Araçlar

Bookmark and Share




Bitkiler Dünyasında Bir Gezi

Yeryüzünün sadık dostları

Onlar yeryüzünün gerçek dostları, öz evlatları; toprak ananın koruyucu melekleri, vefalı çocukları; gökkuşağındaki en cazibeli renkleri ödünç alarak, çiçekleriyle gözlere ziyafetler çektiren, ruhları dinlendirip, görenlerin içini açan zevk fabrikaları; onca güzelliği bir nakış gibi ama sessiz sedasız işleyip ortaya çıkaran evrenin dilsiz aşıkları ve onlar midelerin dostu, damarlardaki kanın besleyici yolcuları, burunların yakıcı esansları, üzerini örttükleri yer kabuğunun en nadide elbisesi ve günümüzde, insanoğlunun nankörlüğünün acısıyla kıvranan, binlercesinin neslinin kurutulduğu bir vefasızlıklar vurgunu, yeşillikler coğrafyasıdır. Onlar canlılar aleminin en eski ve en büyük sınıfı olan bitkiler dünyasının, her biri başka bir özelliğiyle hayranlık uyandıran mucizevi örnekleridir.

Derler ki; 5 milyar yıl önce ateş topu halindeki dünyanın, zaman içinde soğumasıyla oluşan yer kabuğu üstünde, tüten dumanların sisi dağılıp, yeryüzünde denizler oluşmaya başladığında yani uzmanların hesaplamalarına göre günümüzden 4 milyar yıl kadar önce, her yeri çıplak, üstünde gözle görülür bir canlı türü barındırmayan kavruk alanlar halindeymiş dünyamız. Sonra tozlar birikip, kayalar ufalandıkça toprak tabakası oluşmuş. Yağışlarla suya kavuşan toprak, çok uzun süreler boyunca uykuya yatıp, uygun zamanı kollamış ve dost yüzünü gösteren iklim şartlarının tetiklediği dönemler geldiğinde de doğurganlığını hatırlayıp öz evlatlarını birer birer piyasaya sürmüş.

Son zamanlarda bulunan fosil örneklerinden de anlaşılmış ki; karalar üzerinde ortaya çıkan ilk bitki örnekleri, günümüzden 475 milyon yıl önce teşrif etmişler dünyamıza. Gerçi onları günümüzün gelişmiş bitkilerinden saymak doğru olmaz belki ama bugünkü gelişmiş insan ırkının topu topu 50 bin yıllık bir mazisi olduğu söylendiğine göre, bu dünyanın gerçek sahiplerinin bitkiler olduğunu ileri sürmek hiç de haksızlık olmayacaktır. İnsanoğlu geç gelmiş ama, bitkiler dünyasına çekidüzen vermeyi ve onları kültüre alıp, düzenli bir tarımsal üretimle çoğaltarak, 10 bin yıl öncesinden günümüze kadar getirmeyi de başarmış.

Aslında, insan elinin taşıdığı olumsuzluklar olmasa, doğanın bu harika canlıları en verimsiz topraklarda bile üremeye, gelişmeye ve giderek yükselen bitki toplulukları halinde ormanlara dönüşmeyi bile becerebilmektedirler. Yeryüzünün en sıcak bölgelerinden, dondurucu soğukların olduğu kutup noktalarına kadar uyum sağlayabilmiş türlü bitkilerin toprağa kazandırdığı yeşil örtü, onların ne kadar güçlü bir yaşama tutkusuyla dolu olduklarının da belgesidir adeta. İstediği yere gidebilen hayvanların aksine, toprağa düştükleri yere demir atıp tüm ömürlerini aynı noktada geçirmek zorunda olan bitkilerin bu azimli çoğalma ve yayılma çabaları ne hayranlık uyandırıcıdır.

Ne tür bir bitki olursa olsun, tohumu toprağa düştükten sonra ilginç bir senaryosu yazılmaya başlanır, yaşam filmi adına. Uygun ortamı buluncaya kadar yıllarca sabırla dayanabilmeyi başarabilecekleri gibi, suyun bir damlasını bile bulduklarında hemen ümitlenmeye, canlanıp yeni bir yaşama doğru yelken açmaya başlarlar. Güneş onların rehberi, en yakın dostlarıdır. Hep ona uzanır dalları, takvimleri onun doğup batmasıyla şekillenir. Ona güvenip açarlar rengarenk çiçeklerini, hava kapalı olduğunda sanki küsüp evlerine kapanırlarmış gibi öylesine mahzun dururlar. Gece onlar için de karanlık bir gelecektir, ta ki sabah ışıklarıyla yeniden uyanıp silkininceye dek ...

O ne çalışkanlık, ne hamaratlıktır öyle! Minicik bir tütün ya da susam tanesinin, cüssesinden beklenmedik bir azametle büyüttüğü bedeninde olanların hikayesi, izlemesini bilenler için yeterince etkileyicidir. Evrenin en beceriksiz ve hazırlopçu yaratığı olan insanoğlunun, 15-20 yılda ancak kendi kendine bakabilir hale gelebildiği düşünüldüğünde; yavru hayvanların kendini koruma ve beslenebilme düzeyine ulaşma süresinin kısalığı ne kadar hayranlık uyandırıyorsa, bitkilerin daha üç günlükken hummalı bir gelişme periyoduna girişmesi ise çok daha etkileyici bir tablo çizmektedir.

Çimlenen tohumun yüzeye yolculadığı sap kısmını yukarılarda ne tür maceralar bekliyorsa, aynı anda yeraltına doğru yönlendirdiği kökleri de benzeri bir mücadelenin ve belki daha belalı arayışların içerisinde bulurlar kendilerini. Yukarıda rüzgara, sele, yangına karşı didişip duran sapların bir yandan da yeni dallar oluşturup yapraklara, çiçek ve meyvelere izin vermesi için, aşağılardaki hamarat köklerin çok çalışması; yüzlerce kılcal köküyle saçını süpürge edercesine didinip durması, sert zeminlerin, kayaların arasından yol bulup, suya ve besin maddelerine ulaşması; tuzdan, asitli maddeler ve ilaç kalıntılarından uzak durmayı becerip, yararlı besinleri bünyesine katarak üst katlara yollaması gerekir.

Gagasında taşıdığı yiyecekleriyle yavrularını sevindiren serçe ananın görev bilincini burada da kökler, hem de hiç gün yüzü görmeden, kör karanlıkta koşuşturarak elde etmeye çalışırlar. Yukarıda oluşan yeşil kalabalığı da toprak üstünde devrilmeden tutmaya çalışarak üstelik. Taşeron müteahhitlerin becerikliliğine sahip, uyanık yaprakların yaptığıysa, deniz kıyısında güneşlenen tatilcilerin zevki içerisinde, ışığı ve sıcağı görünce hararetlenip, tüm bedenine yeşil rengini veren klorofilleri yardımıyla yemek pişirmeye çalışmasından ibarettir. Emdikleri güneş ısısının enerjisiyle, topraktan süzdükleri suyu ve mineral maddeleri, havadan aldıkları karbondioksitle işleyip yeni bir ürün olan şekerlere dönüştürerek, hem protein ve yağların üretiminde kullanırlar ve hem de ortaya çıkan oksijenle diğer canlıların nefes almasını sağlarlar. Karınca çalışkanlığıyla süren bu uğraşlar olmasa, yeryüzünde yaşamın ne derece zorlaşacağı da ortadadır.

Asilzade çocukları gibi hazıra konmayı seven çiçekler ise; onca güzelliği gözlere sunmanın havalı süzülüşleri arasında elini bile kıpırdatmaya yeltenmeden, gerdeğe girmeyi bekleyenlerin rehaveti içerisinde günlerini gün etmeye bayılmaktadırlar. Zaten beş on gün kadar süren bu tantanalı yaşamın sonunda meyveye dönüşüp yararlı bir iş gerçekleştirmeleri sayesindedir ki, çiçek denen bu nazlı dilberlerin tembelliğine affedicilikle yaklaşılıyor bitkiler dünyasında.

En aykırısından en uyumlusuna dek, ne tipler türemiştir bitkiler aleminde. Kimisi hüznünü boğazında düğümlemiştir köklerinde, yumrular oluşturup pancar olmuş, turp, şalgam, patates, havuç, kereviz demiş kendine; kimisi zırh üstüne zırh kuşanıp soğan, sarımsak olmuş, yemeklere çeşni katmış; lale, sümbül, zambak ve safran gibi akrabaları da süs vermiş gönüllere, renk katmış aşlara; nane, kekik, kimyon ve biber baharat olup inerken midelere, ısırgan uzak durduğu köşeden dertlere derman olduğunu fısıldamış tüm yakıcılığıyla; sebzelerin binlercesi meyvelerin renkli çocuklarıyla yarışmışlar, dallarından düşmeye direnirken.

Rüzgarlarla şarkılar söyleyen tahılların başakları, içlerindeki taneleri ne hünerlerle sunmuşlar müşterilerine, rakipsiz besleyiciliklerinin vazgeçilmezliği havasında çalımlar atarak nişastalarıyla. Geri durur mu baklagiller, "bizdeki proteinin gücü neyde var" diye haykırarak tur atmada onlar da. Kocaman kabak çiçeği gözlere girmeye çalışırken, albenili bamya çiçeği sevdirmek için çırpınır, nefret edeni bol, dikenli tüylü ve sümüklü meyvesini.

Güneşin azametine karşı eğilmiş boynuyla selamlar veren ayçiçeklerinden, kendini nimetten saydırmak için çırpındığı söylenen fasulyeden, renkler kraliçesi domatesten, midelere yolculanmak üzere birbiriyle yarışan daha nicesine kadar bu yeşil dünyanın zengin ürünleriyle nasiplenen milyarlarca canlının besin kaynağı olabilmek ne vefa dolu bir yaşam tercihi olsa gerek. O incecik bedenleriyle çırpınıp dururlarken, bir yandan soluklara oksijen kaynağı olmak ve besin olup bedenlere güç vermek, diğer yandan da gözlere gönüllere meze olmak uğruna türlü makyajlara bulanmak; ne takdir edilesi bir çabalar dünyasıdır.

Meyveli ya da meyvesiz binlerce orman bitkisinin; çalılıklardan dev ağaçlara kadar sergilediği resmi geçidin içerisinde ne hayatlar başlayıp biter, saymakla sonu gelmez. Hayvanların evi, yemeği, spor alanı olur o cennet mekanlar. Mantarlar, yosunlar, eğreltiler sabırla üreyip dururlar gölgeler ardına düşmüş hücrelerinde. Suların yüzeyini kaplayan nazik nilüferler selam yollarlar, kokulu ve renkli yapraklarıyla dans edip duran süs bitkilerine, güllere, mimozalara, yaseminlere ve diğerlerine ...

Sabah akşam üretime yönelik çırpınmaların yorgunluğu içerisinde didinen bu hareketsiz canlıların dilleri olsa da haykırabilselerdi eğer; bunca özverili çabanın ve kendilerini feda edişlerinin karşılığında istedikleri şeylerin ne kadar küçük bedeller olduğunu anlatabilirlerdi belki, kim bilir? Çiğnenmemek ayaklar altında, sebepsiz yere kırılmamak ellerin parmaklarında, kesilmemek hırçın ormancıların öfkeyle inip kalkan baltalarında ve en önemlisi de yakılmamak belki, birkaç şişlik kebabın unutulmuş közleri arasında ...

Onlar yerkürenin yeşil mimarları, oksijen depoları, cennet meyveleri; onlar bir alıp on veren zengin gönül sultanları, enfes kokuların ve müthiş tatların pazarlayıcıları; gözlerin ve yüreklerin en dinlendirici tabloları, ruhların sakinlik öneren doktorları; onlar toprakların en sadık dostları ve doğa ananın en güzel kızları olsa da, kıymetleri biliniyor mudur yeterince dersiniz ?

Ahmet Nedim NAZLICAN
annazlican@yahoo.com
31-05-2005
Yazılım vBadvanced CMPS, Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024