Araçlar

Bookmark and Share




Doğa anadan mektup var!

A benim saf oğlum! Ünlü deyişinizdeki gibi; "Herkes keyif içinde giderken Mersin'e; sen ne diye debelenip durursun, doğa tutkusuyla koşarsın tersine?" Olan biteni görmezmiş gibi, bir heves oturup, 52. sayıdaki dergi sayfalarında, bana "açık mektup" yazmışsın. Neyse, iyi de olmuş belki, rahatlamışsındır. Epeyce dokunaklı şeyler de döktürmüşsün ama aylardır elim cevap yazmaya gitmedi bir türlü. Yaralı ana yüreğimle sana hislerimi açıklamak istesem de, bunun neye çare olacağını da bilemiyorum doğrusu.

Senin gözü dönmüş milyarlarca kardeşin, hiç acımıyor ki göz yaşlarıma! Ne uyarılar yaptım, ne diller döktüm ben evlatlarıma! İnadına coştukça coşuyor, boşverciliğin girdabında kaybolup giderken de, analarını ağlatmaktan hiç geri durmuyor hayırsızlar!

Bilirim senin gibilere de enayi diyorlar şimdilerde. Hayatını yaşamak dururken bir güzel, "o ideal rüzgarıyla serinlettiğin başını ne diye dertlerle dumanlandıracaksın" diyorlar hep, değil mi? "Nereye gidecekmiş dünya, kim yutacakmış sanki doğayı? Boş ver şu felaket tellallığını. Onca güzellik ve yeşillikle süslü bu cennet dünyada, yiye yiye bitmeyen bu zenginliğin sonu mu gelir, baksana sen de keyfine!" dediklerini duymaz mıyım sanırsın?

Ey benim, göle maya tutturmaya çalışan sabırlı ve inatçı oğlum! Bana bir sürü sorular sormuşsun mektubunda, hangi birini cevaplayayım, bilmem ki? Bu baş ağrıtan sorunların çözümlerini sizler de iyi bilirsiniz aslında. Çağlar boyunca, hayatını ve çevresindeki güzellikleri hovardaca harcayanlara, yine sizlerden birileri hep karşı çıktı, uyardı çünkü. Ama o milyarlarca nankör kardeşlerin, yokuş aşağı kayarken freni tutmayan arabalar gibi kayıp gitmeye devam ettiler rotalarında, bildiklerinden şaşmadılar. Siz bugün artık, geçmişten gelen bu vurdumduymazlığın ceremesini çekiyorsunuz bence, kızmayın!

Hatırlıyor musun; 150 yıl kadar önce ne demişti, toprakları ellerinden alınmak istenen, yüreği yanık Kızılderili şefi?

" Beyaz adam silahlarla gelip, toprağımızı satın almak istiyor. Gökyüzünü, toprağın ısısını nasıl alıp satabilirsiniz? Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün kumlu sahiller, karanlık ormanlardaki sis, her açık alan ve vızıldayan böcek, halkımın tecrübe ve anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden akan sular, Kızılderililerin anılarını taşır.

Dereler ve nehirlerden akan, parıldayan sular, sadece su değil ama atalarımızın kanlarıdır. Eğer size toprağımızı satarsak, hatırlamalı ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki, nehirler bizim kardeşlerimizdir ve bundan dolayı sizler de nehirlere, herhangi bir kardeşe göstereceğiniz kibarlığı göstermelisiniz.

Dünya, beyaz adamın kardeşi değil ama düşmanıdır ve onu fethetti mi, ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarını geride bırakır ve aldırmaz. Çocuklarından dünyayı kaçırır, aldırmaz. Onların haklarını unutmuştur. Annesi olan dünyaya ve kardeşi olan gökyüzüne; satın alınan, yağma edilen, koyunlar ya da parlak boncuklar gibi değişilen bir malmış gibi davranır, iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır.

Beyaz adamların şehirlerinde sakin yer yoktur. Baharda yaprakların açılışını ya da böceklerin
kanat vuruşlarını duyacak yer yoktur. Ama bu belki benim vahşi olmamdan ve anlamadığımdandır. İnsan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını veya su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?

Toprağımızı alma teklifinizi düşüneceğiz. Eğer satmaya karar verirsek, bir şart koyacağım. Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşi gibi davranacak. Hayvanlar olmadan insan nedir? Eğer bütün hayvanlar bitse, insan, ruhun büyük yalnızlığından ölürdü. Çünkü, hayvanlara ne olursa, insana da aynısı olur, kısa süre içinde.

Ayakları altındaki toprağın, büyükbabalarının külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar. Dünya annenizdir. Dünyaya ne olursa, onun oğullarına da aynısı olur. Eğer insanlar yere tükürürse kendi üzerlerine tükürürler. Dünya insana ait değildir, insan dünyanındır. İnsanlar gelir ve gider, denizin dalgaları gibi. Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi konuşan ve yürüyen beyaz adam bile, bu ortak kaderden ayrı tutulamaz.

Biz, Buffalolar katledildiğinde, vahşi atlar ehlileştirildiğinde, ormanın gizli köşeleri pek çok insanın kokusuyla dolduğunda ve diri tepelerin görünümü konuşan tellerle lekelendiğinde, anlayamıyoruz. Çalılık nerede? Gitmiş! Kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın sonu!

Bu dünyadan en son Kızılderili de yok olduğunda ve anası sadece çayırlar üzerinde hareket eden bir bulutken, bu kıyılar ve ormanlar hala halkımın ruhunu muhafaza edecekler. Çünkü halkım bu dünyayı, yeni doğan bebeğin annesinin yürek atışını sevdiği gibi sever. Öyleyse, eğer topraklarımızı satarsak, onu bizim sevdiğimiz gibi sevin, onunla bizimki gibi ilgilenin. Bu diyarın anısını, onu aldığınızdaki gibi saklayın. Bütün gücünüz, aklınız ve kalbinizle, onu çocuklarınız için koruyun ve sevin. Tanrının hepimizi sevdiği gibi. Bildiğimiz bir şey var. Tanrımız aynı tanrı. Bu dünya onun için değerli. Beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Bütün bunlardan sonra kardeş de olabiliriz. Göreceğiz! "
Görüyor musun olanları? Mektubunda bana yönelttiğin ürkütücü gelişmeleri bir düşün! Bundan 150 yıl kadar önce cahil bir Kızılderili şefinin sizlere yazdığı mektuptaki yaralayıcı satırlardan etkilenseydiniz ve bu dünyada insanca yaşamanın kurallarına uysaydınız, hiç ürkütür müydü bu gelecek korkusu sizleri? Boşvercilik ruhunuzu kemirmiş sizin ve gerçekleri görmezden gelmek de ...

Mektubunda diyorsun ki; "Ey benim, binlerce yıldır, bitmez tükenmez bir hevesle evlatlarına şefkat dağıtan doğa anam! Ne nankörlükler gördün, ne kadirbilmezliklerle içini daralttın, iyi bilirim. O yufka yüreğinin nasıl paralandığını görmemek mümkün mü? Bu kadar bonkör, bu kadar verici olmasan belki kafalarımız daha erken tanışacaktı taşlarınla."

Doğru söylersin a evlat! Ama bir de kendi analarınıza sorun bakalım, sizi doğurup adam edene kadar ne zahmetler çekerler de, bir kez olsun "off, yoruldum" derler mi? Analığın mayasında var bu karşılıksız verme aşkı belki. Gece uykularını bölüp, sütünü içirmek için çırpınmalarını nasıl bilmezsin? Derman kalmasa dizlerinde ve dertlerle yorgun düşse de beyinleri, yine de sizlere verecekleri bir sevgi ve şefkat pınarı çağlamaz mıydı, yüreklerinde? Analık bu işte, evlat! Nankörlüğe bile tepki veremez, içi kanar çünkü.

Yine demişsin ki; "Ey Anadolu, ey gelip geçen uygarlıklara karşılıksız kucak açmaktan yorgun düşmüş, çileli topraklar yurdu! Yavrusunun üzerine titreyen, onu beslemek için türlü sıkıntılara katlanan ana yüreği gibi, tüm bedenini insanlarının hizmetine sunan, onlara aş veren, suyla serinleten, ev bark olan bereketli topraklar beldesi! Ne kadar şanslı olduğumuzu niye vurmazsın yüzümüze, niye tokat gibi çarpmazsın yıkıcılığımızı alnımızın tam ortasına.

Ey heyecanından çağlayan, ateşiyle kaynayan, hırsından köpüren su ! İçine işleyen kiri pası temizlemek için, toprağın yüzlerce metre derinliklerine inip, farklı özellikteki katmanlardan işkenceler çekerek geçmenin ve temizlenmenin coşkusuyla yer kabuğundan fışkırmanın sevincini nasıl da çabuk kursağında bıraktırıyor, akıl almaz dümenlerle seni yine kirletiyor, nasıl bir çırpıda yüzünü karartıyoruz, değil mi? Bazen tatlı suyunu, bazen de tuzunu ya da sodanı sunuyorsun bizlere hevesle, hiç bıkmayacak mısın bilmem ki?

Ya sen, ey gölgesini ve serinliğini inatla hizmetimize sunmaya devam eden yaşlı ağaç! Bu özverini; yamaçlarını acımasızca oyduğumuz, erozyona yenik düşmüş kel tepeleriyle hala medet beklemekten sıkılmamış olan, sana da ev sahipliği yapan yaşlı dağlardan mı ödünç aldın?

İlkbaharda bedenine su yürüdüğünde; yanı başında, acımasızca kesilip, boylu boyunca devrilen kader arkadaşlarının feryadını belki duyamıyor, hemen fark edemiyorsun ama sonbaharda her yer sarıya kesip, yaşlı bedenini terk eden renkli elbiselerinden sıyrılıp, kuru dallarınla kafa dinlemeye başladığında da göremiyor musun, komşu ağaçlardan birkaçının daha eksildiğini? Uzun kış gecelerinde rüzgar uğultularına eşlik edecek fısıltılı konuşmalarına ses veren çıkmayınca kızmıyor musun sebep olanlara, intikam yemini etmiyor musun yine de? Bu ne affedicilik böyle?

Ey doğa ananın öz evlatları olan tez canlı tazılar, ceviz düşkünü sincaplar, kurnaz tilkiler, can yakan bakışlı ceylanlar; keserek ya da yakarak bitirmeye ant içtiğimiz ormanlardan kalan çalılıklar olsun, sizlere ev olmaya değmez mi? Sizler de terk edip gidecek misiniz buraları? O minicik, tertemiz yürekleri ve henüz kirlenmemiş duygularıyla sizleri çok seven çocuklarımıza göstermeyecek misiniz o güzel yüzlerinizi, onlara sadece kitap ve ansiklopedi sayfalarındaki soluk fotoğraflarınızı mı hatıra bırakacaksınız yoksa?

Ey kurumuş, çatlamış toprak! Asırlardır kuşandığın yemyeşil elbiseni sıyırıp üstünden, üstelik aç ve susuz bıraktığımız için çok mu kızgınsın bize? Tarih boyunca üstünde tepindiğimiz ve iliğini
sömürdüğümüz için kırgın mısın yoksa. Ne bilelim biz ? Senin koca midenin üç beş yaprak ve dal parçasıyla doymaya kanaat edeceğini düşünemedik, bağrına diktiğimiz devasa, beton hilkat garibeleriyle seni doyururuz sanmıştık belki de. Demek ki, yanlış bilgiler almışız beslenme kitabından, zaten kendimizi de yanlış besleyip dururuz biz, bilirsin
!"

Ağlamaklı bir halde okuduğum bu sorulara nasıl cevap versem, bilmem ki? Belki en iyi cevap, yine ana olduğumuzu hatırlatmaktır sana. Sadece, uğruna bunca kanın döküldüğü Anadolu değil, ama yerküre üzerindeki her kara parçası da değerlidir evlat! Çöl ya da kutuplar olmasa haliniz ne olurdu, bilir misin? Onca iklim zenginliğinin mimarı, dünyanızdaki bu farklı yaşam alanları değil midir zaten? Kıymetini bilin desem de, boşa söylerim, öyle değil mi?

O ayaklarınızın altında inleyen çatlamış toprakların feryatlarını, ancak yine onun kucağına döndüğünüzde belki daha iyi anlayacaksınız ama iş işten geçmiş olacak. İçinizi serinleten suyun coşkusu, taşıdığı dertli türküleri bastırmaya yetmektedir, kin tutmayı bilemeden. Dönme dolaba binen çocuklar gibi, hevesle koşuşturmaya devam edecektir o. Affediciliği ve büyüklüğü şanındandır onun, boşuna "su gibi aziz ol" demezsiniz siz.

Ağaçlarsa ayrı bir alem! Eski bayramlarda, çocukları sevindirmek için, bayram yerlerine kurdukları tahtadan oyuncaklarda çocukları, düşlerinin salıncakları ve dönme dolaplarına kavuşturan çileli oyuncakçıların cambazlıkları gibidir, ağaçların her mevsim yeniden hazırlanıp, doğa dansına tutulmaları da. Yaktığınız ya da kestiğiniz dostlarının intikamlarını almak bir yana, çiçek ve meyveleriyle, gözlere nefis sofralar hazırlamaya devam ederler yine de.

Ah benim, kendi düşüp ağlayan, aklı bir karış havada gezen evlatlarım! Her yeni günde kulaklarınıza çalınan ürkütücü felaket senaryolarının farkında mısınız? Yerküreyi bekleyen önemli felaketler listesinde, küresel ısınmanın, nükleer savaşların, deneme merakıyla azdırdığınız virüs salgınlarının ve depremlerle coşturup sizleri yutacak hale getirdiğiniz dev dalgaların yaratıcısı kimlerdir? Ben miyim suçlu; yani çatlamış toprak, sessizce çiçeğini açan ağaç, çağlayan su, vızıldayan arı ve evlerini uzaklara taşıyan ceylanlar mı, yoksa tüm bu güzellikleri kana kana içip de, ardından nankörlük senaryoları yazmaya bayılan insanoğlu mu?

Daha kaç mektup yazacaksınız bana ya da birbirinize? Çözüm bizde değil evlat, sizde; anlayın artık! Gelecekten bu derece korkmaktansa, bugünü daha akıllıca tüketin! Sizler için " iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır"diyen Kızılderili şefinin kehanetini doğru çıkarmak için de bu kadar çırpınmayın, ne olur?

Ahmet Nedim Nazlıcan
Zir. Yük. Müh.
Çukurova Tar. Araşt. Enst.-ADANA
annazlican@yahoo.com

Yazarın Diğer Yazıları:Doğa anaya açık mektup
Ağaçların Gizemli Dünyası

Hey! Dünyalı Nereye?
19-05-2005
Yazılım vBadvanced CMPS, Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024