Araçlar

Bookmark and Share




Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüsünde Bir Gezinti

Her gün yanlarından geçip gittiğimiz, bize kollarını açmış güneşten ve yağmurdan korumaya çalışan, her şeye rağmen bizim iyiliğimiz için çalışan ağaçlara bir dönüp bakmıyoruz bile.



Kayıta geldiğim günden beri hayranlıkla seyrettiğim birbirinden güzel ağaçların ne olduğunu bilmemek, rengarenk meyvelerinden yiyip yiyemeyeceğimden bile habersiz olmak öyle rahatsızlık vericiydi ve kırmızı-sarı yaprakların yemyeşil çimlerin üzerindeki görüntüsü o kadar rahatlatıcıydı ki...

Bir gün İngilizce hocamız Jülide Çelik, başka bir öğretim görevlisi olan arkadaşı Musa Hoca (soyadını bilmiyorum) ile birlikte meşe palamudu toplamak isteyip istemediğimizi sordu ve ardından Musa Hoca'nın kampüsteki bütün ağaçlardan haberdar olduğunu ilave etti. İçimdeki öğrenme arzusu ve doğa sevgisi atağa geçti ve siteden bahsederken buldum kendimi. Jülide Hoca, "o zaman güzel bir doğa yürüyüşü yaparız yarın gelmek isteyen arkadaşlarınla" dedi.

Her gün derse yetişme kaygısıyla kestirmeden ve hızlı gittiğim halde 20 dakikada yürüyebildiğim kampüsün içinde ne kadar farklı köşeler olduğunu anlamam için Musa Hoca'nın bize kampüsün –sadece- bir bölümünü gezdirmesi yetti. Kafeteryada buluştuktan sonra meşeliklere doğru yürüdük. Gittiğimiz tarafta 3-4 farklı meşelik alan vardı. Hoca ilk ve ikinci baktığımız alandaki palamutları beğenmedi. Üçüncü alana geldiğimizde ise: "İşte bunlar çok iyi kalitede. Büyük konuşmayayım ama Türkiye'de bu kadar kalitelisini zor bulursunuz." dedi. Bir yandan doğa sevgisi kokan cümlelerle bir şeyler anlatıp bir yandan da palamutları poşete doldurmaya başladı. Bize bu palamutları nasıl ekmemiz gerektiğini de anlattı.

"Bunları götürün, ailenizin bulunduğu şehre ekin. Dikili bir ağacınız olsun. Her şey bir meşe dikmekle başlayabilir..." diyordu. Evet, her şey böyle başlayabilirdi. Rüzgarın polenleri taşıdığı, suyun çekirdekleri sürüklediği, kuşların tohumları başka yerlere götürdüğü... gibi bu palamutları alıp başka bir şehre ekmek... Bir canlının soyunun başka bir yerde hayat bulmasına yardım etmek, bir hayatta payı olmak, doğayı mahveden rolünden doğanın bir parçası, zincirin bir halkası rolüne terfi etmek... Güzel bir şey olsa gerek!



Herkes yaklaşık 10'ar meşe dikecek kadar palamut toplayınca devam ettik yürümeye. Mavi ladinler, yemyeşil çimenler, at kestaneleri yan yana o kadar güzel duruyordu ki, bu manzarayı fark eden sinirli ya da stresli kalamaz ki, dedim. Musa Hoca konuşmaya devam etti: "Sinirli ya da stresli olduğunuzda gidin bir ağaca dokunun, negatif enerjinizi alacaktır. Yaslanın, hatta sarılın ağaca. Yapılan tüm işkencelere rağmen bize yarar sağlayan bu canlı, sevginizi karşılıksız bırakmayacaktır..." Babaannem geldi aklıma. Belki koca köy evinde yalnız başına yaşadığından arkadaş edinmişti onları, kim bilir. Bütün ağaçları 'kızım' diye sever babaannem, belki de hiç kız çocuğu olmadığından, hepsinin meyvelerini tek tek okşar, sever, 'aferin benim kızıma!' der, hepsini elleriyle sular... 90'ına yaklaştığı halde doktor yüzü görmemiş olmasını sizce de buna borçlu değil midir?

İlerlemeye devam ettik. Musa Hoca: "İşte bir dut ağacı. O kadar lezzetli meyveler veriyor ki, temmuz- ağustos aylarında haberleşelim, gelip dut yiyelim. Öyle iri meyveler veriyor ki 4-5 tane yiyince rahat doyarsınız. Ve bu ağacın çok önemli bir özelliği var; aşağı doğru eğilmiş dalları kara dut, yukarı doğru uzamış dalları beyaz dut verir. Ve asıl acı olan şey ise, bu ağacın hemen biyoloji bölümünün hemen yanında olmasına rağmen hiçbir öğrenci bunun farkında değildir." Neyin farkındayız ki! Kocaeli'de 'Kentorman' adıyla doğa severlerin gözünü boyayan, bir kelliği perukla kapatmış gibi bakımlı ama yapay bir ağaçlığa giden yol için gerçek bitki örtüsünün katledildiğinin bile farkında olmayan biz insanların böyle bir şeyi fark etmesi mümkün mü?



Biraz daha ilerledik, gül ağaçları vardı sağda. "Bunları ben diktim, bu aralar gül ağaçlarıyla ilgileniyorum en çok." dedi. Sonra da şu kötü olayı anlattı: "Eryaman'da(?) yol kenarına gül ağaçları dikmiştim. Gidip onlarla özel ilgileniyordum. Çocuklarım gibi olmuşlardı. Bir gün onların yanına giderken bir de baktım ki greyder üstlerinden geçiyor. Hemen gidip, ne yapıyorsunuz, diye çıkıştım ama; yapılacak bir şey yoktu. Ankara'da arsa çok para ediyor. Her boş alana apartman dikilmeli, yazık ki insanlar böyle düşünüyor. Ağaçların, doğanın değerini kaldırıp bir kenara atıp arsanın değerinden bahsediyor ve bunun için canlıları katledebiliyorlar. Benim, çocuklarım gibi sevdiğim ağaçlarımın üstünden greyderin geçişini seyretmemden daha kötü bir şey olamaz!" Evladını kaybetmiş acılı baba bakışlarıyla oradaki gül ağaçlarını seviyordu.

Sonra, benim çok hoşuma giden ve ilk geldiğim günlerde adını öğrenmek için gezip, o ağaçtan ismi asılı olanını arayıp bulduğum bir bulut ağacının yanına geldik. Kampüsün her yerine dağılmış olan bu ağaç farklı ve hoş bir görüntü sağlıyorlar gerçekten.

Biraz ileride de normale göre iki kat uzun, yabani bir fındık ağacı gösterdi. Yürümeye devam ettik. Musa Hoca yere eğildi ve yerdeki ottan bir parça koparttı; yeşil biberin yeni çıkmaya başlamış haline benzeyen, ondan biraz daha uzun bir şeydi. "Bakın, bunlar hardal tohumu, bildiğiniz hardal bundan yapılıyor." dedi. Yürüdük, "Bu da mahlep ağacı, bu ağacın çiçeklerinin tohumundan yapılıyor mahlep." dedi.

O ana kadar mahlep benim için yediğim kurabiyeye lezzet ve koku verdiği sürece güzeldi. Şimdi ise onun da bana Toprak Ana'nın bana bir armağanı olduğunu biliyorum. Ve hardal... Neyden yapıldığı hakkında tek bir fikre bile sahip değildim, merak da etmiyordum. Hardal bitkisini görsem, ot der geçerdim belki de. Şimdi ise tabiatın mutfağının eşsiz tatlarla ve insan oğlunun muhtaç olduğu lezzetlere sahip olduğunu daha iyi biliyorum.

Musa Hoca Jülide Hoca'ya: " Kırmızı yemişlerin yaprakları sararınca ne kadar güzel oldular değil mi? Durun ben biraz toplayıp getireyim." dedi ve koşup bir avuç toplayıp geri geldi. Meğer her gün yanından geçip 'Acaba yeniliyor mu?' diye düşündüğüm şeyin adı kırmızı yemişmiş. Musa Hoca: "Kuşlar bununla besleniyor arkadaşlar ama; siz de yiyebilirsiniz." deyip gülerek ağzına bir tane attı. Biz de birer tane alıp ürkek ürkek attık ağızlarımıza. Tadı çok güzeldi, kara yemişin yarısı kadar ve onun kırmızısı diyebilirim, zaten ismi de benziyor. Hocaya söyledim: "hocam bunun tadı kara yemişe benziyor."
"Karadeniz'in o mükemmel lezzetini madem biliyorsun, her gün kara yemiş ağacının önünden geçiyorsun, dikkatini çekti mi peki?" sustum. Neredeydi acaba?

Ötede bir yerleri işaret ederek: "Şurada da süs kirazı var. Baharları 15 günlüğüne çiçek verir ve gider. O zaman toplanıp çiçeklerine bakmaya gelelim. Japonlar bu çiçeklerin olduğu tarihlerde bayram yaparlar." Doğru, bunu biliyordum, 'Şakayık' adlı bir kitap bu bayramın hazırlıklarını anlatarak başlar. "Geçen yıl öğrencilerime, kiralara gidelim, demiştim; çok sevinmiştiler. Süs kirazı olduğunu öğrenince gelmek istemediler. Yazık, bu güzellikleri görmek istememeleri ne kötü." Gençler artık ağaçlara ilgilerini bilgisayarın arka planına koydukları fotoğrafla ispat ettiklerini düşünüyorlar. Aynı ağacın canlısını hiç görmemiş, görseler de tanıyamayacak olsalar da... Yazık ki; gelecek kuşak artık manzaraları fotoğraflarda arayacak gibi...

Etrafı tel örgüyle çevrilmiş bir alanın yanına gelince durduk. Bize sıralı dikilmiş ağaçları gösterip adlarının 'ailanthus' olduğunu söyledi. Türkçe'de 'cennet ağacı' ya da 'kokarağaç' olarak biliniyormuş. Yaprakları tamamen kurumadan dökülmezmiş, kopartılması da çok zormuş. Tohumu nereye dökülürse dökülsün garantiymiş çıkması. "Ankara kalesinin taşına dökün orada da çıkar, asfaltta da çıkar." dedi hoca.

Bu ağaçla ilgili bir gazeteciyle röportaj yapmış. Musa Hoca şöyle demiş: "Belediye başkanımızın yurtdışından fide, tohum getirmesine gerek yok, bunlar her yerde büyüyebilir." Buna karşılık gazeteci şöyle yazmış gazeteye: "Belediye başkanı milli serveti boş işlere harcıyor, burada en güçlü ağaç ailanthus dururken gidip başka ağaçlar için tonlarca para veriyor." Bu olaydan sonra da hoca gazetelere yazı yazmamaya karar vermiş.

Sonra bize ailanthusları anlatmaya devam etti: "Bu ağaç türü de cevizler gibi erkek ve dişi diye iki türden oluşuyor. Bakın, en baştaki erkek, yanındaki de dişi. Böyle olduğu için çok kolay ve sağlıklı bir biçimde ağaçlanıyor burası. Kerestesi de çok değerli bunların. Tek bir kötü yanı var, suları zehirliyor." Bu ağacın iyi mi kötü mü olduğunu düşünüyordum ki hoca karşıyı işaret etti: "Bakın o karşıdaki hurma ağacı. Sultan hurması, çok değerlidir meyveleri ama; yazık ağaca, maalesef yanlış bir yere dikilmiş, ne kadar mutsuz olduğu nasıl da anlaşılıyor."

Derse geç kalmamak için hızlı yürüdük, bizim binanı önüne gelince: "Kimdi o kara yemişi bilen? Bak tam merdivenin yanında, her gün yanından geçiyorsun." dedi. Ayırt etme yeteneğimizi 5 şıktan en doğrusunu seçmek için kullandığımız ve belki de başka zamanlarda harcamamak için otomatik olarak kapalı tuttuğumuz için görememişimdir, kim bilir!

Sonra başka bir ağaç gösterdi, adı 'maple' ama Türkçe'sini hatırlamıyorum, dedi. Japonya'da süs ağacı olarak her yere bundan ekerlermiş. Güzel şekilli ve kırmızı renkli yapraklarıyla bunu fazlasıyla hak eden bir ağaç. Japon filmlerinde hep görürüz, biz neden ekmiyoruz ki?

"Sumak bilir misiniz?" diye sordu. Evet, dedik "Peki hiç sumak ağacı görmüş müydünüz?" hayretler içinde ağaca bakakaldık. Ağacın meyveleri pembe pamuk gibiydi, sumak bundan yapılıyormuş. Dalları da tüylüydü ve bu yüzden sıcaktı. Dokununca irkildim, bir insana dokunmaktan çok farklı değildi.



Sumağın ağaçta büyüdüğünü kaçımız biliyoruz? Her şeyin paketlenmişine öyle alışmışız ki... Ağacından en iyisini toplamak fikrini bir kenara bırakmış alışveriş merkezlerindeki raflardan en kaliteli markanın paketini satın almak fikrine alıştırmışız kendimizi. Bu sıcak, tüylü dallara dokunmak yerine böyle bir güzellikten bihaber alışveriş yapmak olmuş tercihimiz. Hardal, mahlep, sumak,... Kim bilir daha neler var bilmediğimiz...



Yazan: Spooky Spook
23-11-2005
Eski 24-11-2005, 16:28  
spooky_spook
Ağaç Dostu
 
Giriş Tarihi: 23-03-2005
Şehir: Ankara-Kocaeli
Mesajlar: 349
piacığım, en son eklediğin dallar sumak ağacına ait.. :) hani belki o kısmın altına almak istersin diye söylüyorum ;) aslında meyvesini de çekmiştik ama çok bulanık çıkmış, bu fotodakiler de çok küçük.. :(

spooky_spook Çevrimdışı Kurallara Aykırı Mesajı Bildir  
Yazılım vBadvanced CMPS, Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024