Araçlar

Bookmark and Share




Hey! Dünyalı Nereye?

Var oluştan yok oluşa toprak ananın hikayesi...





Dışarıda yer gök inliyordu sanki. Saatlerdir bardaktan boşalırcasına yağan yağmur ve ürkütücü gök gürlemeleri eşliğinde, kararan gökyüzünü ara sıra aydınlatan şimşekler ve yıldırımlar bir vedanın habercisi gibiydiler. Yaşlı, bitkin bir ana, boylu boyunca uzanmış yatağına, tükenmek üzere olan gücünün son damlalarıyla etrafındaki sevenlerine son bir şeyleri anlatmak istiyordu. Aslında kendini bildi bileli ne çok şeyler söylemişti, ne uyarılar yapmıştı ama dinleyen mi olmuştu ki ? Şimdi tükenmiş bedeniyle son haykırışlarını yaparken, geçen zamanın ihmalkarlığına ve yaşadığı nankörlüklere yanıyordu. "Toprak ana" derlerdi ona, bir zamanlar o da genç olmuştu. Neler görüp geçirmemişti ki! Yazsaydı dünyalar dolusu roman olurdu, o uzun mu uzun hayatı. "Belki faydası olur diyerek", toplamaya çalıştığı gücüyle anlatmaya başladı çevredeki sevenlerine.



Beş milyar yıl kadar olmuştu o doğalı. O zamanlar yeryüzü ateşler halinde yanıp duruyormuş. Asabi yanardağlar huysuz tepelere kızıp köpürdükçe, öfkelerini lav olarak kusuyor, karşılarına çıkmaya cesaret edenleri yakıp yıkıyorlarmış. " Benim büyükbabalarım da böyle öfkeli bir babadan olmaymış" dedi yaşlı kadın. Onlara "kaya" derlermiş o zamanlar. Zaman içinde nesiller daha bir ufalmaya başlamış. Yıpranmaların sonucunda babamların "taş" kuşağı ortaya çıkmış. Annemle bir dağın tepesinde karşılaşmışlar ilk kez. Oldukça esmer ve sert tabiatlı biriymiş babam, Bazalt bey olarak tanınırmış. Annemse yumuşacık, pamuk gibi bir kızmış, beyaz teninden dolayı ona da Ponza hanım adını koymuşlar.



Bu öyle bir sevdaymış ki, gözleri kimsecikleri görmez olmuş. Hep birlikte zaman geçirir, sevdalarının ateşinden mum gibi erirlermiş. Granit dede adındaki mahallenin kabadayısı onlara rahat vermeyince, el ele düşmüşler yola. Kaderleri onları nereye sürüklerse, o tarafa doğru ilerlemişler. Ancak, o dönemin çetin şartlarından dolayı öylesine zorluklarla karşılaşmışlar ki, çektikleri sıkıntılar nedeniyle deri kemiğe dönmüşler. Onlar ufalanıp parçalandıkça bizler doğmaya başlamışız. Her nesil biraz daha ufalanıp küçülmüşüz. Her birimiz bir yere dağılmış. Amcazadelerimiz "kuvars" namıyla bilinirler, halalarımızsa kireç. Birbirimizi görmeyeli çok zaman oldu. Hepimiz zamanın süzgecinden geçerken ufalanıp, toz duman olduk sayılır. Çoğaldıkça çoğaldık sonraları. Her yere kök saldık. Bir suya dayanamazdık, batardık derinliklerine; bir de sert tabakalı dağlar yüz vermezdi bize. Kalan her yere sahip çıktık birlikte. Az çaba harcamadık çevremizi temizleyelim diye. Birileri "Toprak ana" diye isim taktı bizlere.

Öyle doğurgandık ki, güneş baba kanımızı ısıttıkça daha bir gevşer, kiralara verirdik arazilerimizi.



Bir milyar yıl filan geçmişti aradan. Ben de artık genç güzel bir kız olmuştum. Eski deri kemik halimden kurtulmuş, biraz balık etli olmuştum ve yanaklarıma da kan gelmişti.Hiç unutmam bir gün; şiddetli bir yağmurun ardından bir kabadayı gelip çattı bizim mahalleye. Bana fena sevdalanmıştı. Kahverengi kollarıyla bedenime sarılıvermişti. Oldukça sessiz ve zararsız birine benziyordu. Ben de ona ısınıvermiştim aslında. Kendini bana "bitki" diye tanıtmıştı sonradan, o ahtapot gibi kollarıysa kökleriymiş. Kimdi, nereden çıkıp gelmişti bilen yoktu. Kaba saba bir görünüşü vardı ama zamanla kendini öyle bir değiştirdi ki, etkilenmemek mümkün değildi. Bana naz yaparcasına uzak durup,yukarılara doğru gelişerek bir sürü dallar oluşturmuştu. Hava biraz ılıklaşıp bahar gelince, o da coşmaya başlar, bana göz kırpıp dururdu. Dallarında bir sürü gözlerden, minik çiçek dalları çıkar; beyaz, sarı, pembe çiçeklerden oluşan renkli bir elbiseyi hevesle kuşanırdı her sabah. Meğer ne çok akrabası varmış? Duyan geldi, kök salıp yerleşiverdi beldelerimize.



Bizim mahallenin kirli havası düzelmiş, gökyüzü masmavi olmuştu artık. Havadaki kötü gazları toplayıp satıyor, oksijen diye mis gibi bir havayı getirip etrafımıza serpiyordu. Bu temiz havayla buluşunca bizim tenimiz de iyice parlamıştı. Kanımız kudurmaya başlamış, bereketimiz artmıştı adeta. Sevdamızın etkisiyle onlara hiç ses çıkarmıyor, bizleri rengarenk desenlere boyar gibi, türlü yaprak ve çiçekleriyle süslemelerinden mest düşüyorduk. Mutluluk bu olmalıydı ? Ne güzel günlerdi o günler !



Zamanla öyle çoğaldılar ki, iğne atsan yere düşmez hale gelmişti. İçlerinde çok boylu poslular ya da şişmanları da vardı. En ağırbaşlılarına "Çınar" diyorlardı. Çok bilge birine benziyordu. Kanatları altına öylesine çok genci alır, onları eğitip yetiştirirdi ki, kıskanmadan duramazdık. Kısa zamanda mahallenin yerlisi olup çıkmışlardı üstelik.

Adım atmadıkları yer kalmamıştı belki de. Öylesine de yetenekli ve birbirini destekleyici şeylerdi ki, en soğuk ya da en sıcak yerlere bile ulaşıp bir üyelerini oraya muhafız olarak dikmişlerdi. Sonra da yalnız kalmasın diye yanlarına başka arkadaşlarını yollayarak, her gittikleri yeri cennete çevirmeye başladılar. Gök babayla da anlaşmışlardı. Onlar ne zaman istese, gökten yağmurlar boşanır, mevsimler için önceden devre mülk sistemiyle yer kapatırlardı. Yaz gelince çok çalışır, kış aylarında karlı manzaraların keyfiyle tatil yapıp, dinlenirlerdi.



Mal mülk onlara fazla gelmeye başlayınca, arazilerini birilerine kiralamaya başladılar. İlk gelenleri, dinozor denen dev gibi tiplerdi. Uzun boyunları, kocaman gövdeleri vardı. Üzerimizde tepinirken epeyce canımızı acıtırlardı. Üstelik hiç yerlerinde duramıyorlar, sokak serserileri gibi habire gezinip duruyorlardı. Bitkilerin ağırbaşlılığı ve efendiliği bunlarda ne arardı ? Bir de çok oburdular. Bir türlü gözleri doymak bilmezdi. Tıka basa yer, sonrasında da rahatlayıncaya kadar ağaç diplerine uzanıp tembel tembel yatarlardı. Artıklarını da ortalığa döküp dururlardı. Allahtan bizim değirmende onları işleyip yararlı hale getirir, enerjiye çevirirdik de, ortalığın çok kirlenmesine engel olurduk.



Bir de oksijen düşmanıydılar diye hatırlıyorum. O tertemiz havamızı alıp kaçırırlar, karbonlu marbonlu tuhaf bir gazı da getirip yerine bırakırlardı. "Niye bu kadar nankörler ? " diye epeyce kızdığımız olurdu onlara. Meğer ne safmışız! Daha belalısı gelmeden var olanın kıymetini bilmek kolay olmuyor tabii ki. Onlara alıştık bir süre sonra. Dinazor denen, o canavar gibi iri tipliler zamanla küsüp gittiler bir yerlere. Yerlerini ise daha ufak tefek ama tez canlıları almıştı. Derken; timsahlar, zürafalar, aslanlar, kurtlar, tavşanlar sırayla gelip geçtiler sokaklarımızdan. Sıra maymunlar ve tilkilere geldiğinde ise çok neşeli günler bekliyordu bizi. Ne şirin dostlardı onlar!



Birbirine güç gösterisi yapmalarına takılıyorduk ama işlerine de fazla burnumuzu sokmak istemiyorduk. Nasılsa zamanla akıllanır, aralarında anlaşırlar diyorduk. Gerçekten de, her anlaşmazlığın ardından kendi aralarında laflayıp, ortak yaşama alanlarıyla ilgili güzel kararlar alıyorlardı. Gözünü hırs bürümüş bazı büyüklerin kurban isteklerine, semiz yavruları feda ederek kalanların hayatlarını garanti ediyorlardı kimi kez de. Buna da doğanın kanunu diyorlardı kendi aralarında. Güçlü olanların gücü zayıfları ezebilirmiş. Ortalık böylece temizlenir, sistem kendi kendini bir güzel amorti edermiş. Bize biraz tuhaf geliyordu bu kararlar. Herkese kapımızı açmaya alışkın olduğumuzdan, birbiriyle boğuşup, acımadan zayıflarını alt etmelerinden hoşnutsuzluk duyuyorduk.



Ne bilirdik ki, bunların an azılılarını bile susta durduracak kadar acımasız ve güçlü birileri çıkacak, insafsızlığın en ünlü örneklerini çekinmeden yazacaklar gelecekti, tarih denen alaca bulaca suratlı tahtaya. Milyarlarca yıl yalnız başımıza yaşayıp sıkılmanın etkisiyle önceleri pek tepki göstermesek de, dağdan gelip bağdakileri kovmaya çalışan bitkilerin ve sonra da deli dolu hayvanların yaptıklarını çok görmeye başlamıştık artık. Meğer onlar ne akıllı uslu yaratıklarmış, ne dost şeylermiş bize karşı. Başa gelmeden anlaşılmıyor gerçekten.



Ben ve akrabalarım iyice olgunlaşmış, hatta yaşlanmaya başlamıştık artık. Milyarlarca yılın getirdiği tecrübeyle oldukça sakin bir tabiata bürünmüştük. Mahallemiz kalabalıklaşmış, canlı ve renkli bir hayat sürülür olmuştu. Öylesine bir rehavet içerisindeydik ki, artık son günlerimize kadar bir daha heyecanlanmamıza neden olacak bir şey yaşanmaz sanıyorduk. Heyhat! Nerden bilirdik ki, yerden bitme gibi türeyip, ortalığı birbirine katacak bitirimler ordusu kapımıza kadar gelmiş de, lütfen giriş izni isterlermiş.



Sonradan öğrenmiştik ki, bunların Adem adında çapkın bir dedeleri varmış. Bir eli yağda bir eli balda zenginlik içinde yaşarken, kıskanç dostları şeytanın oyununa gelip bir çılgınlık yapmış. Havva adında güzeller güzeli bir afetin sevdasından gözü bir şeyleri görmeyince, yasaklanan bir elma ağacının meyvesinden koparıp sevdiğine yedirmiş ve bu yüzden de cennetten kovulmuş. O da diyar diyar gezip bizim mahalleye yerleşmeyi uygun bulmuş. Gerçi Allahı vardı, kendisi çok beyefendi biriydi ama onun soyundan türeyenler bir afet çıktı ki, bizde ne huzur kaldı ne de keyif.



Anlayacağınız, son on bin yılımız bu yerden bitmelerin dertleriyle gelip geçti. Bazen kan kusturup, kızılcık şerbeti içirdiler bize. Boyları bir karış ama hırsları bir servi boyuydu. Öyle de kurnazdılar ki, tilkiler ordusu duman olurdu karşılarında. Ortalıkta güçlü ne varsa, hepsini sırayla alaşağı ettiler. Alımlı kısraklarımızı eyerleyip binek hayvanı yaptılar kendilerine, daha hızlı gidip daha çok yeri fethedebilmek için. Köpekleri dizlerinin dibine bekçi, kedileri eğlenceleri yaptılar. Kuşlar onlar için şarkı söylemeye mahkum oldu kafeslerde, balıklar ızgarada meze. Hele o güzelim inekleri süt fabrikası gibi kullanmaları yok mu, danaların rızkını afiyetle içme bencilliğini akıllar almıyor doğrusu.



Bir gün bir sivri akıllısı, ateş denen yakıcı illeti buldu tesadüfen. Sonra da onu öylesine değişik şekillere büründürüp başımıza bela ettiler ki, zaten biz o zamandan anlamıştık sonumuzun geldiğini. Kafaları bozuldukça her karşılarına çıkanı duman edip durmaktaydılar. Bir de yazı denen yeniliği geliştirdiler ki, yaptıklarını maharetmiş gibi geleceğe miras bırakabilsinler. Yeni yetmeleri de okudukça, atalarından fazlasını yapmaya başladılar. O güzelim ağaçlarımız bunların elinde oyuncak olup gitti. Kah araba oldu atlarının arkasına, kah odun olup içlerini ısıttı. Gün geldi keyif için bile yaktılar o yemyeşil ciğerlerimizi.



Hız tutkusu akıllarını başlarından aldı, sonra gemiler yapıp başka diyarlara koştular. Macera hevesleri dur durak bilmiyordu. Aldılar, keşfettiler, sahip oldular; yakıp yıktılar ortalığı, birbirlerine bile kıydılar acımadan. Bir yandan ruhlarını eğitip insancıllık yolunda çaba harcadılar, bir yandan da güzel olan ne varsa bozmaya uğraştılar. Ne yapacaklarına kendileri de karar veremiyorlardı belki de. Hayatın tadını çıkarma tutkusu, doğanın canını çıkarmaya doğru yön değiştirmişti. Kestiler, biçtiler, yıktılar, vurdular, attılar; ama hiç pişmanlık duymadılar, ne olacağız diye düşünmeden , bir yokuşta buldular kendilerini, fren yapmaya fırsat bulamadan yuvarlana yuvarlana kopup gittiler kaderlerinin dümen suyunda. Peşlerinden bizleri de sürükleyerek ... Seslendik, feryat ettik duyan olmadı. Tek tük cılız sesler imdada yetişse de, bozguncu korosunun arasında eriyip gidivermekteydi hemen.



İşte, çocuklar! Belli ki son günlerimdeyim. Sizlere de güzel günler bırakmak isterdik ama neyleyelim ki, efendilerin kulakları duymaz olmuş artık. Gerçi sizler de uzun ve keyifli günler yaşadınız aslında. Benim yüreğim yine de, bu cüce ömürlü insanoğluna yanıyor nedense. Bu akılsızlık, bu körlük niye ? Siz de sorun benim ardımdan, bakalım cevap veren olacak mı ? " Hey ! Hırçın dünyalı, yolun sonu nereye ? "



Ahmet Nedim Nazlıcan
Zir. Yük. Müh.
Çukurova Tar. Araşt. Enst.-ADANA

annazlican@yahoo.com



Yazarın Diğer Yazıları:Ağaçların Gizemli Dünyası
Doğa Anaya Açık Mektup
Doğa Anadan Mektup Var
21-04-2005
Yazılım vBadvanced CMPS, Forum vBulletin Version 3.8.5 Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0
agaclar.net © 2004 - 2024