadı, Miço içerideymişcesine!..

Yemek götürdük, yemedi; çağırdık, gelmedi…

Zorla güzellik olmaz a!.. Biz de gelene verdik ilgimizi ve artan taamımızı.

Buralarda adettendir; yazlığa gelen hevesliler, kuyruklarına bir de hayvan takarlar, gidene kadar bakıp, giderken atmak üzere!..

O sonbahar bu hayvanperestlerden kimbilir hangisinin terk ettiği bir küçük hanımefendi peyda oldu bizim kulübenin çevresinde.

Boynunda kırmızı kurdelesi, şaşkın, ürkek… Bizim Fino’nun sütlükahverengi bir türdeşi.

Ön bahçeye attığımız yemekleri yiyen hemcinslerinin arasına giremiyecek kadar nazenin; ama evin arka tarafına geçip sabırla özel servis bekleyecek kadar da cins!..

Evi kapayıp dönerken, bu zavallının kışı çıkartabileceğine inanmamıştık.

Ertesi bahar, geldiğimizde, bir de ne görelim?..

Bizim rahmetli Miço’nun Fino’sunu hayata döndürmemiş mi bu haspa!?..

İkisi, flört ederken çayırın tozunu atıyorlardı.

Sonra, ne olduysa, küçükhanımefendi geldiği gibi ansızın kayboldu; bizim fino döndü yine yalnızlığına.

Nice sonra, bir gün, bir öğle sonrası…

Evde oturuyoruz… Mutfak penceresinin önünde, inip çıkan, görüntüye bir girip bir çıkan bir “şey” dikkatimizi çekti.

Çıkıp baktık: Bizim Fino, sonunda bizimle ilişki kurmaya karar vermiş, zıp zıp zıplamakta değil mi?..

Allah ne verdiyse, döktük önüne!.. Nasıl iştiha ve keyifle yemekte; anlatması zor!..

İşte o gün, bu gün… Gelir, karnını doyurur, nezaket icabı biraz oturur, ve gider.

Ne bir ses, ne bir havlama; sessiz dünya!..

Ta ki bu akşama kadar!..

****

İkinci köpeğin öyküsü.

Köyün gençlerinden Gürcan’ın kucağında gördük ilk kez onu.

En fazla bir aylık, koca kulaklı bir puanter yavrusu idi.

Gözleri, kulakları ve kuyruk sokumu siyah parçalı, geri kalan bedeni beyaz üzerine siyah benekli, türünün iyi bir örneği, bir safkan idi.

Gürcan, arıza yapan traktörünü tamire götürecek imiş. Hayvan sevdiğimizi bildiğinden, bize bırakmaya getirmiş yavruyu bir haftalığına.

Sevinerek aldık.

O gece nöbet yazdık aramızda: Saat ikiye kadar ben baktım, sonra Elif kız, en sonunda da Hanım Sultan görev aldılar.

O kadar ufaktı ki, kucakta iken bile korku içinde inliyordu!..

Sabah ezanıyla kalktığımda, balkonda, sivrisineklerden korunmak için tepelerinden cibinlik geçirmiş, bununla da yetinmeyip üşümesin diye adeta kundaklanmış bir halde bizim Hanım Sultanın kucağında buldum onu.

Ekmek almak için köye inerken, aldım keratayı yanıma. Çayırı geçip, henüz kurumamış kısma geldiğimizde, patileri kirlenmesin diye kucağıma almayı da ihmal etmedim.

Köy kahvesinde çayımı içerken, taze poğaçamı da paylaştık.

Dönüş yolunda, aynı noktayı yine kucakta geçtik.

Ertesi sabah, aynı yere geldiğimizde sanki yıllardır tekrarlamışçasına durup kucak beklemez mi kerata!..

Kısası, onbeş gün bu minval üzere yaşadık. Ta ki Gürcan dönüp emanetini alasıya kadar.

Aradan yıllar geçti… Köyde karşılaştığımızda üstümüze çılgınca atlamalarının yanı sıra, her yıl en az bir kez eve kadar gelip bizi ziyaret eder.

****

İşte bu akşam, Miço’nun Fino’su yemeğini yiyip nezaket oturumunda iken… Aniden bir şeyler oldu!..

Fino, bir diklendi… İlk kez sesini duyduk!.. Birine havlamaya başladı.

Gele gele kim gelsin?..

Gürcan’ın Puanteri, Fino’yu umursamadan ve alçak yürüyüşle gelip sandalyenin üstündeki benim üstüme atlayarak boynuma sarılmasın mı?..

Biz de şaşırdık, Fino da!..

Neyse, sonradan, ilk heyecan geçince, onlar da kaynaştılar!..

Dostlarla beraber olmak ne güzel!.. Gerçek dostlarla, saf, karşılık beklemez sevgiyle dolu!..

NOT: Fino, 14 Mayıs 2011 günü, Altınkum yolunda, deniz kıyısında ölmüş…

Ben fakir Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla Başa Dön